31 Aralık 2008 Çarşamba

Fason edebiyatın ortasında iki yoksunluk anlatısı



Sizi siz yapan yalın bir acınız, kapanmasına asla izin vermeyeceğiniz derin bir yaranız var mı? En umutsuz, en dar zamanınızda size güç veren, kendinizi yıkıp yeniden yaratmanızı sağlayan, neler istediğinizi, düşlerinizi size yeniden hatırlatan yarım kalmış bir çığlığınız var mı? Varolan yaşam dönüştürülmeden kapatamayacağınız, sizi diri tutan, sürekli üretme isteği veren ayazın vurduğu bir tarafınız var mı? Var diyorsanız acınızı bulduğunuz, iliklerinize kadar hissettiğiniz kitaplar, şarkılar da var mı? Yalın insan gerçekliğini anlatan kitaplarla ve şarkılarla karşılaştınız mı? Onların yalın gerçekliğinde kendi gerçekliğinizi bulduğunuz oldu mu hiç? J. D. Salinger’ın ‘Gönülçelen’ ya da diğer adıyla ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ anlatısının kafası dumanlı Holden Caulfield’inin yalın gerçekliğinde bulabilir miydiniz? [1] Bir yanıt olacaksa eğer bunalmış, sıkılmış, sıkıntısını kendisi de dahil herşeyle dalga geçerek geçiştirmeye çalışan ama bu ironinin ortasında da yaşamına acıyan Holden’dan bahsetmek isterim sizlere.

Savaş sonrasında yeni burjuvazisini, amerikan tipi yeni başarılı yaşamlarını hazırlayan, mutlu ve huzurlu aileleriyle 1950’ler Amerika’sı; iyi kazanan avukat ebeveynler; seçkin yatılı okullar; bu okullarla, okullardaki züppe takımıyla uyuşamama ve her okuldan atılma; ait olunan sünepe sınıfın yapışkan değerlerinden ve alışkanlıklarından kurtulma isteği ama bir yandan da onlarla beraber yaşama zorunluluğu... Anlatı, birkaç günlük kesitte Holden’ın yıkımına, kendini yıkmasındaki ironiye ve ait olduğu sınıfın fason dünyasınca boğulmaya çalışılan parıltısına bizleri ortak eder. Bıkmışlık ve coşku, sevgi ve sefalet aynı yerdedir. Çünkü genç Holden, yaşlı öğretmeninin bile kavrayamadığı bazı ayrıntıları kısacık yaşantısında gayet iyi anlamıştır. Daha kitabın başında, vedalaşmak için evine gittiği tarih öğretmeniyle arasında şu konuşma geçer:

“Yaşam bir oyundur evlat. Yaşam, birisinin kurallara göre oynadığı bir oyundur.” “Evet, efendim. Öyle olduğunu biliyorum. Bunu biliyorum.” Oyun, kıçımın kenarı. Bir tür oyun. Eğer bütün sağlam vuruşların yapıldığı taraftaysan, doğru, yaşam bir oyundur. Bunu kabul ediyorum. Ama eğer öbür taraftaysan, yani hiçbir sağlam vuruşun olmadığı taraftaysan, oyundan ne haber, ha? Hiçbir şey? Oyun yoktur.

Salinger çocukları ve ilk gençliği anlatmayı iyi biliyor. Öykülerinde ve uzun anlatılarında, amerikan çocuk dünyasının derinlikli ve incelikli bir anlatımı var. Çocuklar çevrelerinde neler olup bittiğinin gayet iyi farkındadırlar. Holden kız kardeşi Phoebe’ye büyüyünce ne olmak istediğini boşuboşuna şu şeklide anlatmamakta:

Ne olmak isterdim biliyor musun? Kıyısında derin bir uçurum olan çavdar tarlası düşün. Çavdarların arasında önünü görmekte zorlanarak koşuşturan çocukları... İşte kıyıda durup o çocukları, uçuruma düşmekten koruyacak birisi olmak isterdim. Biliyorum delice ama gerçek anlamda olmak istedğim tek şey de bu! [2]


Çünkü sermaye düzeni ilk gençlikte yıkımı getirir çocuklara; çocukluğun düşlerle kurulu dünyasını gerçekleriyle parçalar. Çünkü yaşam cebinizdeki paranıza, korunaklı sıcacık evlerinize, seçkin okullarınıza rağmen gelir ve bulur sizi. Çünkü yaşam eksik bırakılmışlıkların yaşamıdır. Holden, yani Salinger bunu gayet iyi bilmekte ki kitabın son cümlesinde şöyle seslenir okuyucuya: “Hiçbir zaman kimseye herhangi bir şey anlatmayın. Eğer bunu yaparsanız, herkesi özlemeye başlarsınız.” Sizin de özlediğiniz insanlar var mı? Sermaye düzeninin çirkinliklerinde boğulup gitmiş ışıltılı insanlarınız var mı?

