31 Ekim 2019 Perşembe

Lacan okumaya nereden başlayalım?


Ben de bilemiyorum. Daha doğrusu "iyi" bilmiyorum. Ama arkadaşlardan, tanıdıklardan, ara sıra "Psikanalizle ilgili ne okuyayım?" ya da "Lacan'a nereden başlayayım?" gibi sorular geliyor. Ben de bildiğim ya da daha doğrusu, içime sindiği haliyle neler okunabileceğini ayaküstü anlatıyorum. Tabii ki öneriler ayaküstü olunca bir çok ayrıntıyı atlıyorum ve söylediklerim de eksik oluyor.

İşte bu yazıyı bir tür "içime sinen bir rehber" olarak hazırladığımı söyleyebilirim. Bu keyfi rehberin başka bir iddiası olmadığını da... Burada önerilenlerin eksiği çoktur ama (sanırım, umarım) yanlışı da yoktur.

Ve esas soruya yeniden gelirsek: Lacan okumaya nereden başlayalım?

Lacan'ın kendisinden başlayın derim: Nerede doğmuş, nasıl bir hayat yaşamış, solak mıymış, neyi severmiş, neleri sevmezmiş, nerede seminer vermiş, nasıl vermiş, nasıl kaza yapmış, derneğini nasıl kapatmış, derneğini kapattığı toplantıda arka sıralarda kimler oturuyormuş, damadı kimmiş, nerede ölmüş vs. vs. İşte Lacan okumaya tüm bunları öğrenerek başlayın derim. Çünkü...

Çünkü, önce "sıradan" Lacan ile tanışmak daha iyi oluyormuş gibi geliyor bana. Çünkü, Lacan bir tür "yarı-tanrı" ilan edildi. Ya da biz öyle bir yere (işte anlaşılmaz, karmaşık, gizemli, deli vs. vs.) koyduk. Ne yazık ki! Bu kutsallık nedeniyle önce Lacan'ı biraz insanileştirmek iyi olur gibi geliyor bana. Lacan okumak için önce onu sıradanlaştırın!

20 Ekim 2019 Pazar

Trump’ın jileti, antisosyalin mektubu


Geçtiğimiz hafta içinde yaşanan ve birbiriyle yakından uzaktan alakası olmayan iki olay kişilikle, akıl sağlığıyla açıklanmaya çalışıldı: Trump’ın mektubu ve İzmir’de genç bir hekime yönelik jiletli saldırı. İkisinde de toplumsal/insani ve diplomatik sınırları delip geçen bir tanımazlık ve hatta antisosyallik hemen göze çarpıyordu. Daha önce benzer olaylar, durumlar pek yaşanmamış olunca da kişilikler ve etrafındaki tartışmalar kolayca öne çıktı.

Özellikle “mektup" olayında bir çok kişi daha ilk andan itibaren ABD başkanı Trump’ın kişiliğini, akıl sağlığını konuşmaya başladı. “Yaşanan bir arızaydı, diplomatik teamüller aşılmıştı, böyle bir çiğlik ve toyluk daha önce hiç görülmemişti, adam resmen sıyırmıştı” gibi gibi. Bu feryat figan bir tek Türkiye’den yükselmedi. Özellikle Çarşamba akşamı Amerikan kongresinde Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında yapılan toplantıdan sonra Batı’dan da benzer sesler yükselmeye başladı. Hatta önce oradan geldi: “Böylesi satırları ancak aklı başında olmayan birisi yazar” diye duyurdular tüm dünyaya şu meşhur mektubu. Trump’ın hâli hâl değildi! Demokrat kongre üyeleri küçük dillerini yutarak ayrıldılar, Suriye üzerine yapılan o toplantıdan.

