30 Kasım 2011 Çarşamba

Gelecek ne kadar sürer?

Kuşak olamamış bir nesiliz belki de. Kökleri kesilmiş, dalları kırpılmış. Körpecik ortalığa atılmış. Duvarlar üstümüze çökmüş, dönülen köşelerden ateşler saçılmış üzerimize. Özcan Alper, Sonbahar için Express'e verdiği mülakatta sosyalizm düşüncesi ile 90'lı yıllarda tanışanların belli bir romantikliğinin, ortak bir duygudaşlığının olduğunu belirtiyordu. Hani "akıntıya karşı durmak" anlamında falan değil, geçmişle ve gelecekle bağının olmaması, böylesi bir bağın hiç varolmaması, göbeğimizi kendimizin kesmesi anlamında. Bir duvar yıkılmış, yanlış bir deney bitmiş ve yanılgı ortaya çıkmıştı. Aile, okul, devlet, kitaplar, ıvır zıvır, herşey aynı teraneyi söylüyordu.
Bizler için ise geriye kalan tufandı. Tufanın içinde dostlarını, benzerini arayan, arayan, arayan ama bulamayanlardık biz. Öyle de kaldık zaten. Üstümüzden tarih geçti.
Gelecek Uzun Sürer'deki Sumru, o dostlardan işte. Çok tanıdık, çok bildik. Hele Ahmet... Cinahmed... Yurtta oda arkadışımız, Olgunlar sokakta sahaftı kendisi. Can'dı. Biraz Stalker, biraz Angelopulos'tu. Sanki çok ama çok yaşamıştı. Çünkü üstüne eski kuşakların yorgunluğu çökmüştü. Ve işte o mirasla baştan aşağıya insandı. Hep aşıktı. Şiirler yazdı. Hep bekledi. Karşılıksız. Harun ise bir kol uzatma mesafesindeydi. Hemen dibimizdeydi. Kardeşti. Yılkıya bırakılmış atlar gibi özgür, koştu, gitti.
Biz hep birbirimizi aradık durduk ama üstümüzden tarih geçti.
Özcan Alper boşuna Sumru'ya ağıtlar aratmamış. Ve boşuna uzun bir yürüyüşe çıkarmamış buz tutmuş gölün kenarında, Khaçadur Avedisyan'ın Ororotsayin'ı ile. Altında kaldığımız tarihin tozu dumanı içinde arayıp da bulamadığımız annelerimizin kulaklarımızda yankılanıp duran ninnisiyle.

20 Kasım 2011 Pazar

Üç sonbahar, üç kış ve üç ilkbahar

Toz içindeki bir patikadan çıkılırdı bahçeye. Yer yer dökülen yüksek duvarların, yer yer yıkılan fabrika bacalarının, çürümeye bırakılmış metal iskeletlerin arasından yürünür ve demir kapısına varılırdı.

O geldiğinde güneş tepedeydi ve selvilerin gövdesine tutunarak tüm bahçeyi aydınlatıyordu. Gölgeler, ışıltılar, eğreltiotları kıpırtısız bekliyorlardı.

Durdu. Bir süre öylece bahçenin içine saklanmış sesleri duymaya çalıştı. Az sonra içeri girecek ve orada üç sonbahar, üç kış ve üç ilkbahar geçirecekti.

Girecek ve orada kendisine yürüyecekti.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Çavdar Tarlasının Kıyısında Bekleyenler ve Oralara Hiç Uğramayanlar

"The maenads tought us there were two ways through life – the way of nature and the way of grace. You have to choose which one you’ll follow.
Grace doesn’t try to please itself. Accepts being slighted, forgotten, disliked. Accepts insults and injuries. Nature only wants to please itself. Get others to please it too. Likes to lord it over them. To have its own way. It finds reasons to be unhappy when all the world is shining around it. And love is smiling through all things."

"Rahibeler bize hayat boyunca izlenebilecek iki yol olduğunu öğrettiler: Keyfiyet Yolu ve İnayet Yolu. Hangi yolu izleyeceğini sen seçmelisin.
İnayet, kendi içinden geldiği gibi hareket etmeye çalışmaz. Umursanmamayı, unutulmayı, sevilmemeyi kabullenir. Hor görülmeyi ve incitilmeyi kabullenir.
Keyfiyet ise yalnızca kendi istediği gibi hareket etmeyi sever. Diğerlerine de kendi istediğini yaptırır. Onların üzerine hakimiyet kurmayı sever, kendi bildiğini okur. Tüm dünya onun etrafında ışıl ışıl parlarken mutsuz olmak için nedenler bulur. Sevgi ise tüm bunlar sırasında gülümser.

Bize inayet yolunu sevenlerin sonu kötü olmaz diye öğrettiler.

Sana karşı dürüst olacağım... Her ne çıkarsa karşıma..."