Yalın gerçekliğinize ses olabileceğini düşündüğüm bir başka yarım ses ise Fransa’dan. Romain Gary’nin ‘Onca Yoksulluk Varken’i haz ve sefaletle örülmüş müthiş bir anlatı. Kaybetmeye mahkum edilmiş Arapların, yahudilerin, bir baltaya sap olamamış Fransızların toplandığı bir kenar mahalle; hayatını bedenini satarak yaşamış ve son kullanma tarihi dolunca dabedenini satan başka kadınların babası belirsiz çocuklarına, arasıra yatan paralar karşılığında bakarak yaşamaya çalışan Madam Rosa ile daha doğarken yaşlanmış Momo’nun uzun anlatısı. Küçük keşiflerin ardında yatan büyük hayallerin dünyası vardır Momu’nun kafasında. Bir çocuk gözüyle ama derin anlamlarla sağır mösyölerin, eski boksör Madam Lola’nın ve babasız çocukların dünyasına girersiniz Momo’yla beraber. Anlatı bitip de bir hafta boyunca Madam Rosa’nın çürüyen bedeninin karşısında oturup geri dönmesini bekleyen çocuk bedenli yaşlı Momo’yu düşündüğünüzde eminim ki bir yanınızın, ayazın vurduğu bir yanınızın sızlamakta olduğunu hissedeceksiniz.

Ayrıca Can Yayınları’nın kitaba eklediği ‘Émile Ajar’ın Yaşamı ve Ölümü’ de keyifle okunacaktır. Çünkü Onca Yoksulluk Varken (başka kitaplarla birlikte) Ajar’ın kitabı olmasına rağmen aslında Romain Gary’nin kaleminden çıkmıştır. Ajar, ödül düşkünü Gary’nin Fransız edebiyat patronlarıyla dalga geçtiği ve kendini eğlendirdiği olmayan bir kişidir, uydurmadır. Sanırım Émile Ajar’ın yaşamöyküsü, nadide Avrupa ülkesi Fransa’da edebiyat pazarının, edebi beğenilerin nasıl döndürüldüğüne dair açık bir fikir sahibi olmanızı sağlayacaktır.

Notlar:
[1] Catcher in the Rye kaç dile iki isimle çevrildi bilmiyorum ama romanın derdini Gönülçelen kadar bir çırpıda tanımlayan başka bir isim de zor bulunur herhalde. Kitabın daha sonraki baskılarında çevirmen ve yayınevi değiştiği için ismi de değişti. Ancak kitabın yeni çeviri ismi, yani Çavdar Tarlasında Çocuklar tahmin edilebileceği gibi eksik bir anlatım olarak kaldı. Diğer yandan Gönülçelen'in Teoman'ın şarkısıyla ve şarkını sözleri nedeniyle de kırık bir aşk hikayesiyle özdeşleşmesi de cabası oldu. Yine de Teoman'ın şarkı için yazdığı sözler bir kenara bırakılırsa ezginin Gönülçelen'in dünyasını taşıdığını, bu anlamda yaralı bir ezgi olduğunu da belirtmek gerekiyor.

[2] Catcher in the Rye ile ilgili bir diğer önemli hikaye de John Lennon'ı öldüren Mark David Chapman'la ilgili. Evinde kitabın bir çok baskısı bulunan Chapman Lennon'ı vuracağı apartman önüne gitmeden önce kitapçıdan bir tane daha alır ve "Bu benim beyanımdır!" diye yazar, Holden Caulfield olarak imzalar. Chapman, mahkeme kararı açıklandığında ise ayağa kalkar ve Holden'ın kardeşine gelecekte ne omak istediğini anlattığı paragrafı okur. Birçok filmde romana çeşitli göndermeler bulunmakla birlikte Mel Gibson'ın Komplo Teorisi filminde ana karakter Jerry Fletcher'in romanla olan ilişkisi Chapman'a göndermede bulunur. Keza Fletcher ne zaman romanı görse kitabı satın alır ama okumaz.

