19 Aralık 2015 Cumartesi

Azizler ve aptallar


Tamam tarihi devindiren güç sınıf mücadelelerinden geliyor ama tarihi de azizler, aptallar, çaresizler ve bir de kendinin farkında olanlar yapıyor. Gerisi hikâye…

Ne zaman bir tarih kitabı, özellikle de yakın tarihi anlatan bir kitabı okusam, elimde olmadan kendimi “Bu kadar aptalca iş olup biterken tüm bunlara karşı koyacak kimse yok muymuş?” diye sorar buluyorum. Sanki tüm toplum, bir kinin, bir düşmanlığın, şimdi, kitabın yayınlandığı tarihte artık anlamsız görünen bir alıklığın peşine düşmüştür de geriye “Ya, bir durun! Saçmalamayın!” diyecek kimse kalmamıştır.

Aklıma hemen 6-7 Eylül Olayları geliyor, böyle durumlarda. Bir prototip olarak; kurmaca bir olayın ardından zincirlerinden boşalan ve hemen herkesi peşinde sürükleyebilen bir nefretin prototipi olarak. Ve hemen ardından da fareli köyün kavalcısını düşünüyorum. Çocuk masalı der geçeriz belki ama, bir kavalın peşine büyülenmişçesine düşenleri anlamak için masaldan daha iyi ne olabilir ki! Ardına düşen ya da en azından ses çıkarmayan kitleleri anlamak için…

Akıl almayınca masallaştırıyoruz. İnsanlık tarihi böylesi büyülü, tılsımlı masallarla ya da akıl almayacak olaylarla dolu değil mi?

Tarih, özellikle de sözlü tarih, kuşaktan kuşağa anlatılan masallarla, menkıbelerle, yarı-kutsal bazı kişilerin başından geçen olağanüstü olaylar ve davranışlarla dolu. Ve bu anlatılarda, hep kötülüğün hâkim olduğu bir zaman vardır: Aziz, işte o dönemi değiştiren, o döneme karşı duran, etkisiyle, kişiliğiyle vb. özellikleriyle o dönemi bitiren ve iyiliğin, doğruluğun, ahlaklı olanın kapısını açan, buyur edendir. Aziz her durumda olağanüstü özellikleriyle büyüler. Menkıbeler bunun üzerine kuruludur; büyü değil de büyüleme ve büyülenme üzerine.

Aklın almadığı durumlarda, masallar ve azizler giriyor devreye. Yine de akıl, menkıbelerde ya da masallarda tamamen kaybolup gitmiyor: Oralarda yaşananlara dair ortak aklın izleri var, eğrilmiş, tanınmaz hale gelmiş olarak. Akıl almayınca azizler ve masalları taşımış yaşanmış ya da yaşanamamış olanları. Güven gibi bazı temel ihtiyaçlar, huzur gibi insani arayışlar, aziz kılığında içlerine yerleşmiş bu masalların.

Ama bir eksiği vardır bu tılsımlı hikayelerin: O mucizenin peşine düşenlerin hali pek öne çıkmaz. Hatta ihmal edilir. Onların basiretsizliği, çaresizliği, alıklığı ve kanmaya o kadar da hazır oluşları azizin olağanüstülüğünün, mucizenin gölgesinde kalır. Hikaye, ancak bu şekilde etkisini korur.

5 Aralık 2015 Cumartesi

Barış Kitabı için son okuma

Böyle bir sorumluluğum da var; çok değil, yılda bir iki kez, yayınlanacak kitaplar için son okuma yapıyorum. Üyesi olduğum Türkiye Psikiyatri Derneği’nin yayınevi tarafından basılacak kitaplar için. Birkaç meslektaşımla birlikte gözden kaçan yazım hatalarını, dizgi yanlışlıklarını düzeltiyorum. Barış Kitabı da son okumasını yaptığım son kitap. Çok değil, daha geçtiğimiz hafta yayınlandı.

Psikiyatri garip bir disiplin; el mecbur, moleküllerden sokaklara, evlere, ilişkilere, kandırılmalara, vazgeçişlere, acılara, sevinçlere, çaresizliğe ve de umuda, yani neredeyse tüm hayata uzanıyorsunuz. Psikiyatrinin doğası böyle; yapacak pek bir şey yok. Psikiyatrist olunca kendinizi ne laboratuara ne de ameliyathaneye kapatabiliyorsunuz. Hayat dönüp dolaşıp buluyor sizi.

Tabii ki hayat, derneğin yayınlarını da dönüp dolaşıp buluyor. “Örgütsel Bellek” diye yayın çıkaran kaç meslek derneği vardır bilemiyorum? Ya da afet deneyimlerini, etkinliklerini ve karşılaştığı zorlukları kitap olarak basan (Van Kitabı) kaç dernek vardır? Tıp dışında, mutlaka vardır; ama tıp içinde, bilimsel (ki o da Türkiye’de ne kadar mümkünse artık) yayıncılığını toplumsal dertlerinden ayırmayan çok az meslek grubu var. TPD belki bu anlamda tek…

İşte ben de hayatın kapısını sık sık çaldığı bu derneğinin içinde ara ara son okumalar yapıyorum. Kitaplar, paragraflar, satırlar, matbaaya gitmeden önce gözlerimin önünden geçiyor.

Gelelim Barış Kitabı’na…

31 Ekim 2015 Cumartesi

İnandık! İnandık beynimizle!..*


Şimdi ne düşünüyorum, biliyor musun? Aslında uzun bir süre aklımla, beynimle inanmadım, ben. Salt yüreğimle inandım; öyle olsun istedim. Hatta bir ara işi kedilere kadar vardırdım; “Onlar da sosyalizm istiyorlar!” dedim, kendi kendime. Deli miyim, neyim? Şimdi ‘deli’ kelimesini kullanması yasaklı bir mesleğin içindeyim. Hâlbuki ara ara kendi kendime düşünür, güler ve konuşurdum. Hâlâ da öyle…

Mesela bu aralar aklıma Hacettepe yurtlarından bir Cumartesi sabahı çıkıp yakınlardaki pazaryerine yürüyüşümüz geliyor. Gülümsüyor ve de gülüyorum, tabii ki… Kafası dumanlı, kanı deli deli akan iki insan, heyecanla gitmiştik Emek, Barış, Özgürlük Bloku’nun seçim mitingine. Belki hiç söylememişimdir sana; kendimizi, bizi, dağları devirecek kadar güçlü, azgın dalgaları alt edecek kadar cesaretli, hiç bilmediğimiz kapkara dehlizlere dalacak kadar gözüpek hissetmiştim, pazaryerindeki o dağınık kalabalığa yaklaştıkça.

Toplum bizi kesmiyordu. Müzik bizi ikna etmiyordu; dizeler yetmiyordu ve kitaplar da bilmiyordu. O zamanlar… Daha farklısı değil, daha kökten olanı lazımdı bize. Biz de daha radikal olmalıydık. Yarın, öbür gün ne olur, ne düşünürüz diye düşünmemeliydik. O zamanlar hesapsızdık… İnsan beyni de hesapsızmış aslında, biliyor musun?

Şimdi bu hesap uzmanlığı niye? Neden hesap uzmanlarına dönüştü herkes?

