29 Eylül 2019 Pazar

Depremden önce nerede toplanalım?

Steven Soderbergh'in "Equilibrium" (2004) filminden bir sahne: Bir psikoterapi seansı - divanda yatan hasta ve pencereden kağıt uçak fırlatan terapist

Sarsacak, sallayacak, yıkacak denilen İstanbul depremi geldi günlerimizin kapılarına dayandı. Zaten “İstanbul Depremi” diye ayrı bir olgu var hayatımızda. Bir zamanların “trafik canavarı” gibi. Bekliyoruz kendisini. Dile kolay, 20 yıldır bu beklentiyle yaşıyoruz.

Aslında belki eksik ve hatalı bir isimlendirme, İstanbul Depremi. Belki de “Türkiye Depremi” demeliyiz kendisine. Çünkü İstanbul’da olan biten orta ve büyük ölçekli her şey Türkiye’yi de sallıyor, etkiliyor. Yani Marmara’da bir tek fay kırılmaz, Türkiye de kırılır. Biliyoruz.

Gerçi ‘99 Depremi Türkiye’nin 20 yılını nasıl etkiledi diye düşünüyorum; madem bu kadar önemli ve etkileyici bu deprem, nasıl değiştirdi bu ülkeyi bir önceki? Nasıl bir kırılma yarattı? Aslında onu da biliyoruz.

Hiç unutmam. İnsanlar yıkıntılar altındayken daha, Meclis’ten emeklilik düzenlemesi geçmişti. Hem de gecenin bir vakti. Türkiye kapitalizmi, sermaye sınıfı, siyaseti binlerce insanın hayatını kaybettiği bir depremi bile fırsata çevirmişti. O “fırsata çevirme” hali 20 yıldır devam ediyor işte. Öyle bir kırılma yaşadık yani.

Sermaye durdurulmadıkça durmaz! İsteyen 20 yıl öncenin ve bugünün İstanbul’unu, haritalarını, fotoğraflarını karşılaştırabilir. İlk depremde, daha çok insanın canını yakacak bir ülke, koca bir şehir inşa ettiler. Bu kadar basit.

Ama depremlerde sadece binalar, yapılar çökmüyor. Zihinler de çöküyor. Kırılmanın bir de öyle bir boyutu var.

22 Eylül 2019 Pazar

Belki kaybedeceğiz ama...


Ne garip zamanlarda yaşıyoruz. “Gerçek” hayatlarımızda yalnızlaştıkça “sanal” hayatlarımızda daha kolektif hale geliyoruz. Başkalarının acısı bizim acımız oluyor. Başkalarının öfkesinde kendi öfkemizi buluyoruz. Biliyorum bir kısmı histerik bir hal taşıyor: abartılı, tiyatral. Ama bir kısmı da yalansız, katıksız, hesapsız, saf bir duygudaşlık. O kadar.

Garip zamanlarda yaşıyoruz. Neslican’ı ve hayatını, aklını, “mücadelesini” böyle tanımak, içselleştirmek bırakın bir kaç on yıl öncesini, on yıl önce bile mümkün müydü? Sanki değildi. Sanki şimdilerde daha kolay özdeşleşiyoruz Neslican’la, Zeynep teyzeyle, çocuklarla, kedilerle, yanan ormanlarla, ısınan dünyayla... Bir arayış var. Bir duygu seli.

Neslican’ı “tanımıyordum”. Yani sosyal medyada paylaştıklarından, durumundan haberdar değildim. Anladığım kadarıyla insanları bir çok yönüyle etkilemiş, kendisine, hayatına çekmiş.

Bir çok yönünün içinde ise sanki en çok cesareti etkilemiş insanları: hastalığını çekinmeksizin paylaşması (ki atlamayalım kanser, psikiyatrik hastalıklardan sonra en büyük korkumuz, tabumuz değil mi hâlâ?) ve genç bedeninden eksilen uzvuna rağmen “yenilmemesi” etkilemiş. İnsanlar kayıplardan sonra yıkılmaya, yenilmeye çok alışkın bizim buralarda. Küsmek milli bir değerimiz değil mi? Neslican küsmemiş, yılmamış.