[3] Her iki romanı ne zaman düşünsem, ne zaman Holden ya da Momu'yu ansam François Trauffaut'un Dört Yüz Darbe (Les Quatre Cents Coups) filmi gelir. Sanki film her iki romanı tek bir sahnede birleştirmiş gibidir.

Rüzgar herşeyi alıp götürmeyecek!

The Flying Clup Cup [Beirut]; Trust [Fatima Spar and The Freedom Fries]; Still Grazing [Hugh Masekela]; Zamazu [Roberto Fonseca]; Tanışma Bitti [Hayko Cepkin]; Terra Furiosa [Giovanni Mirabassi]; Hariçten Gazelciler; Into The Wild [Eddie Vedder]; Red Earth - A Malian Jouney [Dee Dee Bridgewater]; Le Fil [Camille]; Fight to Win [Femi Kuti]; Black Earth [Fazıl Say]; Fleet Foxes; Pale Blue Dot [Red Snapper]; Ya Dunya [No Blues]; Désobéissance [Keny Arkana]; New Soul [Yael Naim]; Sarhoş Palavraları ve Nahoş Nidalar [Farazi ve Kayra]

Yalan [Athena]; Baytar [Sagopa Kajmer]; Aman Aman [Duman]; Virgin Mary [Anthnoy and The Johnsons]; Canevimden [SiyaSiyabend]; Yaprak [Gürol Ağırbaş]; Barikat [Bandista]; Pardon Mr Genelkurmay [Sultan Tunç ve Dub Kurtuluş Ordusu]; Pitty Me [Bettina Köster]; Acaba [Ayyuka]; Quartier Latin [Léo Férre]; Start Wearing Purple [Gogol Bordello]; Mykonos [Fleet Foxes]; Pachad [Yael Naim]

8 Kasım 2008 Cumartesi

Hayat sıkıcıdır!*

Hayat genel olarak sıkıcıdır. Yani, oturup istatistiksel bir çalışma yapsaydık, hepimiz dâhil olmak üzere insanların büyük bir çoğunluğunun 'Hayatınız nasıl gidiyor?' sorusuna sıkıcı, sıradan, hep aynı, tekdüze, tekrarın tekrarı, yaşıyoruz işte gibi birbirinden çok da uzak olmayan cevaplar verdiklerini görürdük.
Ama her insanın hayatında, hayatının tek düze akışına gökten düşme gibi giriveren anları, saatleri ve hatta günleri olmuştur ve insan, hayatının tekdüzeliği arttıkça yani günleri birbirinden farksız hale geldikçe hep onlarla yaşamaya başlar. Bir daha geri gelmeyeceğini bildiği, artık bir tür büyü barındırdığını düşünmeye başladığı o pırıltılı anları, her gün ve her gün yeniden ve yeniden düşünerek tüketir hayatının geri kalanını. Müzik yapıyorsa eline müzik aletini ilk alışını düşünür; çalmayı öğrendiği ilk parçayı, çıktığı ilk konseri, konserin biletlerini... Yazıp çiziyorsa, arkadaşlarıyla toplanıp heyecanlı heyecanlı sabahlara kadar tartıştıkları, birbirlerine oradan, buradan, kendilerinden okudukları yazıları çağırır yeniden... İçip içip sabah erkenden, başı, kıçı, bacağı ağrımadan kalktığı günleri, bir şarkıyı ilk keşfedişini, bir zamanlar peşinde köpekler gibi koştuğu sevgiliyi, yazarı, gitaristi... Daha çoğaltılabilir ama gerçek olan şu ki insan belli bir uğraktan sonra anılarla yaşar, bugünüyle ya da hiç gelmeyecekmiş gibi uzak duran geleceğiyle değil; ve yine bilimsel temele dayalı başka bir istatistiksel çalışmayla bu sıradışı, yırtıcı anların, saatlerin, günlerin hayatımızın hangi kesitinde yoğunlaştığını, toplandığını inceleyecek olsaydık bulacağımız sonuçlar hayatımızın ilk yirmi, bilemediniz yirmi beş yılında toplanırdı: sorumluluklarımızın göreli olarak daha az olduğu ve aklımızın eşeğini 'keyfimize göre' yürüttüğümüz zamanlarda. Sonrası hep bir sıradanlık, hep bir yapmacıklık, hep bir idare etmedir.