22 Ekim 2015 Perşembe

Sol, Türkiye ve psikopolitik


Değerli arkadaşlar;

Öncelikle bu acı, öfke ve keder dolu günlerde hayatını kaybedenleri bir kez daha, bu düzeni değiştirme kararlılığımızla andığımızı hatırlatarak sözlerime başlamak istiyorum. Sizlere ve kendimize “Hoş geldiniz” diyemeyeceğim. Aslında çok anlamı vardı bu söylenememiş ‘Hoş geldin’in. Öncelikle bizim için. Çünkü bir süredir burada, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde psikiyatri, sinirbilim, psikanalitik kurama dair bilgimizi, deneyimimizi Marksizm ve sosyalizm mücadelesi ile birlikte düşünebileceğimiz, birlikte ele alabileceğimiz bir etkinlikler dizisi başlatmak istiyorduk. Bu hem bizim için, hem de çatısı altında bulunduğumuz bu düşünce ve eylem vahası için çok anlamlıydı. Ve kucaklayıcı bir “Hoş geldin”i hakediyordu. Ama şimdi planladığımız etkinlikler dizimiz başka bir anlamı olarak başladı. Kayıplarla…

Kayıplar insan hayatının ayrılmaz bir parçası olduğu kadar sosyalizm mücadelesinin de ayrılmaz bir parçası. Özellikle Türkiye söz konusu olduğunda toplumsal mücadeleler geçmişimizin önemli, hatta ağırlıklı bir bölümü baş edilmesi zorlu birçok kayıplarla doludur. Herhalde bu anlamda Türkiye güney Avrupa kuşağındaki ve Latin Amerika ülkeleriyle bir nebze aynı kaderi yaşamaktadır diyebiliriz. Bir nebze derken ileride açmaya çalışacağımız biçimde Türkiye’de sol toplumsal bir güç olmaktan uzaktır ve bunu ancak kendisi olmaktan çıkarak başarabileceğini her seferinde yeniden ve yeniden öne sürmektedir.

Kayıplar, yas ve toplumsal mücadeleler konusuna daha ayrıntılı olarak girmeden önce burada ne yapmak istediğimize dair biraz daha bilgi vermek istiyorum. Özellikle de etkinliklerimize ilgi gösterecek katılımcıların, dinleyicilerin ve konuya ilgi duyan meraklıların gerek psikiyatri, psikoloji ve psikanaliz terminolojisi ya da tam da diğer uçta olmak üzere Marksizm’in kendi diline aşina olmayışlarını göz önünde bulundurarak.

17 Ekim 2015 Cumartesi

Siyasi bir talep olarak yas, mümkün mü?

Psikiyatri içinde kendimi bir biçimde yakın bulamadığım bazı konular vardır. Yakın bulamadığım derken açıklamaların, detayların ve öne sürülen kalburüstü yaklaşımların aksadığını düşünürüm; tabiri caizse yazılanların, düşünülenlerin dikiş tutmadığını gördüğüm konulardır bunlar.

Bu konulardan, alanlardan bir tanesi intihardır. Psikiyatri kitapları intiharı enine boyuna ele alır ama örneğin en temel soruya, Brecht’ten ödünç alarak söylersek bizleri neyin hayatta tuttuğuna hiç yer vermezler. Hayat neden yaşanası olsun ki? Bu sorunun yanıtı yoktur hayatı yaşamaya değer bulmayanlar üzerine yazılan bölümlerde, kitaplarda.

Dikiş tutmayan konulardan bir diğeri de yastır. Halbuki psikiyatride bir çok yakınmanın, bir çok psikiyatrik belirtinin, sürüp giden ve bir türlü dinmek bilmeyen bir sürü insanlık halinin altında ‘tutulamamış bir yas’ olduğunu söyler kitaplar. Kişi “kayıplarıyla baş edemediği için” çeşitli belirtiler geliştirmiştir. Ya da “zaten baş edilemeyecek bir kayıp vardır” klinik tablonun altında.

Psikiyatri yası neredeyse baş köşeye koyduğu kadar aslında tam olarak nereye yerleştirceğini de bilememektedir. Örneğin geçtiğimiz yıllarda psikiyatrik bozuklukları sınıflandırmak için Amerikan psikiyatrisi öncülüğünde yapılan uzun tartışmalarda yas neredeyse bir hastalığa dönüştürüldü. Yani kayıptan sonra ortaya çıkan üzüntü, isteksizlik, hayattan keyif almamak, insanın tadının tuzunun olmaması, bungunluk “nasıl olsa eninde sonunda tedavi ediyoruz” denilerek depresyondaki dışlama kriterleri arasından çıkarıldı. Artık ‘yas=depresyon’, yani mutlaka ama mutlaka tedavi edilmesi gereken bir durum.

Velhasıl yas, psikiyatri içinde dahi tam olarak kestirilemeyen bir konu. Ya çok önem atfediliyor (ve böylece kökten bir sorgulamadan da uzaklaşılmış oluyor) ya da insani bir hâl olmaktan çıkarılıp iyiden iyiye tıbbileştiriliyor (ve böylece kökten bir sorgulamaya hiç gerek kalmıyor).

Şimdi ise politik bir talep olarak yasın yükselişiyle karşı karşıyayız. Türkiye’de…

28 Eylül 2015 Pazartesi

Kekik

Aslında bizim ilk çocuğumuzdur Kekik. Bir arkadaş, bir dost, bir kedi ve koca bir hayat... Bir başkaydı Kekik; konuşmak mümkündü; anlaşmak, bakışmak, yakınlaşmak, yakın olmak ve de paylaşmak mümkündü... Bir süredir özlüyorduk kendisini; yıllar yıllar sonra ortaya çıkan alerjim nedeniyle.

Artık, Göçmüş Kediler Bahçesi'ne göçtü. Geriye hep özlemek kaldı.

Hoşçakal Kekik, hoşçakal...

19 Eylül 2015 Cumartesi

Lenin'in beyni

Sağlığında sevmediler, ölümünden sonra da sevgisizliklerini esirgemediler.

Lenin’in düşüncelerini üreten, eylemlerine yön veren, mizacının ve dinmek bilmeyen devrim arayışının altında yatan beyninden bahsediyorum.

Siyasi bir nefret tarihinin yanı sıra aslında ilginç bir nöroloji, psikiyatri ve sinirbilim serüvenidir, Lenin beynine ne olduğu.

Şöyle ki…

Lenin’in sağlığı 1921’den itibaren bozulmaya başlar. Birkaç yıl önce atlattığı suikast girişiminde ciddi yara almıştır. Şarapnel parçaları hala bedenindedir. Ama esas olarak 1922’de durumu kötüleşir. Birkaç kez felç geçirir ve birkaç kez de sara nöbeti. Artan baş ağrıları da cabasıdır. Nöbetleri, felçleri ve keskin başağrılarını kısmen iyileşmenin olduğu nekahet dönemleri takip eder. Çoğu zaman, iyileşir iyileşmez sorumluluklarının başına döner, Lenin.

Sovyet yönetimi, yıllardır birlikte mücadele verdiği yoldaşları, dostları, sevenleri Sovyet devletine olumlu bakan bazı isimleri (başta Otfrid Foerster olmak üzere) Rusya’ya davet eder. Çeşitli tedaviler denenir ama zaten dönemin tıbbi olanakları günümüze göre hiç de geniş değildir. Bir avuç tedavi bazen işe yarar; çoğu zaman ise yan etkiler nedeniyle bu tedaviler yarıda kalır.

