31 Aralık 2016 Cumartesi

T'yi beklerken

Ne yıldı ama!

Hâlbuki bir meydan okumayla başlamıştı yeni yıl. Kış güneşi belli belirsiz vururken mutfak tezgâhına Kaan Tangöze’yle birlikte yıkamıştı maydanozları akşamüstleri. Ve maydanoz yaprakları arasına saklanmış şarkılar vardı, Gölge Etme'nin içinde. “Senin de bir çocuğun varsa bende tam iki tane var” diyen. Ve icabında mahpus yatmayı da göze alan.

Sanki ölüm kalım yılıydı o yıl. Çok ölüm, çok vedalaşma vardı. Bir kaybın, bir ayrılığın, bir vedanın ardından nasıl hayatta kalınır diye sık sık sormuştu kendi kendine. Genellikle yazmayı tercih ederdi böyle zamanlarda. Yoksa nasıl geçerdi ki zaman!

Kendini harflerle onaranların yanı sıra bir de sevdiklerinin ardından şarkılar yazanlar, kendilerini şarkılarla onaranlar vardı. Mesela o yıl Avishai Cohen’in babası için yazdığı şarkıları çok dinlemişti. Yasını Sessizliğin İçine üflüyordu Cohen. Pek bir yakın gelmişti trompetindeki keder ve hasret.

Bir de Nick Cave, oğlunun ardından şarkılar yazmıştı o yıl. Ne talihsizlik! Ne talihsizlik! Körpe bir oğul… Nasıl kaybedilebilirdi ki! Nasıl katlanılırdı o kayba?

Garip! Önceden böyle şeyler düşünmezdi; ve hatta itiraf etmeliydi ki geleceğin uzak ve varılmazmış gibi göründüğü o genç günlerde, bu tür kayıpların ardından insanları, onların keder dolu hallerini anlayamazdı. Bir tuhaf bulurdu kaybın ardından çekilen acıyı. Şimdi ise… “Ah Mürekkep Kral!” dedi içinden. Nasıl da karalar bağlamıştı şarkılarını söylerken.

18 Aralık 2016 Pazar

Açık, net ve kendinden emin şeyler

Haftalardır yazamıyorum. Daha doğrusu yazmak ikiyüzlüce geliyor. Teorik ahkâm kesmeler, kesmeye kalkışmalar ne de boş görünüyor gözüme! Kınıyorum kendimi. Başka şeyler yapmalıyım gibi geliyor. Açık, net ve kendinden emin şeyler.

Haftalardır bir öykü dolanıyor aklımda. Yazdım, hemen hemen bitirdim de. Adı "Bizi Öldürmeye Geldiklerinde" oldu öykünün. Lirik bir anlatı. Acı dolu. soL'a yazmayı düşündüm haftalarca bu öyküyü. Ama durdum. Onca acının ortasında acıyı bir şekilde lirik biçimde yazmak ikiyüzlüce geldi.

Bir taraftan da haftalardır Birhan Keskin'in Elisabeth Kübler-Ross'a seslendiği şiir* dönüyor kafamda.

Sağda solda ‘travma ile başetme kılavuzları, önerileri’ görüyorum. İşe yarıyorlar mı diye şaşıyorum! Bu olup bitenlerle nasıl baş edilir ki? Kılavuzlarla olur mu?

Meslekten insanlar katılmayacak belki ama psikiyatri sadece hayatla baş etme ya da kişisel gelişim guruluğuna dönmek üzere. Belki de döndü de ben farkında değilim! Hâlbuki daha köklü dertleri olmalı psikiyatrinin ya da başka herhangi bir uğraşının. Aradığımız, ihtiyacımız yara bandı, sargı olmamalı! Yoksa… Olmalı mı?

Bilemiyorum. Belki de ben yanılıyorumdur. Profesyonellik, meslek, eğitim son kertede her zaman amatör, zamansız ve alaylı arayışları yutar geçer. Benimki de belki öylesine bir şövalye ruhu. Çoktan geride kaldı…

Yine de haftalardır Birhan Keskin'in Elisabeth Kübler-Ross'u terslediği şiir dönüyor kafamda.