29 Ekim 2008 Çarşamba

Benim ölülerim

Yarım kalmış bir nefesin gölgesine çekildi hayat. Sanki güneş bir parça daha soğudu. Hâlbuki ne kadar da sıcaktı, daha bir kaç hafta önce. Telaşlı telaşlı atıyor şimdi kalbim, biraz aksak hatta. Tedirgin! Kırgınım ben bu hayata. Umurunda mı bilmiyorum ama kırgınım işte ben bu hayata. Eksik kalan dost hayatlar adına.

Mayakovski geliyor aklıma. Son şiirini yazdıktan sonra çektiği tetiğin izi beliriyor parmağımda. Parmağında barut iziyle yaşamak ne zor! Bugünlerde ne zor, sokaklarda insanlar ellerinde çekilmeye hazır tetiklerle dolanırken bir boyunbağına dolanıp kalmak cadde ortasında!

Oğuz Atay yarım bıraktı ya uğultusunu. Kaç sayfada biterdi ki Türkiye'nin Uğultusu. Kim bilirdi ki? Şimdi dinecek bu uğultu diye telaşlanıyorum. Ne zor, her haberde ülkenin uğultusunu bitirecek bir savaşın ayak seslerini duymak.

Sabah koltuğunda bulmuş sevdiği Joe Strummer'ı. Onca yıl koşup yorulmuşken tam dinlenmeye başladığında. İtfaiyecilerin grevinde "haydi sallayalım kasabayı" diye şarkısını söyleyip evine döndükten sonra usulca kıvrılmış koltuğa ve... Son sözü “İnsanlar olmadan sen hiçbir seysin!” olmuş. Ve sormuşlar Ankaralı Strummer'a, isminin altına ne yazalım diye: Büyük PunkRock Kışkırtıcısı! Ne zor bu günlerde izlemek, insan bildiklerinin kışkırtıcıları taşlamasını.

Sudan hiç çıkmamış Jeff Buckley'in bedeni. Son kez görenler üstünde balık pullarından bir örtü olduğunu söylermiş. Rivayet odur ki köleler memleketi Memphis'te kölelerin ezgilerine hüzünlü sesini veren bu gencecik adamın bedeninin derin sularda yitip gitmesine ırmağın balıklarının ufacık kalpleri izin vermemiş. Taşımışlar ve örtmüşler, günlerin telaşı içinde soğumasın diye. Ne zor şimdi bir bilseniz, kardeşlerin soğuk gecelerde birbirlerinin üzerinden ülkelerinin örtüsünü çektiğini görmek.

31 Ağustos 2008 Pazar

Taşlar yerine oturduğunda


Geçmişe önkoşulsuz övgüler yağdırmak da geçmişi haksız ağır sövgülere boğmak da kolay. Ne de olsa geçmiş dediğimiz düne artık ulaşmak olası değil. Bu nedenle geçmiş, henüz geçmişe karışmamış olan bugünün içinde yeniden kurgulanırken, yeniden hatırlanırken istenilen biçimi alabilir. Dünün mirasını taşıyan bugün, abartılı bir yeniden kurmaya izin vermese de geçmiş didiklenebilir, benzetilebilir, kırpılabilir, çekiştirilebilir. Mirasın izin verdiği kadarıyla...
Geçmişin kaderi gibidir kurgulanmak ve geçmiş kurgulandıkça gelecek kadar belirsizleşebilir. Kurcalandıkça geçmişi anlamak bugünün insanı için zorlu olabilir. Öncelikle bugünden geçmişe bakıldığı için. Diğer yandan geçmişin ne kadar çekiştirildiğini, ne kadar benzetildiğini anlamak da karmaşıktır. Geçmiş bin türlü halde çıkabilir karşısına. Özellikle geçmişin bazı bölümleri daha çok çekiştirilmiştir, daha çok benzetilmiştir. Belki de geçmişin bazı bölümleri çekiştirilmeye, kurgulanmaya daha açıktır; daha esnek bir geçmiştir, bu geçmiş. Nereye çeksen gidecek gibidir. Haşarı bir çocuk olabilir, ama aynı zamanda büyük bir olgunlaşma da olabilir; değişimin başladığı yer de olabilir, her şeyin sıradanlaştığı uğrak da olabilir. Belki de hiçbir şeyin olmadığı, hiçbir şeyin yaşanmadığı, "güneşin altında yeni bir şey yok!" dedirten bir zaman dilimidir.

27 Temmuz 2008 Pazar

Birilerinin başına rock* mı düştü acaba?