18 Eylül 2015 Cuma

Ertelenmiş günler için bazı sesler

Thievery Corporation - Saudade
Siyasi göndermelerle dolu iki albümden sonra bossa nova hafifliğine ve melankolisine dönüş. Belki de bir mola... Albümün ismi, saudade, Portekizce. Diğer Batı dillerine çevrilmesi ise zor, tam bir karşılığı yok. Batılı akraba dillerde içerdiği duygu yüklü anlamı karşılayacak bir kelime olmadığı için. Türkçesi ise "hasret" olarak düşünülebilir. Bir daha görülemeyecek olan, ebediyen kaybedildiği bilinen bir kişinin, bir durumun, bir dönemin ardından hissedilen elem, özlem olarak açılabilir.

farazi v Kayra - Hayalet Islığı
Rap, hip-hop bana soracak olursanız söz ve beat sanatıdır. Sağlam bir beat, dinleyeni hemen kavrayan bir altyapı ve alttaki beate uygun olarak akıp giden bir anlatı/şiir varsa işte o zaman etkileyici oluyor. Yani bir hikayeyi dinlemek gibi. Farazi v Kayra her ikisini de incelikle, hünerli bir şekilde birleştirebilen bir ikili. Söz ve beat konusunda her şarkıda yaratıcılar. Onların işlerinde Cüneyt Arkın'ın pedagojik dürüstlüğü, bir film karesi, bir söz, bir tını, bir şarkı parçası yakın zamanlı bir derde fon oluveriyor.

Oscar and the Wolf - Entity
İlk dinlediğimden bu yana kendi kendime aynı soruyu soruyorum: Nesini sevdim bu albümün (hatta albümden de öte Ancienne Belguie'de verdikleri konserin)? Sanırım melankolisini sevdim. Belçikalı hip-pop grubunu sanırım esas sürükleyen şarkıların sözünü yazan, bestelerini yapan vokalist Max Colombie. Arabeskvari elekotronik tonlar (grubun üyelerinden birisi Ozan Bozdağ bu arada ve tuşlulardan çıkan nağmeler kendisine ait muhtemelen), kaybolup gitmiş "kalpsiz" bir geçmiş, imkansız günler, rüyalar minimalist bir atmosferin içine çekiyor dinleyiciyi. Aslında Colombie'nin nağmeleri James Blake ya da Lana Del Ray çizgisinde de görülebilir. Pop, minimalist ve kırılmış.

5 Eylül 2015 Cumartesi

Kıyıda

Kıyıdayız ve o kıyıda olduğumuzu bilmekten köşe bucak kaçıyoruz.

Kötü günlerden kaçmıyoruz; aşağılanmaktan, aldanmaktan, aldanmaya gönüllü olmaktan kaçmıyoruz. Her gün yeni küçük yersarsıntıları, her gün yeni küçük enkazlar, her gün yeni küçük cehennemler yaşamaktan kaçmıyoruz ama kıyıda olduğumuzu bilmekten, bunu kabul etmekten kaçıyoruz.

Hepimiz o kıyıdayız. Kıyıda olduğumuzu bilip bilmezlikten gelerek kıyıdayız.

Ve gidecek yerimiz varmış gibi kaçıyoruz. Kaçtığımızı sanıyoruz.

Kaçtığımızı sanırken nakaratlarla idare ediyoruz.

Şarkının kendisini söylemekten, yazmaktan, çalmaktan, şarkının kendisi olmaktan kaçıp nakaratlarla idare ediyoruz.

Nakaratlarla avunuyoruz.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Rakamlar ve geriye kalanlar

Prusyalı bir generale soracak olursak savaş dediğimiz “siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir”. Fransa’ya uzanıp Foucault’ya soracak olursak da siyaset dediğimiz “savaşın sadece ve sadece başka araçlarla sürdürülmesidir.” Demek ki aslında ‘süreklileşmiş, kesintisiz bir savaş hali’ içinde olduğumuzu düşünebiliriz.

Bu durumda “savaş olarak gördüğümüz savaş hali ile savaş olarak görmediğimiz kesintisiz savaş halini birbirinden ne ayırmaktadır?” diye sorabiliriz? Örneğin çalıştığınız işyerinde çadırda yanarak, ipi kopan asansörde düşerek, ya da ağırlık yapmak üzere konduğunuz botta boğularak ölmek savaş değil midir? Ya Soma, Roboski, Tuzla ve Gezi direnişi için ne demeli? Trafikteki ölümler ise istatistiktir ama savaş değildir! Öyle mi?

Halbuki savaşlar her şeyden önce istatistiktir, rakamlardır. Hatta bazılarına göre rakam olabilmek şanstır! Bir de geriye kalanlar vardır. Şansız olanlar ise bu durumda işte onlardır.

Zaten savaşlar, bir tek öldürmekle kalmaz. İstatistiksel açıdan daha kıymetsiz sonuçları da vardır savaşların: Göç edenler, göç etmek zorunda kalanlar, yeri değiştirilenler, sürülenler, sarsılanlar, acılar içinde kalanlar gibi.

13 Ağustos 2015 Perşembe

Villagers of Ioannina City

A few weeks ago, while a mediocre melodrama was being staged in Greece (actually in whole Europe), I searched for any music reflecting possible rage and confusion of Greek society. Besides several old and new politically oriented sounds, the unique recipe of a band from the northern Greece was the most euphonious one: Villagers of Ioannina City.

Their debut album Riza is one of the most interesting albums that easily overcomes the tricky business of blending different genres. Sounds of stone rock, post-rock, psychedelic rock, local Greek folk music form the unique atmosphere of their work but the outcome is much more than all.

The band originates from the north-western city of Greece, Ionnina (not surprisingly). Probably the mountainous geography of the region was hand in hand with deep sociopolitical turmoil of Greece while members were blowing their feelings into their music. In addition, almost three century-long occupation of the region by the Ottoman Empire must be noted, probably which led to hybridization of Balkan, Greek and Anatolian sounds. Traces of such a historical hybridization can be easily been heard in their album.

8 Ağustos 2015 Cumartesi

İmkânsız ol, gerçeği iste!

İnsan bazı sözleri ancak zamanla anlayabiliyor.

İlk ne zaman rastladığımı hatırlamıyorum. Muhtemelen 1996 ya da o civar yıllarda işte. Bir şekilde beğenmiş ve öğrenci odamın duvarını süsleyen kâğıtların, fotoğrafların, yazıların arasına sıkıştırmıştım o sözü: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!”

Sanırım uzun yıllar sözün kime ait olduğunu bile öğrenmedim. İhtiyaç duymadım; sadece hoşuma gitmişti ve hem duvara hem de aklıma yerleşmişti. Sonra Che Guevara’ya ait olduğunu öğrendim. Muhtemelen birkaç yıl sonra.

Ama aklımda cümleyle uğraşmaya devam ettim: Anlamını bir türlü oturtamıyordum; anlamı aksıyordu, düşündükçe takılıp kalıyordum. Söylenmek istenen “imkânsız olan (devrim, aşk, sosyalizm, anarşi, kopup gitmek vs.) istenecek ama gerçekçi olunacak” mıydı, acaba? Vurgu hangi tarafaydı? Bir türlü kestirtemiyordum. Bu nedenle de cümleyi sevmekle sevmemek arasında gidip geliyordum. Ama duvarda duruyordu işte. Ve vurguyu gerçeğe değil de imkânsıza yapmayı tercih etmiştim zaman içinde.

Uzun yıllardır da anlamı tam oturmamış olarak yerinde duruyordu. Ta ki son bir yıldır giderek alıp başını giden “gerçekçi” olma çağrılarına kadar. Çağrılar arttıkça söz de aklımda daha fazla dönüp durmaya başladı. Ben de oturdum biraz araştırdım, biraz daha düşündüm, biraz daha anladım.

