23 Aralık 2019 Pazartesi

Rengarenk


Sabah geçti önümden. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda. Gökkuşağını dolamış şemsiyesine yürüyordu. Neredeyse iki büklüm. Ne aheste ne de acele.

Tüm caddeyi rengarenk yürüyecek ve belki bir ekmek alacaktı. Belki de başka bir şey. Kim bilir? Belki de geçip giden ömrüne el sallayacaktı.

22 Aralık 2019 Pazar

Sey Uşen


İçinde bir tutam delilik olmayan hayat, eksik bir hayattır.” demiş Paulo Coelho. Çok bilmem, okumam kendisini ama tam yola çıkarken denk geldi bu sözü. Bir başlangıç notu gibi. Ben de aldım yanıma ve düştüm Dersim yollarına.

Şimdi Dersim’deyim. Bilim ve Aydınlanma Akademisi, Tunceli Belediyesi’yle birlikte bir süredir çeşitli etkinlikler düzenliyor burada. Biz de iki psikiyatrist, BAA’nın Nisan ayında yayınladığı “Türkiye’de Uyuşturucu Sorunu” raporunu tartışmak için geldik bu kadim topraklara. Kendi adıma sisler içindeki doğasını, güneşin altında parıldayan Munzur’u ve sıcacık insanlarını çok sevdiğimi söylemeliyim.

Dersim denince herkesin aklına başka birçok şey gelebilir ama buraya gelirken benim aklıma üç Dersimli geliyordu: İki kardeş ve bir seyit.

Kardeşleri siz de biliyorsunuzdur, Metin ve Kemal Kahraman. Birden çok albümlerini severim ama 1995’te yayınladıkları “Renklerde Yaşamak” albümlerinin ayrı bir yeri vardır bende. Tüm albüm, o 11 şarkı, uzun yıllar günlerime ve o yıllarda günlerini solda yaşayan herkese eşlik etmiştir. Gazi, Susurluk, 96 1 Mayıs’ı, Habitat, Fidel ve SİP…

90’ların ortasında ülke, dünya değişirken sol da değişiyordu. Bu albüm benim için tüm bu değişimin arka fonu gibidir; ülkeye ve sosyalizm sonrası dünyaya tutunma şarkılarıdır. Öfkelendirir, kahırlandırır ama bir yandan da mücadele etme isteği verir. Kürt hareketinin içinden de düzene öyle kolay teslim olmayacak bir damarın akıp gideceğinin hatırlatıcısı gibidir. Şarkılarını, mesela Düzgın Bava’yı dinlerken hâlâ tüylerim diken diken olur. Albüm, öncesinde yayınlanan “Deniz Koydum Adını” ile 90’ların ortasında farklı bir sesti.

Ama Dersim’e daha önce hiç gelmemiştim. Şarkılarını, tarihini ve delilerini bilsem de, duymuş olsam da, dinlemiş olsam da. Etkinlik deli divanelerine, özellikle de birine uğramamı da sağladı.

20 Aralık 2019 Cuma

Bir penceredir hayat


Bir penceredir hayat.

Geçmişe ve geleceğe baktığın,
dağlara ve gökyüzüne baktığın,
doğumlara ve ölümlere baktığın.

15 Aralık 2019 Pazar

Yayın şart mı?


Hangi yayın derseniz akademik yayından bahsediyorum. Biliyorsunuz, hafta içinde “akademik yayın” konusu rektörler özelinde hızlıca tartışıldı, yuhalandı ve sonra da çok üzerinde durulmadan geçti, gitti. Konu derken tabii ki rektörlerin yayın yapması (ya da yapmaması) ve bir de üstüne rektörlerin yaptıkları yayınların atıf alması (ya da almaması) meselesini kastediyorum.

Rektörlerin “bilimsel” yayınları, PISA sonuçlarının tartışıldığı “Teke Tek Bilim” programında gündeme gelmiş. 8 Aralık’ta. Türkiye’de eğitimin “kalitesinin” düşüp düşmediği tartışılırken “bilimsel bilginin” en başındakilerle ilgili bazı “çarpıcı” rakamlar açıklanmış. Çarpıcı rakamları Akdeniz Üniversitesi’nden Prof. Dr. Engin Karadağ dile getirmiş ama sosyal medyada bolca paylaşılan kareden anlıyoruz ki profesör bu bilgiyi “ÜniAr direktörü” unvanını da kullanarak açıklamış. “ÜniAr” ise “Üniversite Araştırmaları Laboratuarı” isimli ve “kimseden finansal destek almadığını” daha ilk baştan belirtme gereği duyan bir kuruluş(muş). “Çarpıcı” verileriyle biliniyor(muş). İşte üniversite memnuniyeti, sıralaması gibi.