Doğrudur, olan bitenlerin kişiliklerle ilgili bir yanı var. Bunu görmemek mümkün değil! Ama kişilik öyle bir şey ki belli bir açıdan bakarsanız tüm hayatın aslında kişilikler üzerine kurulu olduğunu düşünebilirsiniz. Kişilik her insanın kendi, özgün rengidir; her ilişkiye yön verir, şekil verir, biçim verir. Örneğin bir insan kişiliğinin sınırları ölçüsünde “arkadaşlık, dostluk ya da saldırganlık" yapabilir. O sınırlar ölçüsünde ilişkiler kurabilir. Tabii ki bu sınırlar siyasi "liderlik" için de geçerli. Kişinin yaptığı liderlik, arkadaşlık, yol göstericilik ya da öfke dışa vurumu ister istemez kişiliğinin rengini taşır.

Ama kişiliğin de bir sınırı var. Günümüzde egemen siyaset "güçlü" figürlerin etrafına daralmış olsa da koca bir ekonominin döndürülmesinden bahsediyoruz. Her sabah yeniden tıkır tıkır işlemeye başlayan dişlilerden bahsediyoruz. Kişilik bu dişlilerden sadece birisi olabilir, hepsi değil. Yani siyaset tek bir figüre, isme daralmış olsa da arkasında koca bir düzenek var. Çoğu zaman o koca düzenek bastırıyor zaten, "ilerle, atıl, saldır, yırt, parçala" diye. Çok az örnekte ise kişiliğin sesini, rengini duyuyoruz olup bitenin içinde. 

19 Ekim 2019 Cumartesi

Çocukluk Şarkısı | Peter Handke


Çocuk daha henüz çocukken kollarını sallayarak yürürdü.
Derenin ırmak olmasını isterdi, ırmağın sel,
bir su birikintisinin de deniz olmasını.

Çocuk henüz çocukken çocuk olduğunu bilmezdi.
Her şey yaşam doluydu ve tüm yaşam birdi.
Çocuk henüz çocukken hiçbir şey hakkında fikri yoktu.
Alışkanlıkları yoktu
Bağdaş kurup otururdu, sonra koşmaya başlardı.
Saçının bir tutamı hiç yatmazdı
ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi…

Çocuk henüz çocukken şu sorulara sıra gelmişti.
Neden ben benim de sen değilim,
Neden buradayım da orada değilim.
Zaman ne zaman başladı ve uzay nerede bitiyor.
Güneşin altındaki yaşam sadece bir rüya mı?
Gördüklerim, duyduklarım, kokladıklarım sadece dünyadan önceki dünyanın bir görüntüsü mü?

Gerçekten kötülük var mı?
Gerçekten kötü insanlar var mı?
Nasıl olur da ben olan ben olmadan önce var değildim ve nasıl olur da ben olan ben, bir zaman sonra ben olmayacağım…

Çocuk daha henüz çocukken ıspanağı, bezelyeyi, sütlacı ve karnabaharı ağzında geveleyip dururdu,
ama şimdi hepsini yiyor, üstelik mecburiyetten değil.

Çocuk henüz çocukken bir keresinde yabancı bir yatakta uyandı.
Şimdi tekrar tekrar uyanıyor.
Bütün insanlar güzel görünürdü, şimdi ise sadece bazıları.
Cenneti gözünün önüne getirebiliyordu, şimdi ise tahmin ediyor.
Hiçliği düşünmezdi, bugün ondan ürküyor.

Çocuk henüz çocukken hevesle oyun oynardı,
şimdi ise ancak yaptığı işle heyecanlanıyor.
Çocuk daha henüz çocukken elma ve ekmek yemek yeterliydi.
Bu bugün de böyle.
Dutlar ellerini doldururdu, bugün ki gibi
Taze cevizler buruşuk bir tat bırakırdı ağzında, hala bırakıyor.

Çocuk henüz çocukken bir dağın doruğuna vardığında biraz daha yükseğini arzulardı hep,
Büyük bir şehir gördüğünde daha büyüğünü isterdi, bugün de böyle bu.
Coşkuyla ağaçların dallarına tırmanırdı tepedeki kirazları toplamak için, bugün de böyle bu.
Kızarırdı yüzü yabancıların gözü üstündeyken, bugün de bu değişmedi.
Sabırsızca ilk düşen karı beklerdi,
bugün de yaptığı gibi.