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Kötü bir yazı

İki haftada bir, içten, insana dokunan, etkili ve çeşitli durumlara, öncelikle de psikiyatriye uzanan yazılar yazıyorum. ‘İyi’ yazılar yazmaya çalışıyorum, ardı arkası kesilmeyen bir sürü ‘kötü’ durum için. Ama bu hafta aklımdan ‘iyi’ bir yazı, ne yazık ki çıkmadı, çıkamadı. Öfke, üzüntü, acı engel oldu. Birçok şeye karşı öfkeli ve bir çok insan için acılıyım.

Bu nedenle sadece bazı gözlemlerimi not almaya karar verdim; gözlemin duygusuzluğuna sığınarak. ‘Büyük siyaset’e girmeden ama her olayın ancak ve ancak büyük siyasetin içinde anlamını bulabileceğini de akılda tutarak.

Gözlemlerim ise daha çok tavırlar, duygular, söylenenler ve de yazılanlara dair. Öncelikle en azından toplumun bir kesiminde bir ‘zihin değişimi’ olduğunu düşündüm. Bu değişimde ana akım medyanın ve siyasi iktidarın da etkisi var ama yine de toplumsal olaylar, durumlar karşısında gittikçe daha görünür hale gelen baskın bir “ruh hali” var.

Çok değil, şurada 10 yıl önce öğrenciler, örgütlü insanlar, hakkını arayanlar, sükuneti bozanlar dövüldüğü, öldürüldüğü ya da başlarına işkence dahil türlü acımasızlıklar geldiği zaman, baskın ya da ortalama tepki “hak etmişlerdir” olurdu.

Görünen o ki bu tepki değişmişe benziyor. İnsanlar, ‘olağan koşullarda’ örgütlülükleri, siyasi aidiyetleri, düşünceleri, yaptıkları eylem ve etkinlikleri sorgulanacak kişileri sahiplenebiliyorlar, onlara üzülüyorlar ve hikayelerini çok da uzak bulmuyorlar. Toplumun önemli bir kesimi için en azından bir takım düşünceler, etkinlikler korkulacak, uzak durulacak durumlar değil artık. Artık kolayca ‘hak etmişlerdir’ denemiyor.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Oxi

Bilmek değişmeye, değiştirmeye yetmiyor!

Psikanalizin yaklaşık yüzyıldır bildiği, biz psikiyatristlerin de uzmanlık eğitimi sırasında ve uzmanlaştıkça öğrendiğimiz tuhaf bir durum vardır: İnsanlar, bizler bazı davranışları, bazı ilişkileri tekrar ederiz. Gider aynı çıkmaz sokağa bir daha, bir daha gireriz. Aynı ilişkiyi, o ilişkideki kendimizi tekrarladığımızı fark etmeden (bazen de fark ederek) yaşamaya devam ederiz.

Bunu, kendini tekrarlayan fasit bir daire gibi de düşünebilirsiniz: “Bu sefer doğru düzgün bir sevgilim olacak!” diye başlarız, sonra “Neden hep aynı tipte insanları buluyorum?” diye biter ilişkilerimiz. Bazen farkına bile varmayız. Bir arkadaşımız uyarır “Sen hep aynı tarz insanları seçiyorsun” ya da “Yani, inan ki bu tür insanların sadece filmlerde ya da gazetelerin üçüncü sayfalarında olduğunu düşünürdüm; ama sen onlardan bir şekilde yeniden ve de yeniden buluyorsun!” diye. Uyarılara rağmen biz fark etmeden bir diğer benzer ilişkiye doğru yol alırız.

Bir şeyler (tanımsız, tekinsiz ve çoğu durumda fark etmediğimiz bir düzenek; aslında kendimiz) bizi alır ve aynı hataya, aynı acıya, aynı hislere, aynı aldanmaya geri götürür. Ancak bu tekrarlayan davranış, ilişki, durum hep “yeni gibi görünmeyi başaran” bir vaatle birlikte gelir: “Bu sefer öyle olmayacak.” denir ve belli belirsiz farkında olunan ama çoğu durumda çok da farkında olunamayan düzenek işler gider. Bir kehanet gibi, bir yazgı gibi… Woody Allen’ın “Play It Again, Sam” (Bir daha çal, Sam) filminde olduğu gibi.
 

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Renk körü

Tomorrow Never Knows
Sorma,
renk körüyüm ben.

Sorma,
yarının ne getireceği belli olmaz.

Belki sonsuzluk,
belki de
sadece bir gün.

Ama bil ki
nerede kızıl bir bayrak görsem,
ne yüreğim
ne de aklım
renk körüdür,
ikirciksiz
tanırım…


03.07.2015

27 Haziran 2015 Cumartesi

İnsanlı mı olacaktı, insansız mı?

Anlaşılan o ki herkesin (kendim de dahil) kalıcı, uzun soluklu, emek verilen, üzerine titizlenilen çözümlere değil yatıştırıcılara ihtiyacı var; acilen, bir an önce. İnsan ilişkilerindeki, siyasi tavırlardaki ve sanal âlemdeki veryansına, gürültüye bakılırsa en makbul olan herkesin herkese ilk fırsatta bir güzel geçirmesi.

Öyle dinlemekmiş, kendinle barışık olmakmış, ağır başlı olmakmış… Bunlar değil; bize, kodu mu oturtan, bilmem kaç yılda yazılmış kitapların defterini iki satırda düzen, yıllardır belli bir yola emek veren insanların haddini şak diye bildiren bitirimler lazım!

Geçtiğimiz hafta tüm bu “acil ihtiyaç” halinin farklı yansımaları dolaştı etrafta. Aslında uzunca bir süredir ortalıkta dolaşan yansımalar bunlar. Örneğin seçimlere tek başına girme kararlılığı gösteren bir siyasi yapıya söylenmedik söz bırakılmadı. Öbür taraftan herkes birbirinin (Öteki’nin) “liberal” olduğunu ya da kendisinin “öyle” olmadığını ispatlama derdine düştü. Dalga geçildi; ciddi uyarılar “gördünüz mü boyunuzun ölçüsünü” naralarıyla halledildi.

24 Haziran 2015 Çarşamba

Marjan Farsad'ın Mavi Çiçekleri

"Bizim ev uzakta, uzakta. Sabır dağlarının ardında. Altın Ovalar’ın, boş çöllerin ardında. Suyun öbür tarafında. Yorgun dalgaların, sedir ormanlarının ardında. Uykudaki bir rüyada. Mavi okyanusun ardında, armut bahçelerinin, üzüm bağlarının öbür tarafında. Arı kovanlarının arkasında. Bulutların ötesinde; özlemimizin, ıslak caddelerin ve yağmurun ve denizin ardında."

Marjan Farsad'ın Mavi Çiçekler albümünden "Bizim Ev"

13 Haziran 2015 Cumartesi

Seçimler, ayrılıklar, aldatmalar ve de boşanmalar

Bazı hayat olayları vardır. Büyük olaylardan değil; hani hemen her gün bir yerlerde olup bitenlerden bahsediyorum. Her birimizin hayatına bir uğrakta belki de giriveren, hayatımızın bir köşesinden öylece geçip gidiyormuş gibi yapan ama bir kere başa geldi mi hayatlarımızda derin izler bırakan olaylardan bahsediyorum.

Ayrılıklar, aldatmalar ve de boşanmalar gibi.