Üniversite rektörlerinin yayınlarıyla ilgili veriler daha program bitmeden oldukça ses getirdi. Ve hızlıca önce sosyal medyada paylaşıldı, sonra da basına yansıdı. Bu verilere göre üniversitelerde rektör olarak görev yapan akademisyenlerden (ki sanırım tamamı “profesör” unvanı taşıyor) 68’inin uluslararası dizinlere (“Web of Science” [Bilim Ağı] gibi bilimsel taramalar) giren yayın sayı “0” yani yazıyla “sıfır”. Evet! Oldukça çarpıcı.

Bu sayı, bu tür dizinlere girmeyen yayınlarını kapsamıyor. Yani rektörler başka dizinlerde “uluslararası” yayın yapmış olabilirler. Ya da sadece yerli dizinlere giren yayınlar yapmış olabilirler. Burada bir de kısa bir hatırlatma yapmak gerekiyor: “Yayın” olarak genellikle “bilimsel makale” kastediliyor ve bu makale araştırma sonuçlarının yayınlandığı bir yayın olmak zorunda değil. Yani mektup, olgu sunumu, gözden geçirme, derleme de olabilir. Kitaplar, kitap bölümleri, raporlar, bültenler ise “yayın” olarak pek sayılmıyor.

8 Aralık 2019 Pazar

O bakış...


Hangi kadın bilmez o bakışı!” demiş birçok kişi. Ceren Özdemir’in evine dönerken sokak kameralarına takılan bakışını işaret ederek. Arkaya, geriye tereddütle dönen bir baş ve endişe dolu bakışlar. O kayıtta çok da net göremiyoruz belki ama çok da belli: orada, o bakışta “Arkamdan mı geliyor, beni mi takip ediyor?” diyen bir an var. Çok tanıdık, çok bildik. Hemen her kadının (ve daha az da olsa birçok erkeğin) hayatındaki “sıradan” bir an, bir kare.

Gerçi birçok ülke, birçok toplum bu halde. Hindistan’dan Arjantin’e, İsveç’ten Malezya’ya birçok ülkede o bakışı gerektirecek olaylar yaşanıyor; neredeyse kesintisiz. Ve bu olaylar, saldırılar, iyi biliyoruz, kadınları, çocukları, yaşlıları ve sokak hayvanlarını hedef alıyor. Ama bu ülke, bizim kendi toplumumuz insanlarını, çocuklarını, kadınlarını, bin yıllık göllerini koruyamayan, onları güven içinde yaşatamayan bir ülke. Bir süredir.

Bir süreklilik var. Olaylar arasında. Gölü kurutan cüret, o gün, o akşam Ceren’in de peşine düştü. Öyle çok uzak değiller birbirine. Define için doğayı talan edebileceğini düşünmek ve bilemediğimiz duygular için bir başka bedeni, hayatı talan edebileceğini düşünmek. İkisinde de gerekli olan zihniyetin bir adım öncesi, temel toplumsal, insani kuralları, işleyişi askıya almaktır. Sonrası, sanki çok da kolaydır.

İnsan bu tür olaylardan sonra dönüp kendi hayatına, kendi çevresine bakıyor. Kendi hayatı da talan edilmiş gibi oluyor. Ya da kendi hayatının da talan edilebilmesinin sadece “pamuk ipliğine bağlı” olduğunu anlıyor.

Bu tür olaylardan sonra insanın temel güven duygusu sarsılıyor.

3 Aralık 2019 Salı

Psikiyatride prodromu aramak*


Belki daha en baştan yanılıyoruz. Yani psikiyatride prodromu arayarak. Çünkü, her ne kadar bir kavram olarak tüm genel tıbba mal olmuş olsa da bir olgu olarak prodrom enfeksiyon hastalıklarına ait. Enfeksiyon hastalıklarında prodromal bulguların en meşhuru da Koplik Noktaları. Kızamık ortaya çıkmadan bir süre önce ağıziçi mukozada beliren bir tür öncül reaksiyon. Sonrasını haber veren bir haberci. Ve mutlaka öngörücü.