Her yaklaşımın üzerini örten genel bir önerme olarak kabul edilmediği sürece ‘müzik, yaşamın içinden çıkar!’ diyebiliriz ki Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın, Charlie Parker anısına yazdığı ‘Arayış’ isimli öyküsü tam buradan çıkmaktadır. Cortazar’ın öyküsünde iç içe geçmiş olayların, son hız yuvarlanan yaşamların, biriken sıkıntıların ortasında yaşantısına katlanmakta zorlanan Johnny, karşılaştığı zorlukları, hissettiği karmaşayı, sıkıntıları saksofonuna üflemektedir. Ama çoğu zaman içine üflediği saksofonu bile yaşamını katlanabilir hale getirmemekte ve Johnny de aletine vurmakta, onu tekmelemekte ve cezalandırırcasına hatırlayamadığı yerlerde bırakmaktadır. Müziğin, yaşamın içinden çıktığını daha doğrudan anlatmak istersek, Chemical Brothers'ın şarkılaştırdığı biçimiyle ‘music: response’ yani ‘müzik tepkidir’ diyebiliriz. Müziği, yaşama karşı, topluma karşı tepki doğurur.



16 Temmuz 2008 Çarşamba

Sponsorlar Eşliğinde Gençliği Özgürleştiren Müzik Bulundu!

soL Dergisi, Eylül 2003, sayı: 202
Çok değil, daha on yıl önce Sabah grubu, haftalık bir rock dergisi (Rock Kazanı) çıkardığında yer yerinden oynamıştı: Paranın peşindeki sermayedarlar, düzen muhalifi rockçıları düzen içine çekmeye başlamıştı. Ancak tartışmalar çok uzun sürmedi ve kısa zamanda, konser afişlerinden albüm kapaklarına kadar her yerde sponsorlar boy göstermeye başladı. Sponsor alınmasının miladını da Bryan Adams, Scorpions, Guns’n Roses, Metallica gibi grupların büyük stadyum konserleri oluşturdu. Daha öncesinde sponsor desteğinin sözü bile yadırganırken bu konserlerden sonra bir çok yerli rock grubu, hayranı oldukları büyük grupların yaptığı gibi, şirket sponsorluğunda konsere çıkmayı ister hale geldi. Örneğin artık, Athena elemanları, düzenlenen festivallerden birisiyle ilgili olarak Coca Cola’yı öpmek istediklerini rahatlıkla belirtebiliyorlar. Daha üç-dört ay önce Irak’a saldıran Amerika’ya ve savaşa karşı şarkı yazan Mor ve Ötesi, savaşın külleri soğumadan, Amerika’yı en çok temsil eden şirketlerden birisinin sponsorluğunda geniş kitlelere uzanıyor. Özgür kız Nil, gitarının tellerine her uzanışını paraya çeviriyor. Zaten sponsorlar maddi destek yanında çok daha önemli bir işe yarıyor: pazarlama ve markalaşma.

25 Haziran 2008 Çarşamba

Herkese göre, bir başka Küba

Son aylarda Küba'yla ilgili haberler daha bir dikkatle dinleniyor. Çünkü değişim çığlıkları atan yayınlar kendilerine malzeme bulmakta zorlanmıyor. Malzeme bolluğunun içinde alt metin olarak, reel sosyalizmi çözen muz ve çikolata gibi Küba sosyalizmini de cep telefonunun çözeceği anlatılıyor. Herkesin aklında belki de aynı soru dolaşıyor: Sosyalizm, son kalesini de mi kaybedecek? Ya da dünyanın gidişatına direnen bu küçük ülke, bu kaçınılmaz gidişata ne zaman teslim olacak? Sorular ve yanıtlar çoğaldıkça herkes kendisine uygun bir Küba bulabiliyor. Ama en çok çözülmekte olan bir Küba kabul görüyor. Haber ajansları bu aralar sıkı çalışıyor! Sonu gelmeyecek bir oyun gibi, her sosyalist kalkışma için bir Stalin yaratılmaya çalışıyor. Ne de olsa Stalin'den, Fidel'den, Chavez'den bir Stalin hayaleti yaratmak, haber ajanslarının soğuk savaş yıllarında ustalaştığı bir yetenek.