Bu tür olaylar hayatın akışı içinde herkesin başına gelebilir. Alabildiğine sıradandırlar aslında; herkes mutlaka ayrılık yaşar bir uğrakta; herkes günün birinde terk edilebilir ya da terk edebilir; aldatma ya da aldatılma hiç de farkında olmadan yaşanabilir; işin içine nikah girdiyse mahkeme kapılarında boşanılır da.

Ayrılıklar, terk edişler ve de boşanmalar, hayatın kilometre taşlarındandır bir bakıma.

Ayrılık acı verir. Aldatmalar yaralar. Boşanmalar ise fırtınalı bir hava gibidir. Öfke de olabilir orada, hüzün de; çirkeflik de, buruk bir sessizlik de.

Hayatın olağan döngüsünün parçası gibidir bu zor durumlar ve her birinde de mutlaka aklımızın oyunları, yanılsamalar musallat olur bizlere.

Çünkü bu tür olaylar katlanılması zor duygularla baş başa bırakır bizi. Bilinçli ya da değil. İnsanın iç dünyasındaki dengeleri zorlayan duygulardır bunlar. Tüm yönlerimiz karışır, tüm tercihlerimiz önümüze yığılır kalır.

Bu tür durumlarda, özellikle de yoğun duygular söz konusu ise kimin ne yapacağı belli olmayabilir. İnsanlar alışıldık, bilindik, tanıdık davranışlarını genellikle askıya alır.

10 Haziran 2015 Çarşamba

Toz-duman içinde bir döneme dair notlar


Bu toz-duman içinde (ki sözkonusu toz ve dumanın nedeni 7 Haziran 2015 tarihli genel seçim ve sonucu) en iyisi oturup yazmak; notlar çıkarmak.
  • Başlangıçta kaygı vardı: Toplumun, durdurulamayan, önü alınmayan bir nesneden kurtulamayacağı düşünülüyordu. Her gün öfke saçan, aşağılayan, göz göre göre yalan söyleyen diline rağmen bir şekilde istediğini alabileceği ve hayatı insanlara (karşıtlarına/onu istemeyenlere/ondan bıkanlara) zindan edeceği düşünülüyordu. Sanki teslim olmak, ksmen de olsa bu durdurulamayan nesnenin şerrinin azalmasını, kısılmasını, çok da başa bela olmamasını dilemekten başka yapılabilecek bir şey yoktu.
  • Kaygı, kaygıyı soğuracak, kaygıya neden olan nesneyi etkisizleştirecek bir başka nesneye (bir lider, bir hareket, bir parti) yer/alan açtı. 
  • Diğer yandan bir öfke birikmişti, bir yerlerde, bazı kişilerde. Öfke kendisini herşeyde, her zaman belli etmiyordu. Bazen zıvanadan çıkarıcı olaylar, sataşmalar, tacizler oluyordu ama nedense çıt çıkmıyordu. Ama bazı öngörülemeyen simgelerle (bir ağacın kesilmesi, bir parkın talan edilmesi, bir madenin patlaması, bir işyerinin kapanması, bir kadına küfredilmesi, bir sinemanın yıkılması, bir çocuğun öldürülmesi) de öfke geceyi gündüze, gündüzü geceye döndürüyordu.
  • Siyasette bir eksik vardı, bir arayış. Şimdi karşılığını bulmuş olabilir. Şöyle ki Türkiye siyasetinde kentli, okumuş, kolay ikna olmayan ama sıkıya da gelmek istemeyen bir toplamı temsil edecek, örneğin liberal ekonomi-politika uygulayacak ama vicdanları sızlatmayacak; zenginliği arttıracak ve bunu da sonradan görme bir bönlükle yapmayacak; sosyal olanı gözetecek; kendisine modern, genç ve dinamik olanı referans alacak bir siyasi aktör arayışı vardı. 

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Seçimler, doğumlar, düğünler ve de cenazeler

Bazı hayat olayları vardır. Büyük olaylardan değil; hani hemen her gün bir yerlerde olup bitenlerden bahsediyorum. Her birimizin hayatına bir uğrakta mutlaka giriveren, hayatımızın bir köşesinden öylece geçip gidiyormuş gibi yapan olaylardan bahsediyorum.

Doğumlar, düğünler ve de cenazeler gibi.

Bu tür olaylar, durumlar hayatın akışı içinde herkesin başına geldikleri için alabildiğine sıradandırlar, çokturlar ama tekil bir hayatın içinde de bir o kadar iz bırakırlar.

Doğumlar, düğünler ve de cenazeler, hayatın kilometre taşlarıdır bir bakıma.

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Golden Shadows of Asaf Avidan


An absolute masterpiece, an album to be listened for years, again and again. Gold Sahadow of Asaf Avidan is filled with nothing but unadulterated goodness. Album immediately surrounds you upon hearing the opening track, “Over My Head”, with an emotion of driving along an empty road, soft, gentle, comfortable, and easy.

Almost whole album is an emotional spin of a listen. This is one of those albums that quickly goes into you and gets in your head. Each song comes with touchy lyrics. The most immediately arresting element of Avidan is his voice. Feminine and unusually high, Avidan's vocal style is reminiscent of a 1940s torch singer with 21st century pop phrasing. It's certainly distinctive and he knows how to wield it to great effect.

“Ode To My Thalamus” (!) is a calypso-like catchy number (with inflections of those French melodies you’d hear in the ’60’s); “The Jail That Sets You Free” has a gospel feel at the beginning, with its handclaps and moves into a great, danceable ’80’s style track (think Spandau, circa Journeys To Glory). “Gold Shadow” is a piano dirge – a torch song – which is stark, lyrically vivid and haunting; “Let’s Just Call It Fate” is a country/Americana sounding beauty (an absolute highlight) and “Fair Haired Traveller” is the gentle, acoustic finger-picked closer.

There are deep, mournful orchestral ballads like "My Tunnels Are Long and Dark These Days" and the title track, along with creepy blues dirges like "Bang Bang." Still, it's all very stylized and, though entertaining, it's hard to get a read on who Avidanreally is. Tucked away at the end of the record are a pair of intimate solo acoustic songs that are both stunningly honest and at total odds with the album's overall tone. The elegant Leonard Cohen-esque"The Labyrinth Song" and the delicate folk ballad "Fair Haired Traveller" reveal the wonderfully talented songsmith without all of the affectations.

Although openly prepared for US market, Gold Shadow is beyond any boredom albums of American style. Absolutely an album which will be listened for years.

Asaf Avidan | Gold Shadow | Telmevar Records | 2015 ***** 

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Addin

Trianna büyük bir ülkeydi. Büyük ve karışık. Güzel yerleri de vardı, gidenin bir daha uğramak istemeyeceği yerleri de… Farklı farklı insanlar, farklı farklı hayvanlar ve elbette ki farklı farklı bitkiler de yaşardı bu ucu bucağı yokmuş gibi görünen ve iki yakası bir araya gelse o yakayla bu yakanın birbirine hiç benzemediği düşünülecek ülkede. Her şey çeşit çeşitti ya işte, birbirinden farklı halkları da vardı. Bir araya gelseler birbirlerine benzedikleri düşünülmekle birlikte ayrı coğrafyaların insanları oldukları şıp diye anlaşılacak halkları vardı bu koca ülkenin.

