27 Temmuz 2018 Cuma

Christian Reiner | Joseph Brodsky - Grosse Elegie an John Donne

Belki tüm Almanya için konuşamam ama ne bileyim işte, mesela Leipzig'e gitmiştim ve sevmiştim orayı. Halen de ara ara hatırlarım, özlerim Leipzig'i. Öyle çok gezmeli falan değildi gidişim ama çok iyi gelmişti bana. Şehri çok görememiş olmama rağmen halen aklımdadır kaldığım yer (ki yenilenmesi henüz bitmişti; yüksek tavanlı, ahşap kokulu odada kalan ilk kişi bendim), yürüdüğüm sokaklar. Öyle alelade, sıradan bir odaydı ve öyle alelade, sıradan bir gezmeydi benimkisi ama orada olmak, tek başıma kalmak iyi gelmişti. Hatta iki gün üst üste 12'şer saat uyumuştum sanırım. O derece huzurlu gelmişti, oda ve şehir.

Sonra mesela Ulm da iyi gelmişti. Sevmiştim. İçinden geçen suyu, yeşili, bir kaç meydanını, işte Einstein'ın oralı oluşunu falan. Bir de kocaman bir oyuncak mağazası vardı. Bayılmıştım. Ve seçim zamanı olduğu için Die Linke'sinden MLKPD'sine kadar birçok sol/sosyalist partinin afişini görmüştüm (insan değil, afiş:-)).

Ve geçen yıl Berlin. Yarı sersem ve şaşkın bir şekilde hızlıca dolaşmak o koca şehri. Strasse'ler, Hermannplatzlar ve üst üste gelen acayip tesadüfler. Ve acayip bir modern tarih. Her yerde.

Dönünce anladım etkilendiğimi. O zaman pek anlamamıştım. Ve bir de üstüne Berlin Babylon'a denk gelince.... Bir arkadaşımın ısrarıyla başladım izlemeye ve sanki Berlin'e geri döndüm. Evet, eminim: Benim için Berlin demek 1920'ler, 30'lar falan demek sanırım. Dizi de bunu iyice teyit etti.

Böylece Almancayla, o kaba saba dil ile de bir yumuşama oldu tabii ki aramda. Ve şuna denk geldim: Christian Reiner | Joseph Brodsky - Grosse Elegie an John Donne.

Aslında şiirin orjinali Rusça; yani sanırım. Brodsky de SSCB ve soğuk savaş mazisinde çok kritik yeri olan acayip bir figür. 70lerde. Şair, yırtıcı, kabına sığmaz ve insanları etrafına toplayan cinsten. Muhtemelen de istihbarat örgütleriyle bağlantılı. Sovyetlerden kaçınca el üstünde tutulmuş. Tabiri caizse "yaşatılmış". Nobel falan almış. Ama sanırım bu aralar Avrupa'da yeniden keşfedildi. Çünkü son bir kaç yılda sık sık çıktı karşıma. Ya da belki hep dolaşımdaydı adı, şiirleri, Batıda da ben şimdi denk geldim. Bilemiyorum işte. Ama şiirini bizim ikinci yeniye falan benzettim: insanın kendine ya da ancak birkaç yakın arkadaşına, ahbabına falan okuyabileceği derinlikli, etkileyici şiirler.

Christian Reiner'in okuması ise ayrı bir tekinsizlik katmış şiire. Hiç bir şey anlamasam da çok şey anlayarak dinliyorum bu şiiri. Yeniden ve yeniden.

22 Temmuz 2018 Pazar

Toplumsal kurtuluşa karşı toplumsal direniş


Bu psikolojiden nasıl çıkılır diye soracaktım ki ülke, tarih, nesnellik sağolsun! Seçim sonrasının "şok" hali hızla dağılmaya başladı. Hatta diyebilirim ki yeni bir seçim atmosferine, kitlelerin kendisini kaptıracağı o büyülü hava için bir yola az çok girildi bile. Yaz geçsin, siz siyaseti o zaman görün! Raydan çıkan bir gelecek, son khk'lar, ilk ck’lar, şirketleşen bir devlet, kaybolan çocuklar, kaybolan bir ülke, dört bir yana saçılmış kedicikler, İntizar falan derken bol bol uyum işaretleri belirdi çünkü.

Ama herkesin hissedebildiği gibi seçim sonrasının "yandık, bittik" hali de her yeni gündemin büyük bir "tepkiyle" karşılanmasına neden oluyor. Ve haliyle de daha bir kaç gün öncesine kadar "vahim" olarak görülen başlıklar da hızla unutulup geçiliyor.

Mesela Arda Sel ve simgesi haline dönüştüğü tren kazası ne kadar da hızlı unutuldu. Kazanın teknik yanını enine boyuna konuştuk belki ama onca kayıp arasından neden Arda Sel'in seçildiğini, simgeleştirildiğini konuşamadık.

Ardından bu hafta muhafazakârından modernine tüm aile mevhumunu derinden sarsması gereken ama sarsmayan Ceceli ve İntizar olayı geldi. Geldi gelmesine ama mesele bir kimlik meselesi olarak kaldı. Ve düzenin kimlikler üzerinden kendini nasıl da ayakta tuttuğu, tutabildiği atlandı.

O, şu, bu değil de homofobik söylemler, Ceceli'nin neleri temsil ettiği ve mağdurla özdeşim sırasında sanki bir şeyler, çok temel bir şeyler unutuldu: Türkiye güncelliğinin mayası, unutuluverdi.