Çocuk daha henüz çocukken
zıpkın gibi bir çomak fırlattı ağaca
bugün hala titrer çomak o ağaçta.

* Çeviren: Oruç Aruoba

13 Ekim 2019 Pazar

Coğrafya kader midir?


Kader değil midir?

Bir süredir bu sözle uğraşıyorum kafamda: “Coğrafya kaderdir!” Bir tarafıyla anlıyorum; sözün tarif ettiği sanki çok açık, hatta kocaman bir gerçek. Zaten coğrafya her şeyimizi belirlemiyor mu? Dilimizi, sesimizi, bakışımızı, aklımızı, yolda yürürken ölme ve öldürülme ihtimalimizi, karşıdan karşıya geçerken sakat kalma olasılığımızı ve kazasız belasız yaşayıp gitme şansımızı. Bunların hepsi coğrafyadan coğrafyaya değişmiyor mu? Değişiyor! Öyleyse sözün ima ettiği, içine hapsolduğumuz şu kader gerçek, doğru ve kaçınılmaz.

Öte yandan, mesela yüzyıllardır savaş yaşamamış ülkeler de var dünya üzerinde, ne garip! Ama zaten buradaki coğrafya sadece dağları, düzlükleri ve iklimleriyle bir coğrafya değil. Gerçi onlar da var: kutuplarda güneş çarpmaz, çöllerde vücudumuz buz kesmez! Ama buradaki coğrafya esas olarak insanlar, sınıflar, üretici güçler, sınıf mücadeleleri ve bunların çeşitli görünümleri, halleri. Coğrafya bunları içeren, bunlardan oluşan bir isim. Coğrafya, ismin sınıf mücadelesi hali!

Coğrafya aynı zamanda içerisini ve dışarısını ayıran bir sınır: içeriyi inşa eden, dışarıyı tarif eden. Bu nedenle içinde dil, din, kültür, ırk, ulus ve halk da var. Onlar da görünümler, haller. Birebir yansımalar değiller belki ama onlar da sınıf mücadelesi denen toplumsal çatışmaların, karşıtlıkların görünümleri.

E, öyle de olsa böyle de olsa, "coğrafya kaderdir" demeli ve geçmeli miyiz?

9 Ekim 2019 Çarşamba

If Grief Could Wait...

Not quite a jazz album, this exquisite performance for voice, harp and period fiddles joins Susanna Wallumrød's light-touch singing and the evocative, interweaving lines and stately enunciation of Henry Purcell's 17th-century church and theatre music, some Wallumrød originals, two Leonard Cohen songs and Nick Drake's Which Will. It's a unique and audacious collaboration with baroque harpist Giovanna Pessi that has the makings of an unlikely cross-genre hit. 

Wallumrød's subtle delivery of contemporary lyrics such as "Who by barbiturate/ Who in these realms of love/ Who shall I say is calling" from Cohen's Who by Fire, or his chilling call-of-fate lines in You Know Who I Am, have an astonishing impact when set against the steady turns and rolls of Pessi's harp, Marco Ambrosini's keyed-fiddle nyckelharpa and Jane Achtman's viola de gamba. The latter has a cello's resonance at times, the harp a guitar's, and the quiet force of Wallumrød's personality within such a formal early-music structure is mesmerising. 

Recorded in three days in Lugano, November 2010, "If Grief Could Wait" is an intimate album of very special character. Given impetus also by the nyckelharpa of Marco Ambrosini and Jane Achtman's viola da gamba, the project has Pessi's arrangements of Henry Purcell songs at its core. It begins with "The Plaint" (from The Fairy Queen of 1692) and continues with "If Grief Has Any Pow'r To Kill", and "O Solitude" (from The Theatre of Musick), as well as "Music For a While" (from Oedipus) and "An Evening Hymn" (from Harmonia Sacra) But Purcell's music has never been heard quite like this. Threaded between his songs and instrumental pieces here are works of singer-songwriters Leonard Cohen and Nick Drake, as well as songs by Susanna Wallumrød herself. 