Herkesin kendince mutlulukları ve yine herkesin kendince dertleri vardı. Ve elbette ki herkesin kendince çareleri de vardı var olmasına ama Trianna’nın doğusunda yaşayanların ayrı bir derdi vardı. Aslında ayrı demek yanıltıcı olurdu; çünkü birbirine benzemeyen ovaların, göllerin, denizlerin olduğu ülkenin bütün dertleri sanki derlenmiş toplanmıştı da doğuya, oralara yığılmıştı.

Dağlıktı oralar. Hem de nasıl! Dağların yamaçlarına tutunmuş köyler, hani dokunsan düştü düşecekti. Keçiler, katırlar, insanlar patikalardan geçer ve geçit vermez sarp kayalıkları, dik tepeleri bin bir zahmetlerle aşarlardı. Ve oraların insanları en çok belli bir yolu yürüdükten sonra tepeye vardıklarında güneye ve batıya doğru uzanıp giden düzlükleri seyretmeyi severlerdi. Yeri gelir bir kartal olurlar, yeri gelir bir güvercin, o düzlüklere doğru süzüldüklerini hayal ederlerdi; yaralı, bitkin ve ter içinde…

5 Mayıs 2015 Salı

Güne Zizek'in "Sinik İdeoloji"siyle Başlamak

Sabah, daha az önce hastane bahçesinde servise doğru yürürken Zizek'in "sinik ideoloji" dediği insanlık hali ile karşılaştım.

Bahçeyi temizleyen iki temizlik işçisi kendi arasında konuşuyorlardı. El arabasını taşımakta olan yerleri süpürerek kendisinden uzaklaşan arkadaşına seslendi: "Bakma sen söylenenlere; AK Parti yine gidip oyları alacak; adamlar çalsalar da çarpsalar da çalışıyorlar!" Arkadaşına neredeyse bağırarak ve biraz da keyif alarak söylediği sözlerinin son kısmında göz göze geldik. Bana bakarak yarım ağız da gülmeyi eksik etmedi; ön dişlerinin bir iki tanesi dökülmüştü (ve tabii ki yerine konamamıştı) ve konuşmasında hafif bir peltekleşmeye yol açmıştı eksik dişler.

Onun muzipliğine (ve sonradan farkettiğim sinik haline) kapıldım ve "Yapma yahu!" dedim, hem sitem eder gibi yaparak hem de gülümseyerek. Hatta ellerim montumun cebindeydi ve onları çıkarmadan bedenim "Bu kadarı da olmaz!" dediğimi belli etmek istercesine zıpladı, kıvrıldı, bir şeyler oldu işte.

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Acıları karşılaştırmak acınızı daha görünür yapmaz!

Ölüm olunca duruyorum, duruyoruz. Hayat ağır bastığından değil, bir tek; çeşitli imkânlar, birbirinden farklı olasılıklar artık geride kaldığından. Ölüm, anahtarı, kolu olmayan bir kapı gibi: Kapanır ve kalanları biçare bırakır.

Ama beni esas şaşırtan biçare kalmak değil! Kendi acısına yönelmiş hoyratlığa, o acıyı hep başka acılarla kıyaslamaya şaşırıyorum.

Türkiye sağ siyaset, Myanmar'daki Müslümanlara, Urumçi’deki Türklere, Irak’taki Türkmenlere, Hocalı’daki Azerilere, Erzurum'da öldürülenlere ancak ve ancak başka acılar gündeme geldiğinde hatırlanmalarını armağan etmiştir. Bu acılar, ne yazık ki başka acılarla tokuşturulur. Sanki başka acılardan bağımsız, onlarla bir şekilde kıyaslanmadan hatırlanamayacak gibidir bu acılar.


20 Nisan 2015 Pazartesi

Yağmurlu, Soğuk Bir Mart Akşamıydı ve Kavşakta Bekleyen Chet Baker'dı...

chet baker çalıyor içerde trompetini
incinerek
incinerek çalıyor
içinden tutuşan kristal bir top gibi geliyor üstüme
bir pencereden yuvarlanıverir gibi
usulca
incitmeden
blues'u, eroini, erkekleri, uzun yolları, hızlı arabaları sever gibi
tehlikeye düşkün olmadan tehlikeli her şeyi seven
o korkunç ve kırılgan mahlûkların hüznüyle

yataktayım
terliyorum
dışardan akşamın son sesleri geliyor
yazla çıldırmış çocuk çığlıkları
sana, ardına bakmadan
omzu seyirse de
göz ucuyla olsun ardına bakmadan yaşayan
o duman gibi adamları anlatmak istiyorum
ardında acı bir yanık kokusu bırakarak ufuk çizgisinden siliniveren
seni unutup unutmayacağını dahi bilmediğin
unutmakla unutmamak arasında varolmayan
yürüdükçe zaman diye bildiğin o ardardalığı anlamsız kılan adamları

chet baker çalıyor içerde
bir pencereden kendini usulca bırakır gibi
sana, soluğunla yüzleri buğulanan
ellerini tuttuğunda tutsak ettiğini sandığın
hiçbir şeye karşı koymayan adamları anlatmak istiyorum
kelebek gibi dokunan
şiddeti bile rüyadaymış gibi yaşayan adamları
hep uzaklara bakarken yakaladığım
ağlamayı bilmeyen
ağladığında bir hayvan gibi böğüren
seni bıçakladıklarında
bunu bir yazgıymış gibi alçakgönüllülükle karşılayan
o masum katilleri anlatmak istiyorum sana

chet baker çalıyor içerde
müzik yapar gibi değil
bildiğimiz hiçbir şey yapar gibi değil
korkuyla dönüyorum yatakta
bu yaz bitmeyecek..
bilemediğimiz onca şeyle birlikte bu yaz..

[Chet's Romance - Yıldırım Türker - Defter]

18 Nisan 2015 Cumartesi

İdeolojinin İçindeki Psikoloji

Louis Althusser'den önce ideoloji bir yanılsamaydı, yanlış bilinçti. Alametifarikası Marx'ın “bilmiyorlar, ama yapıyorlar” sözüydü.

Daha sonra Althusser, 1970’de “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”nda Lacan'ın bazı psikanaliz kavramlarını (özne, büyük Öteki, Baba’nın Adı, simgesel vb.) Marksist ideoloji çözümlemesine uyarladı. Böylece ideoloji çözümlemesinde ve tanımında "zihinsel olana" farklı bir yer açılmış oldu.

Ancak yine de önemli bir eksik kaldı geriye. Büyük olasılıkla Althusser de bu eksiğin farkındaydı. Farkındaydı, keza Lacan’a olan düşkünlüğü, kendi psikanalizi ve teorik katkıları geride kaldıktan sonraki bir tarihte, 1977'de, meçhul bir kişiye (olasılıkla bir aşkına) yazdığı mektupta dile getirir bu eksikliği: "Sana belirli bir kesinlikle (ki bir zamanlar yazmış olduklarımla oldukça uzak ilişkiler içinde olduğumu da hesaba kataraktan) söyleyebileceğim tek şey ideoloji (ya da somut ideolojik oluşumlar) ile bilinçdışı arasındaki ‘ilişkiler’ konusunda seni de ilgilendiren soruya varmadan önce (bariz biçimde) durduğumdur.” (Writings on Psychoanalysis, sf. 4)

Yine aynı mektupta ideoloji ile bilinçdışı arasında bir ilişki olması gerektiğini ama bunu icat etmeyi kendisine yasakladığını ve ideoloji üzerine yazdığı makalelerde bilinçdışı bağlantılar için henüz geçilmemiş bir sınır kaldığını belirtir. Varolduğunu bildiği ilişkiyi "kavramsal olarak nasıl ele alabileceğini göremediğini” de yazar.