Eşitlik ve özgürlük isteyen herkesin hayalini hayatının bir kesitinde sosyalist bir ülkeyi görmek süsler. Umutlarının karşılığını bulacaktır sanki. Ancak beklentiler büyüdükçe küçülür gerçek. Çünkü söz konusu olan her gün yeniden ve yeniden üretilmesi gereken zorlu ve keyifli bir mücadeledir. Yine de beklentiler gerçeği görmede belirleyicidir. Örneğin gittiği her ülke Nazım Hikmet'e yeni şiirler yazdırıken Walter Benjamin Moskova'da aradığının karşılığını bulamamıştır, beklentileri sanki hiçbir zaman bulunmayacak yitik bir ülke gibidir, bir ütopya. Zaten "Moskova buz gibidir ve kaldırımlarda yürümek bile bir ıstırap" vercidir. Sanki Berlin güllük gülistanlık! Biz de en mutlu günümüzü geride bıraktığımız gibi dünyanın öbür ucuna gidip olan biteni yerinde görmeyi tercih ettik. Daha uzun süre kendinden bahsettirecek olan sosyalist Küba'yı, on yıllardır ABD'nin burnunun dibinde direnen Küba'yı 13-29 Mayıs arasında içeriden görmeye çalıştık.

23 Haziran 2008 Pazartesi

Rüzgara Karşı Koşmak: Küba'da Spor

Komünist, 26.08.2005, Sayı: 229

23. Üniversite Oyunları (Universiade) için İzmir’e gelen Küba ekibinden, Ulusal Spor, Beden Eğitimi ve Eğlenme Enstitüsü (Instituto Cubano de Deportes, Educación Física y Recreación - I.N.D.E.R.) Başkanı Osvaldo Vento Montiller ve spor hekimi Dr. Pablo Castillo Diaz’la oyunlar, Küba’da spor ve Latin Amerika üzerine görüştük. Küba oyunlar sırasında, güreşte bir altın ve iki bronz, bayanlar gülle atmada bir bronz, erkekler senkronize 3m tramplenle atlamada bir gümüş, bayanlar tekvandoda bir bronz madalya kazandı.
Montiller: Teşekkür ederiz, gelişmelerden evet biz de sevinçliyiz. Ama henüz süreç devam ediyor ve daha fazla desteğe ihtiyacı var Küba’nın. Ama yol alıyoruz. Oyunlar için her şey güzel olmuş; tesisler, ulaşım, güvenlik, konaklama. Ayrıca çok büyük bir organizasyon, yaklaşık 8000 sporcu katılıyor.

22 Haziran 2008 Pazar

Küba’da psikiyatri hizmetleri

Dünya Psikiyatri Birliği’nin İstanbul’da Temmuz 2006'da düzenlenen Uluslararası Kongresi, dünyanın birçok farklı ülkesinden psikiyatristleri bir araya getirdi. Bu sayede psikiyatristler ülkelerindeki sağlık hizmetleri üzerine görüşmek ve psikiyatri uygulamalarını karşılaştırmak, yeni fikirler öğrenmek şansını da elde ettiler. 

Günümüz dünyasında en ilginç ülkelerden birisi de hiç şüphesiz Küba Sosyalist Cumhuriyeti. Dünyanın neredeyse tamamının siyasal ve ekonomik uygulamalar açısından başka bir yöne gittiği bir dönemde Küba farklı uygulamaları ve bu uygulamalardaki toplumsal ısrarıyla dikkat çekiyor. Hem de ada ülkesi olmanın ve yıllardır büyük ekonomik güçler tarafından aşırı katı bir ekonomik, siyasal ambargo altında olmanın dezavantajlarına rağmen. Bu nedenle dünya genelinde psikiyatri hizmetlerinin daha fazla ilaç tedavisine dayandığı, ilaç tedavisi maliyetinin giderek arttığı bir dönemde ambargo altındaki Küba’nın psikiyatri hizmetlerimi kongre katılımcılarından çocuk ve ergen psikiyatristi Dr. Tania Adriana Peon Valdés ile görüştük.

*

Sayın Dr. Valdés, Küba’daki psikiyatri hizmetleri hakkında bilgi verebilir misiniz?
Ülkemizdeki psikiyatri hizmetlerini anlayabilmek için genel sağlık hizmetlerinden bahsetmem gerekiyor; çünkü psikiyatri hizmetleri sağlık hizmetleri örgütlenmesinin bir parçası. Psikiyatri hizmetleri de varolan güçlü, basamaklı ve ücretsiz kamu sağlık örgütlenmesine paralel olarak yapılanmış durumda. Birinci basamak sağlık hizmetlerinde toplumun tamamının kapsayan aile hekimliği uygulaması bulunmaktadır. Her hekim 150 kişinin bireysel ve toplumsal sağlığından, sağlık ve beden kültürü eğitiminden ve o bölgenin çevre sağlığından sorumludur; aile hekimlerimiz hizmet verdikleri toplumla tıpkı bir aile üyesi gibi iç içedirler. İlk olarak hastalara ve sağlıklı insanlara yönelik hizmetlerin sorunluluğu bu hekimlerdedir.