Benimkisi bir iddia olsun ve ben yanılayım ama bu yaşananlardan "kahraman" ya da en azından toplumdaki genel kabulleri sarsan bir itiraz çıkmaz. Öyle çok zaman sonra değil, en fazla seneye, bol umre yapmış bir İntizar çıkar ve der ki: "Kendimi kaybetmişim. Anladım ki bu bir hastalıkmış, bir illet. Gittim hocamdan af diledim. Tövbe ettim. Ruhumu temizledim ve temizlendim. Şimdi hem ahret için hem de bu dünya için yeniden hazırım."

Olur mu? Olur. Ben yanılırsam ne âlâ, ama gözlerini koca koca gerçeklere kapatanlar yanılırsa... Ve hep yanılıyorlarsa? O zaman ne âlâ!

Neden böyle oluyor? Bu hız, bu tepki gösterme ve hızlıca bir sonraki tepkiye geçme seferberliği neyi anlatıyor? Bunları konuşamadık. Konuşmadan geçiyoruz.

Açıkçası tüm bu alametleri Türkiye toplumunun kendisini çağıran, davet eden çağrıya karşı bir direnişi olarak görüyorum.

10 Temmuz 2018 Salı

Franco Basaglia ya da herkes susarken konuşmak


İnsan bazen çaresiz kalıyor, bazı durumlar karşısında...

Aşağıdaki satırlar bir psikiyatrist için, Franco Basaglia için yazılmış. Ama sevdiğimiz, çok yakınımızdaki dostlarımız, arkadaşlarımız ve toplumun, tarihin genel gidişatına kafa tutan tüm güzel insanlar için de geçerli. Ve onlar hakkında olarak da okunabilir.
"There are moments, in the history of humankind, in which the entire society is involved in the perpetration of violence and injustice. In these situations most of the men, despite their education and intelligence, are not able to see the crimes of which they are guilty. Everyone tries to justify the horrors he sees (or deliberately does not see), saying that there is no alternative, convincing himself that despite the violence it is the “best solution”. It happened at the time of slavery. It happened at the modern times. And it still happens now, in industrial butcheries, in slavery-like industries, in inhumane prisons. In all these situations few men and women understood that all the reasons provided by society were excuses and listening their hearts stood against the injustice and tried to change the world."
İtalyan bir psikiyatrist olan Basaglia hem siyaset dünyasında hem de psikiyatri camiasında "tımarhaneleri kapatan kişi" olarak bilinir. İroniktir ki psikiyatrist dostlarımızın, arkadaşlarımızın "yüreklerini dinleyerek haksızlıklara karşı ayağa kalkmaları" nedeniyle akademiden atıldıkları günlerden tam da 40 yıl önce psikiyatri uygulamasında belki de çağlar süren bir geleneğe, depo hastanelere son verilmesi sürecini başlatmıştır, Basaglia. İtalya, Trieste'de. 

Uzun uğraşlar ve mücadeleler sonucu önayak olduğu bu değişim politik dünyada, özellikle Avrupa solu içinde de büyük yankı bulmuştur. Konuyla ilgili bir çok yazı, kitap ve belgesel de bulunabilir. Yakın zamanlı bir yazıya ise buradan ulaşılabilir. 

Gerek psikiyatri dünyasında gerek siyasi mücadelede gerekse toplumların uzun yürüyüşleri boyunca görmeyenler için gören, duymayanlar için duyan ve sesi olmayanlar için konuşan birileri umarım hep olur. Onca bedel ödemelerine rağmen.

Bu vesileyle, bir kez daha hoşçakal ve de merhaba Halis kardeşim.

1 Temmuz 2018 Pazar

Sihirli kutu


Şimdi öncelikle şunu söyleyeyim ki anlatılan (sadece benim değil) hepimizin hikayesidir. Ve adı da "sihirli sandık" olabilir. Hatta çok istenirse balesi de yapılabilir, operası da olabilir ama artık bu devirde köy seyirlik oyunu olmaz.

Gerçi bu devirde opera, balesi de olmaz ama bu hikaye modern dansa da hiç uymaz. Biliyorsun, biliyorum ki aslında eski bir hikaye bu hikaye.

Sandık sihirli. Ve ne yalan söyleyelim, güçlü bir iksiri var bu sihirin. Herkesi etkisi altına almasından, hayaller kurdurmasından belli. Ve kabul etmeliyim ki ben de hariç değil. Ne yazık ki!

Sandık sihirli olunca, cini de çok oluyor. Parlattıkça devasa, nobran ve hin cinleri saçılıyor ortalığa sandığın. Allem ediyor, kellem ediyor, hatta tüm bunlara bile gerek kalmıyor, kendisine bakan, yanaşan herkesi etkiliyor.

Sonra gelsin hayal kırıklıkları, dumur olmalar, kendinden geçmeler, ayılıp bayılmalar ve de feryatlar. İş öyle bir noktaya varıyor ki gerçekçi olmak lazım diye çıkılan yolda gerçekle bağın tümden koptuğu, her şeyin sıradan bir "-mış gibi olma hali" olduğu keşfediliyor. Ne güzel!

Tabii ki bir tür aydınlanma da yaşanıyor gerçekle yeniden temas tesis edilince. Tabii ki o gerçek de ne kadar gerçekse artık! Kendi dibini bile aydınlatmayan bir aydınlanma yaşanıyor hızlıca.

Ve sonra gelsin gerçeğin yeniden inşası, gelsin yeni hesaplar. O hesaplar ki kerametleri tüm bu sandık işinin temeli. Ama insan aklı bu, durmuyor ve ara sıra sormaya devam ediyor, kahretsin ki!