Althusser'in göremediği için durduğu (ve de eksik bıraktığı) yerden ise Zizek devam eder ve Marx’ın sözünü tersine çevirir: “Ne yaptıklarını gayet iyi biliyorlar, ama yine de yapıyorlar.” (İdeolojinin Yüce Nesnesi, sf. 44). Böylece ideoloji ‘yanlış bilinç’ olmaktan ‘sinik bilinç’e dönüşür: Kişi yanlışlığı gayet iyi bilmektedir, ama onu yine de reddetmez. Örneğin yolsuzluk olması için devletin kasasının soyulması gerektiğine, devletin kasası soyulmuyorsa ona yolsuzluk denemeyeceğine inanır; hem de tüm kalbiyle.

17 Nisan 2015 Cuma

Sırlarla yaşayanlar

Günümüzde doğrudan dile gelmeyen ve farklı nedenlerle doğrudan dile gelemeyecek toplumsal arzuları dolaylı olarak kitaplarda ve dizilerde bulmak mümkün. Keza uzun zamandır “en çok satan” kitaplar ve “en çok izlenen” diziler arasında sırlarla ilgili olanlar özel bir yer tutuyor. İçinde sır geçen romanlar, sırlara erdiren kişisel gelişim kitapları baskı üstüne baskı yaparken sırlar televizyon ekranlarından evlere akıyor. Hani neredeyse sırlara dair okunası ve izlenesi bir toplumsal ihtiyaç söz konusu.
Sırlara olan bu rağbeti giz, gizem, yasaklı kelimeleri etrafında da bulmak mümkün. Elbette ki gizem edebiyatta, görsel sanatlarda her zaman için cazip bir konudur. Ancak günümüzde sır, giz, gizem toplumun neredeyse tüm katmanlarını kesen ortak bir ilgiyi içermektedir. Farklı konular ve durumlarda ve konularda yan yana gelmeyecek toplumsal kesimler konu sır, gizem olunca benzer bir ilgi sergilemektedir. Bu nedenle her ne kadar aynı anlamları taşımasalar da tüm bu kelimelerin taşıdığı, temsil ettikleri belirli bir ortak zihin hali olsa gerek. Sırların, gizli, saklı ve de yasaklı olanın zihinsel bir ihtiyacı (bilinçli olmayan, büyük oranda bilinçöncesine ama temel olarak bilinçdışına ait) temsil ettiği düşünülebilir. Peki, bu toplumsal ihtiyacın, sırların temsil ettiği ihtiyacın sırrı (anlamı) ne olabilir? Bunu anlamak için nereden başlayabiliriz?

4 Nisan 2015 Cumartesi

İnsanız, değil mi?

Bazı konular vardır, elinizde olmadan sizi köşeye, dar alana sıkıştırıverir. Örneğin vicdan böylesi bir konu; ulus, özgürlük, demokrasi, adalet, barış da bu tür konulardan, kavramlardan. Yüzergezer anlamlara sahip oldukları için. Duruma, kendilerini belirleyen koşullara bağlı olarak anlamları esneyebildiği, sizi ters köşeye yatırabildikleri için.

Bu tür konularda anlaşılır, uçlarından çekiştirilemez, nete yakın bir tanıma, açıklamaya varabilmeniz için kılı kırk yarmanız gerekiyor. Temel derdinizden uzaklaşmamanız için titizlikle, sabırla örmeniz gerekiyor söylediklerinizi, argümanlarınızı ve kendinizi. Çünkü, titizliği (hani neredeyse çilekeş bir emekçiliği) bir kenara bıraktığınızda yüzergezerlik hiç ummadığınız mecralara sürükleyiveriyor sizi. Bir de bakmışsınız ki özgürlük isterken despot, demokrasi isterken diktatör, akıl isterken dogmatik olmuşsunuz. Hiç de istemediğiniz bir konuma, hatta varmak istediğiniz yerin tam karşısına varmışsınız.

Velhasıl ideoloji alanında bu konular, bu tür kavramlar için kısa yollar, kısa devreler yok. Şiddet de böylesi bir konu.

22 Mart 2015 Pazar

An Introduction

De te fabula narratur!
(Horace, Satires) cited by Karl Marx, Das Kapital, 1867


And the paranoid builds it again, not more splendid, it is true, but at least so that he can once more live in it. He builds up by the work of his delusions. The delusional formation, which we take to be pathological product, is in reality an attempt at recovery, a process of reconstruction.
Sigmund Freud, Psychoanalytische Bemerkungen über einen autobiographisch beschriebenen Fall von Paranoia (Dementia paranoides), 1911
(translated by Andrew Webber, The Schreber Case, Penguin Books)



People are strange, when you're a stranger
Faces look ugly when you're alone
Women seem wicked, when you're unwanted
Streets are uneven, when you're down

When you're strange -faces come out of the rain
When you're strange -no one remembers your name
When you're strange, when you're strange, when you're strange

The Doors, People Are Strange, 1967

21 Mart 2015 Cumartesi

Kaygının Keyfini Çıkar!

Şimdi herkes kaygılı ve hayal kırıklığı içinde.

Çünkü aleni ümmetçi birisiydi. Din temelli milliyetçi (hatta ırkçı) düşüncelerini kimseyi umursamaksızın ifade edebiliyordu. Diplomatik teamülleri, görgü kurallarını ve nezaketi pek takan birisi değildi. Kendi sivriliğinin yanı sıra ailesinin vukuatları da cabasıydı.

Sürekli olarak kendisine yönelik sinsi bir komplo yürütüldüğünü söylüyordu. Söz konusu komplonun Amerika ve Avrupa’daki bir takım lobilerle onların iç uzantılarının eseri olduğunu dile getiriyordu. İç mihrakları bir takım entel-dantel takımı, bir takım medya patronu, köşebaşlarını tutmuş bir takım yazar bozuntusu ve teröristlerle işbirliği yapanlar oluşturuyorlardı.

Amerikancıydı ama Amerikan başkanı olsun, AB sözcüsü olsun herkese haddini bildirmekten de geri durmuyordu. Herkese ve her şeye yetiştirecek bir çift lafı, araya sokuşturacak bir çıkıntılığı vardı. Patavatsızlığının, burnunun dikine dikine giden halinin, önemli başkentlerde sevilmediği de dile getiriliyordu zaten.

Ülke tam anlamıyla ikiye bölünmüştü: Kaybederse “Eski, beceriksiz yöneticiler başa gelir” diye endişelenenler ve kazanırsa “Gelecek diye bir şey kalmaz” kaygısına kapılanlar. Toplumda öyle bir ruh hali yaratmıştı ki ister kendisini desteklesinler ister karşı olsunlar herkes kendisini sıkışmış hissediyordu.

Karşıtları artık her ne olursa olsun ondan kurtulmak istiyordu. Taraftarları ise her ne pahasına olursa olsun onu koltuğunda tutmak istiyorlardı. Onun kaybetmesi ya da kazanması toplumun her kesimi için neredeyse varoluşsal bir kaygıya dönüşmüştü.

Karşıtları, yıllar sonra bu sefer yenileceğinden ya da en azından geriletileceğinden emindiler. Bu tehlikeli adam gidecek ve toplum rahat bir nefes alacaktı. Kamuoyu yoklamaları, sandık çıkış anketleri ve özellikle büyük şehirlerdeki hava artık kaybetmeye başladığını gösteriyordu. Zaten bu aleni ırkçı, çirkef, savaş heveslisi, dur durak bilmez adamı kim, niye severdi ki?