Ama aile hekimleri yine bir birinci basamak örgütlenmesi olan Akıl Sağlığı Toplum Merkezi ile birlikte hizmet verirler. Bir bölgedeki 8-10 aile hekimi grubu, o bölgedeki bir merkeze bağlıdır ve her bir merkezde bir psikiyatri uzmanı bulunur. Böylece toplum içinde tüm hastalara ve sağlıklı insanlara yönelik geliştirici, gözlem, koruyucu, erken tanı koyan, tedavi edici ve rehabilitasyon hizmetleri sağlanmış olur. Tüm bu hizmetlerden herkes ücretsiz olarak yararlanabilir.


16 Mart 2008 Pazar

Tüm bunlara öfke duyan herkes!

(SanatCephesi, Şubat 2008, sayı: 23)
İşin püf noktası muhalif görünebilmekte ve muhalif olarak gösterebilmekte! Sonuçta ışıltılı vitrinler çağında yaşıyoruz. Vitrinde kölelik de sergilense ışıltılı olduğu sürece özgürlük etkisini oluşturması mümkün olabiliyor. Daha güzeli, muhalif olmak iş yapıyor, satabiliyor! Hem çürümenin ortasında duracaksınız, yeri geldiğinde ırkçılık, savaş çığırtkanlığı yapacaksınız, yeri geldiğinde vergi kaçırmak için derme çatma okul binaları dikeceksiniz ve kendinden pahalı törenlerle açacaksınız, yeri geldiğinde topluma ait tesisleri gaspedeceksiniz ve hem de muhalif görünebileceksiniz. Birden çok ata oynayacaksınız! Bir gazetenizle ortalamaya sesleneceksiniz, bir gazetenizle radikallik yanılsamasını doyuracaksınız ve bir gazetenizle de her olaya yansız, eşit mesafede duran sağduyuyu temsil edeceksiniz. Cinnet hali gibi! Ama vitrin hali ve her şeye yer var orada! Önemli olan da zaten, ipleri gerer gibi görünüp o iplerle mümkün olduğunca çok başın tepesine çorap örebilmek! Büyük marifet, bu çok meziyetli medeniyet tablosunu yaşatabilmek! Bu nedenle herkese ve her şeye yer olmalı bir vitrinde; en geniş işkembeli vitrin en gelişkin vitrin olabiliyor ne de olsa! Belki de vitrin hali çöplük halinden başka bir şey değildir. Yanılsama bu; yanılmadan ne yapar insanoğlu/kızı?

14 Şubat 2008 Perşembe

Gönülçelen etkisi

Çok etkilendiğim bir öykü olmuştu. Bir zamanlar. Notos Öykü'nün yedinci sayısında. Salinger'ın gönülçelen öykülerine benzetmiştim. Hani öyküyü bitirir ve son cümlede kendisi aslında çok da belli etmeden sizi etkileyen bir sonla karşılaşırsınız ya. Şatafat yoktur, gürültü de. Sadece küçük bir nokta. Hepsi bu. Ama içinizde derin bir çukur açar. İçine içine bağıran. İşte öyle bir öyküydü Özgen Ergin'in öyküsü. Tam da Galatalı Angelos kitabının arkasına yazıldığı gibi: "... Hani okuduktan sonra arkanıza yaslanır, derin bir nefes alır, yüzünüzün gevşediğini ve iki dudağınızın birbirinden ayrılarak şaşkın bir tebessüme dönüştüğünü, bir sonraki öyküye başlama düşüncesi ile yüreğinizin damarlarınızdaki basıncı artırdığını hissedersiniz ya; işte Özgen Ergin'in öyküleri, insanı okumanın lezzetine mıhlıyor..." [Max Jones]. Tam da böyle.

Bir daha başka yerde de rastlamadım Özgen Ergin'in öykülerine. Alaçatı'da yaşadığını ve resimler yaptığını biliyorum. O Kadar. Ama şuradan hakkında bilgi sahibi olunabilir.

27 Ocak 2008 Pazar

Radiohead herkese soruyor: Müziğimizi nasıl istersiniz? Beleş, bedava, ücretsiz?


