28 Mart 2016 Pazartesi

Gerisi Hep Rivayet

Maydanoz yapraklarına saklanan şarkılar, daha tomurcukken koparılan güller, bir mail grubu muharebesinde buluşanlar, güneşi tutuşturmaya kalkışanlar, bisikletine teneke bağlayanlar, sidikler içinde uyanılan daracık odalar ve fen lisesi koridorlarından psikiyatri kliniğine uzanan çeşitli rivayetler.

Gerisi Hep Rivayet, şehrin sokaklarında gezintilere çıkarıyor. Geçilen sokakların ya da mekanların hikayeleri, bir kaybın ardından gelen sessizliği, ıssızlığı ve acıyı hatırlatıyor. Kapalı, gri ve puslu, muhtemel ki yağmurlu bir havada güneşi arıyor bu öyküler. Yuri Gagarin, Nick Cave, Edward Popper ile şarkılar (örneğin 1967 tarihli Summer Wine) da eşlik ediyor bu gezintilere. 

Ve psikiyatrinin izleri de düşmüş yer yer. Kendi kendine gülen doktorlar, absurd rüyalar, aklı karışanlar, dili dolananlar, dağılmanın eşiğinde gezinenler yer alıyor öykü kahramanları arasında. 

Rastlantı dediğin, bomboş sokaklarında bir şehrin, iki bisikletin çarpışması değil mi?” diye soruyor öykülerden bir tanesi. Bir diğeri ise hiç görmediği babasının fotoğrafıyla kavga ederken cenazesinde buluyor kendisini. Öyküler Ankara'dan, karların arasından geçiyor ve İzmir'de Haziran sıcağında dünyanın güneşe doğru yörüngesinden çıkmış olabileceğinden şüpheleniyor. 

Gerisi Hep Rivayet | Yazılama Yayınevi | Mart 2016

19 Mart 2016 Cumartesi

Kusura bakma Mart ayı ama

Kusura bakma Mart ayı ama ben seni bir türlü sevemedim.

Ha, diyeceksin ki sorun bende. Belki de haklısın. Bir heves var içimde, bir beklenti. Sana dair…

Mesela Aralık, Ocak öyle değil. Onlar da soğuk. Ama onlardan, soğuk olmalarını beklemek dışında bir isteğim, bir beklentim yok. Onları öyle sevmişim, gitmiş.

Haklısın, çıtır çıtır yanan bir odun ateşi gibi Şubat. Az kaldı dedirteninden, dayanılanından. Hatta başında tatlı muhabbetlere dalınanından…

Ama sen öyle misin?

Sen beyhude bir bekleyişsin.

Sen tiril tiril gömleklerle dışarı çıkıp titreye titreye içeri girmelerimizsin.

Sen kalabalık masalardaki yalnızlık, kuşatılmış sokaklardaki çaresizliksin.

Ve belki de sadece kediler için hatırlanmaya değersin.


12 Mart 2016 Cumartesi

Sanki


Bazen ciddi ciddi şüpheye düşüyorum. Hani işler kötüye gitmiyor da biz mi abartıyoruz diye? Mesela diyorum kendime kendime, yoksulluk eski yoksulluk değil. Hatta çok değil, şurada bir kaç on yıl öncesiyle kıyaslarsak bile, bolluk içinde olduğumuz aşikar. Ayan beyan, daha bir rahat içindeyiz.

Yine de şüpheleniyorum işte. İllet bir hastalığa yakalanmış gibi.

Soruyorum, kendi kendime. Şiddet aslında artmadı da görünür hale mi geldi ki diye! Sanal ortam, kameralar, dijital kayıt ve seri erişim kolaylığı falan sayesinde...

Yani,” diyorum, “eskiden de kocaman adamlar çocukları alıp yere çalıyordur, çarpıyordur da biz görmüyormuşuzdur. Ne olacak ki?

Ne yani, emanet çocuğun kafasını kesip elinde dolaşan anne, hani kadın denince akla ilk gelen anne, hiç olmamış mıdır ki diyorum, geçmişte. Başkasının acıları için başkasını acıtan, kanatan, kurutan hiç mi olmamıştır şu dünyada? “Ne var ki!” diyorum

Hani Haçlıların falan yanında… Ne ki!

Hatta diyorum ki eskiden de, bildiğiniz nezih, şehirli, etekleri edep ve haya ile uçuşan kadınlar ölümün eşiğindeki insanlara “Atla!” diye tezahüratta bulunuyormuştur da biz duymuyormuşuzdur. Kesin!

Evet, evet!” diyorum, kendi kendime. Eskiden de topraktan, bodrumdan çocuk kemikleri çıkıyormuştur. Ne olacak ki? Kemik dediğin her yerde değil midir ki? O zamanlar da kemik yok muydu ki!