20 Mart 2015 Cuma

Beyin İşleyişinin Anlaşılmasının Tarihsel Evrimi

Beyin! Altı üstü hidrojen, karbon, oksijen ve birkaç elementten daha oluşan, bir ilk görünüm olarak kıvrımlar, girintiler, çıkıntılardan oluşan bir organ! Diğer beden organlarından çok daha farklı bir şekle sahip olan, kafatasının içinde saklı bir organ. Hücresel düzeydeki örgütlenmesiyle, elementlerin bir anı bir diğer ana uymayacak hızda devinimiyle artık, algılarımıza, duygularımıza ve türlü türlü davranışsal yanıtlarımıza olanak sunduğunu bildiğimiz bir organımız. Homo Sapiensi diğer hayvan türlerinden ayıran ve bir o kadar da kendi türüne özgü özellikleri (dil, konuşma, anlama, iletişim kuma, aletler geliştirebilme, yani doğayla topluluk olarak mücadele edebilme) toplumsal yönde geliştirebilmesine olanak sağlayan organ.

Gariptir ama yüzyıllar boyu önemi de anlaşılmamıştır. İnsanlığın gelişmişlik düzeyi yetmemiştir, dinsel inanışlar engel olmuştur ve beynin işleyişinin anlaşılması da tarihsel bir gelişim göstermiştir. Hatta bu gelişim, tarihin gelişimine, yani sınıflı toplumların ortaya çıkardığı bilgi birikimine paralel bir seyir göstermiştir.

Her ne kadar beyin üzerinde iki bin yılı aşkın zamandır düşünülse de davranışlarımızın anlaşılması konusunda bu dinamik organımızın merkezi rolü son üç yüzyıl içinde anlaşılmaya başlamıştır. Örneğin Mısır Kralı Tutankamon yeniden dünyaya dönüşü için mumyalanarak hazırlanırken karaciğer, akciğer, mide gibi organları mezarında saklanmış ve kalbi bedeninde olduğu yerde bırakılmıştır; ancak kafatası açılmış ve beyni çıkarılmıştır.

7 Mart 2015 Cumartesi

Bu hatıralar kimin?

Biliyorum, birçok siyasi ve toplumsal gelişme olup bitiyor. Hatta ardı arkası kesilmiyor gelişmelerin, olayların. Ama bir yandan da pek farkında olmadığımız önemli gelişmeler yaşanıyor, bir yerlerde. Nerede? Örneğin bilim dünyasında.

Aslında oldukça popüler ve fantastik bir konudan bahsetmek istiyorum. Ama meselenin sadece fanteziyle sınırlı kalmadığını da düşündüğüm için...

2004 yapımı ‘Sil Baştan’ (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) filmini bilmem izlemiş miydiniz? İki sevgili, yürümeyen ilişkilerinin ardından birbirlerini unutmak için zihinlerinden ilişkilerine ait anıları sildiriyorlardı. Ama aşk bu ya, küçük bir hatıra kırıntısı zihinde bir yerlere, yapılan silme işleminin ulaşamayacağı bir yerlere saklanıyor ve iki sevgili farkında olmaksızın (birbirlerini hatırlamamalarına rağmen o silinememiş hatıranın da etkisiyle) tekrar ilişkilerinin en başına dönüyorlardı. İşte bu fantastik kurguda olduğu gibi hafızanızdaki bazı kötü anılardan kurtulmak ister miydiniz? Örneğin aşağılandığınız bir andan, hatırlamak istemediğiniz yüzlerden ya da bir kazadan, bir karardan…

21 Şubat 2015 Cumartesi

Dolmuş

Bazı kelimeler var, daha duyar duymaz kıllandığım; akreditasyon gibi, standardizasyon gibi, vizyon-misyon gibi. Birileri bizleri ayaküstü kandırırken bunun cafcaflı kılıfı oldukları için Hatta bu kelimeleri bir sunumda, kurumsal bir tanıtım toplantısında falan kullanan kişilere de hem kıllanır hem de hayret ederim; bir suça ortak olduklarının farkında olmayı bırakın tam tersine müthiş bir buluşu tevazu gösterip bizlere bahşettikleri havası içinde oldukları için. İşte daha duyar duymaz kıllandığım o kelimelerden bir tanesi de inovasyondur.

Türkçesi “yenilenmek” demek. Daha doğrusu yeni fikirler, yeni yöntemler, yeni ürünler aracılığıyla varolan bir şeyin (eskinin) değişmesi demek. Hal böyle olunca, eskinin kötülenmesi ve yeninin sorgusuz sualsiz parlatılması gereken her yerde boy gösteriyor inovasyon: Siyasette inovasyon, yazılımda inovasyon, hastane hizmetlerinde inovasyon vb. Hakikaten bildiğimiz gibi değil, keza inovasyon kısırlaşan her şeyin kurtarıcısı gibi sunuluyor, öyle olması arzu ediliyor. Üşenmedim, internette bakındım; üniversitesinden derneklerine kadar herkes inovasyon günleri düzenliyor. Herkes yeninin peşinde… Yeni Türkiye’nin, yeni siyasetin… Neyse…

7 Şubat 2015 Cumartesi

“Everything little little…”


Tüm bu yaşananlar sırasında anladım ki hep yöntemin peşinde olmuşum. Bütünlüklü, kapsayıcı, köktenci, derinlikli, açıklayıcı ve yeni kapılar açan bir yöntemin.

Bütünlüklü, köktenci bir yöntem açık olamaz!” dediğini duyar gibi oluyorum. Haklı da olabilirsin. Ama teorinin kendisini tartışmaya girmek istemiyorum şimdi. Velhasıl teorinin kendisine dair tartışmalar biraz zor gelir bana. Ama söyleyeyim, Althusser yüzünden. Daha doğrusu Lenin ve Felsefe’si yüzünden. Çünkü teorinin kendisi üzerine tartışmanın aslında yüzeyde gezinmek olduğunu düşünmüşümdür. Bedenin kendisiyle değil de gölgesiyle uğraşmak, gölgeden bedene dair bir kestirimde bulunmaya çalışmak gibi gelmiştir bana. Hâlbuki sanırım hep bedenin kendisine ulaşmayı tercih ettim. Derinlik aradım.

İşte bu nedenle, farkettim ki örneğin mesleki felsefemde, yani psikiyatri felsefesinde bilişsel-davranışçı kurama yakın hissedemedim kendimi. Arkasında bir felsefe, bir gövde yoktur diyemem, vardır. Ama bilişsel-davranışçı kuramın insan davranışlarını, bilişini ve duygularını anlamaya çalışırken yüzeyde kaldığını, derine inemediğini, bütünlüklü, açıklayıcı bir arkaplana sahip olamadığını düşündüm. Neye göre? Psikanalize göre… Psikanaliz bana göre psikiyatrinin hâlâ ve hâlâ temel felsefesi, temel gövdesidir. Onca karmaşaya rağmen. Istırap çeken ve çeşitli belirtiler (semptom) yaşayan insanı anlamanın bütünlüklü ve derinliği olan, çözümleyici yoludur.

Bütünlüklü olma ve derinlik arayışımın karşılığı bir tek psikanaliz mi? Değil. Daha öncesi var. Tarihi ve toplumsalı anlamanın bütünlüklü yolu da Marksizmden geçiyor gibi geldi bana hep.