"If Grief Could Wait" is neither a project that adheres rigorously to ideals of historical performance practice, nor one that strives self-consciously to "cross over". Pessi and Wallumrød offer music that they love, and all of it is played with commitment by the participating musicians. Purcell and Cohen are respected on their own terms, and Susanna's pure voice and Giovanna's subtle and evocative arrangements bring continuity to the repertoire. And, as Pessi points out, Cohen and Drake songs from the last century are also, from a contemporary perspective, `old music'.

Giovani Pessi + Susanna Wallumrød • If Grief Could Wait • ECM • 2011*****

6 Ekim 2019 Pazar

Çavdar Tarlasında Çocuklar


Başka bir yazı hazırlamıştım. Bir başka kaybın 40. yılını anlatan bir yazı. Ama masanın başına oturduğumda Vail’in haberine denk geldim. Denk geldim ve “kalsın” dedim. Her şey! Yazı, hayat, katlandığımız ve aynı zamanda yudum yudum, gıdım gıdım mutluluk tattığımız şu hoyrat, salak ve trajik hayat kalsın dedim. Ne gerek var! Ne gerek var, hakikaten.

Perşembe günü, öğleden sonra bir çocuk kendini mezarlık kapısına aşmış. Kocaeli’de. Vail el Suud. Dokuz yaşındaymış. 9.

Suriye kökenli bir ailenin çoktan Türkiyeli olmuş çocuğuymuş, oğluymuş. İlkokul öğrencisiymiş. Beş kardeşin küçüğüymüş.

Perşembe günü, öğleden sonra bu çocuk, Vail, kendini mezarlık kapısına asmış.

Sebep nedir, sanırım tam belli değil. Belli ama belli değil. Bilinebilir mi, o da belli değil. Bekleyip göreceğiz. Ama...

Ama bu ülkede 9 yaşındaki bir çocuğa kendini astıracak bir hayat var! Ve bu ülkede hayat, kim bilir her gün kaç çocuğa daha aynısını düşündürüyor!

5 Ekim 2019 Cumartesi

Poulantzas olsa ne derdi acaba?

Daha önce bir başka yazıda bahsetmiştim, Nicos Poulantzas'ın ayrı bir yeri vardır bende. Yazıp çizdikleriyle değil de kişisel tarihimdeki yeriyle ilgilidir. Benim için bir kaybın, bir yarım kalmışlığın, tamamlanmamamışlığın simgesidir Poulantzas. Neredeyse on beş on altı yıl öncesinden.

Hayatıma, bir kesinti gelivermişti o zaman. Bir kavşakta kaybolmak gibi bir dönemdi. Ve o kesintiye eşlik eden kitap da Poulantzas'ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar'ıydı. Kötü ve eksik çevirisi karşısında İngilizce çevirisini arayarak (ama o yıllarda bulmayarak), bir yandan da altını çize çize okumaya çalışmıştım kitabı. Sonra bir çok şey yarım kaldı, tabii ki kitap da.

Bugün, Poulantzas'ın ölümünün 40. yılı. 3 Ekim 1979. Yıllar geçivermiş. Yazdıkları benimle yaşıt. Zamanında çok tartışılmış, ciddiye alınmış. Şimdi ise tam da kapitalist devlet tüm haşmetiyle ortada iken az hatırlanıyor. Bir tek Poulantzas değili tüm o tartışmalar. Utangaç bir amnezi bu.

Poulantzas bir biçimde gündemimden çıkmadı. Bir milat olarak hep kaldı aklımda. Sanki “devlet, siyasi iktidar ve sınıflar” arasındaki karmaşık ilişkiye dair anahtar noktaları tüm berraklığıyla onun kitabında bulacaktım da işte bir şekilde geçmişin içine gömülüp kalmıştı o “parlak fırsat”. Ergenekon’dan ve Gezi’ye kadar geçen süreçte ise ara ara hep sordum “Poulantzas olsa ne derdi acaba olan bitene?” diye.