(SanatCephesi, Ocak 2008, Sayı: 22)

Müzik şirketleri, müziğin pek bilmişleri paniklemekte haklı! Ne de olsa geniş bir dinleyici kitlesine sahip bir müzik grubu, tarihte ilk kez albümünün tamamını kendisi yayımlamayı, dağıtmayı tercih etti. İlk kez “milyonlar satan” bir müzik, dinleyicilerine, dinlemek isteyenlere “gönüllerinden kopan bir eder” karşılığında ulaştı. Çünkü 15 yılı aşan müzik geçmişine sahip ve yayınladığı yedi albüm ile müzik şirketlerine, dağıtıcılara şimdiye kadar milyonlarca dolar kazandıran Radiohead “Buraya kadar!” dedi. Grup, yedinci albümlerini kendi internet sitesi üzerinden dinleyicilerine sundu. Radiohead, albüm için fiyat biçmeyip “Gönlünüzden ne koparsa!” deyince de kararın yankısı büyük oldu. Dinleyiciler, eleştirmenler, müzik şirketleri, otoriteler (?) vb. tartışıp durdu ama grup daha önce açıkladığı gibi Gökkuşakları İçinde (In Rainbows) isimli albümünü kendi internet sitesinden 10 Ekim’den itibaren mp3 biçiminde, tüm dijital cihazlarda çalınabileceği belirtilerek beğeniye sundu. Hem de en az 0 pound en fazla da 100 pound fiyata olmak üzere. Sonrasında dinmeyen tartışmalar ise kimileri için kuru gürültü ve kimileri için ise dibe çöken bir tortudan ibaret kaldı.

Tüm sesleri, dünyanın ya da koca bir yıl bir kenara çiziktirilenler


Arkhangelsk [Erik Truffaz]; The Very Best of Ethiopiques; Comicopera [Robert Wyatt]; White Chalk [PJ Harvey]; A Time for Everything [Yaron Herman Trio]; Back to Black [Amy Winehouse]; Refuge [Gilad Atzmon and The Oritnet House Ensemble]; Being There [Tord Gustavsen Trio]; New Blues [Third World Love]; Young Bones [Malia]; Metheny Mehldau Quartet; Fascinoma [Jon Hassell]; The Future is Unwritten-Joe Strummer [Belgesel Müziği]; Paris, Texas [Ry Cooder, Film Müziği]; Oldboy [Yeong-wook Jo, Film Müziği]; Twelve [Patti Smith]; In Rainbows [Radiohead]; Infinite Face [Norrda]


Aklıma takılan türküler
Hain't it funny [K. D. Lang]; Summerwine [Nancy Sinatra ve Lee Hazlewood, Bono ve The Corrs, Ville Valo ve Natalia Avelon]; Somewhere over the rainbow [Israel Kamakawiwo'ole]; Hurt [Johnny Cash]; I'm not getting enough [Yoko Ono]; Kara Araba [DandadaDan]; Whatelse is here [Royksopp]; Mi niña Lola [Buika]; Smells like teen spirit [Patti Smith]

1 Ocak 2008 Salı

Charlie Haden: İnsanlığın Değerlerini Yok Etmeye Çalışıyorlar!

Charlie Haden, caz müziğinde akustik bası eşlikçi bir müzik aleti olmaktan çıkarıp özgür doğaçla buluşturan müzisyenlerden birisiydi (Ne yazık ki dün, yani 11 Temmuz'da hayata veda etti). Kollektif ekibi Liberation Music Orchesrtra ile yaptığı albümlerde ise Pete Seeger’ın ‘We Shall Overcome’ (Biz Kazanacağız) şarkısından dünya devrimci hareketine Şili’nin en güzel armağanlarından birisi olan 'El Pueblo Unido Jamas Sera Vencido' (Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Kuvvet Yenemez) marşına kadar bir çok devrimci halk şarkısına kendi müzikal güzelliğini kattı. Haden, geçtiğimiz hafta (Kasım 2003) caz festivali kapsamında Ankara’daydı. Kübalı piyanist Gonzalo Rubalcaba, tenor saksofoncu Ernie Watts, vurmalılarda Ignacio Berroa ve kemanda Federico Britos Ruiz’le birlikte iki konser veren Haden ayrıca yaşama, doğaçlamaya ve müziğe dair bir atölye programı da düzenledi. Daha önce soL sayfalarına bir çok kez konuk olan Haden’la atölye sonrasında görüş(müş)tük.