Psikiyatride bu kesinlikte bir öngörücü işaret aramalı mıyız? Koplik Noktaları’nın taşıdığı kesinlikte ve öngörücülükte olur mu bilemiyorum ama kesinlikle aramalıyız. Birkaç sebeple…

Birincisi, psikiyatrik sorunlar başına geldikleri kişinin, sevdiklerinin hayatında önemli bir yer teşkil ediyor. Birçok alanı etkiliyor; sadece “sağlıklılık” halini değil. Bu nedenle öngörücü her işaretin sonrası için büyük kıymeti var. Diyebiliriz ki, her şey bir yana, psikiyatride prodroma mutlaka ihtiyacımız var. Hastalarımız, sevdiklerimiz ve mesleğimiz için.

İkincisi, tüm psikiyatrik sorunların gelişimsel bir zeminde ortaya çıktığını biliyoruz. Yani bir yerlerde bir şeyler “ters” gidiyor olabilir. Evet, bu “ters” çok tartışmalı bir kavram. Belki de moleküler, dokusal olarak beyinde “ters” olan hiçbir şey yok. Bilmiyoruz. Daha doğrusu öyle olduğuna, yani beyinde, sinir hücrelerinde moleküler düzeyde bir şeylerin “ters” olduğuna dair bazı “güçlü” işaretler var elimizde. Ama o işaretler de sonrasını öngörmemizi sağlamıyor. Şimdilik. Öngörücü olan her şey bu gelişimsel zeminde değişikliklerin, müdahalelerin önünü açabilir.

Üçüncüsü, bazı psikiyatrik sorunlarda erken müdahalenin daha olumlu sonuçları olduğunu biliyoruz. Örneğin şizofrenide “tedavisiz geçen psikoz süresi” ile prognoz arasında ilişki olduğunu iyi biliyoruz. Ya da demansta erken müdahalenin süreci yavaşlattığını da iyi biliyoruz. Evet, erken müdahalenin bizzat kendisi bile tartışmalı ama prodrom anlayışımızdaki her gelişme hastalık gidişatını değiştirecek. Bu nedenle de prodrom erken müdahale için de önemli.

1 Aralık 2019 Pazar

Biçarenin ölümü


Sanırım bir şarkıda geçiyordu: “Binlerce insanı öldürürsen fatih, birkaç kişiyi öldürürsen katil olursun” diye.* Hakikaten savaşların böyle her şeyi düzleyici bir yanı var. Sayılar, yasalar, toplumsal kurallar ve uzlaşılar hükmünü kaybediveriyor. Bir tür kısa devre gibi oluyor savaşlar. Her şey mubah oluyor.

Ama bu kısa devre hali bir tek savaşlarla sürmüyor. Daha doğrusu savaş hali savaş yokken de devam ediyor: Savaş oldukları ancak farklı bakınca anlaşılabilen örtük savaşlarla. Kimse bu örtük savaşları savaştan saymıyor. Koca bir sınıfsal özgürlük bu. Mesela istatistik olarak çıkıyor karşımıza. Diyebiliriz ki istatistik bu örtük savaşların bilimidir.

Ve öyle örtük savaşlar var ki başka savaşlarda ölmediği kadar çok insan hayatını kaybediyor. Hem de her şeyin bir savaşta olup bittiğinin bile farkına varmadan. 

Ne garip!

Geçtiğimiz günlerde önemli bir araştırmanın sonuçları yayınlandı. Öyle çok sessiz sedasız değil. Tartışıldı, istatistiksel olarak ele alındı. Araştırma, Amerika Birleşik Devletleri’nde 1959’dan günümüze kadar ortalama yaşam süresindeki değişimi inceliyordu. Sonuçlar ise örtük bir savaşın izdüşümüydü. Vahimdi.

Önce bir giriş: İnsanın ortalama yaşam süresi “tarih” boyunca hep arttı. Öyle boşlukta, saksıda değil. Maddi hayatın üretimi içinde. Sınıflı toplumlarla birlikte. Yani, sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçiş de bir zamanlar bir “ilerleme” sağladı. Ortalama ömür, doğa karşısındaki zorluklara ve üretici güçlerdeki (şimdi sahip olduğumuz –ya da sahip olamadığımız- her şey: teknoloji, genel biyoloji ve beden/sağlık bilgisi vs.) yetersizliğe rağmen bin yıllar boyunca yavaş yavaş arttı. Evet, bu artış uzun yıllar aldı ve günümüze göre çok ama çok yavaştı. Ama arttı. Yakın zamanda ise çok hızlı arttı.