Hikayesi “aman, boşver” ile orada kalmamış: kaybettiklerini işleyip yoluna devam etmiş. Mesela sormuşlar “Öfkelenmiyor musun, bacağını kaybettiğin için?” diye. O ise sağlığını/bedenini kaybetmeyi çoktan geride bırakmış: “Ben başıma gelenleri kabul ettim. artık bir sonraki aşamaya geçmek istiyorum” demiş. Bir sonraki aşama? Mücadeleye, yani bir anlamda yaşamaya, hayata tutunmaya devam etmek değil mi? Durmamış.

İnsanlar büyük ihtimalle onda bu “durmamayı” gördüler. Kendileri dururken, kendileri acıları, dertleri için harekete geçmezken, hatta tüm hayatlarını “kanser” gibi sarmış sorunları için harekete geçemezken, işte orada birisi durmuyormuş. Konuşuyormuş, paylaşıyormuş, çekinmiyormuş. Sevmişler. Acı çekse de ayağa kalkmış gencecik bir beden. Protez bacağını estetize etmeyi da başararak.

17 Eylül 2019 Salı

Diyorlar ki Hiç Bir Şey Aynı Kalmaz!

Tigran Hamasyan geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız yeni bir albüm yayınladı. Daha doğrusu bir film için yazdığı müzikleri yayınladı. "Diyorlar ki Hiç Bir Şey Aynı Kalmaz" (Aru sendou no hanashi [They Say Nothing Stays the Same]) isimli film Japonya'da oldukça sevilen bir aktör olan Joe Odagiri'nin ilk yönetmenlik denemesiymiş. Filmin prömiyeri ise Eylül ayında düzenlenen Venedik Film Festivali'nde yapılmış. 

Anlaşılan o ki yönetmen Odagiri bu film için "dokunaklı" bir iş ortaya çıkarmak istemiş. Japonya kırsalında artık kaybolup gitmekte olan bir yaşam tarzına odaklanan film için Odagiri bir yandan Christopher Doyle ile çalışmış bir yandan da Tigran Hamasyan ile. Doyle bir çok film için hatırlanabilir ama herhalde dönemsel bir unutulmaz atmosfer denince akla gelecek ilk filmi "Aşk Zamanı [In The Mood for Love]" olacaktır. Hamasyan'ın ezgilerinin de bu atmosfere yakın olduğu düşünülürse filmde görüntünün ve müziğin dokunaklı bir birlikteliği sağlanmış olacağını sanırım kolayca anlayabiliriz. 

Her ne kadar filmin fragmanı oyunculuklarda oturmamışlık varmış izlenimi uyandırsa da filmin müzikleri "bir film müziği" olduklarını hemen belli ediyorlar. Zamanın yavaş aktığı bir orman, acelesi olmayan bir nehir, bir yere (hatta kendilerine bile) yetişmek zorunda olmayan insanların müziği, Hamasyan'ın müziği. Zaten hemen her albümü sinematografik bir anlatı olan Hamasyan umarım filmini de bulmuştur. Güzel ve duygu dolu bir albüm olmuş çünkü.

Tigran Hamasyan • They Say Nothing Stays the Same (Original Motion Picture Soundtrack) • Seeebedon Records • 2019***** 

15 Eylül 2019 Pazar

Zekâ testi ve ötesi


Okullar açıldı. Okulların açıldığı gün de Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un Milliyet’e verdiği bir söyleşi yayınlandı: “Eğitimin kozmik odası: e-rehberlik” adıyla [1]. Kozmik oda denince artık memleketimizde ayrı anlamlar doğuyor. 'Sır perdesi' aralanmış gibi oluyor.

Bakan Selçuk Milliyet’e yaptığı açıklamada öğrencilerin yetenek ve becerilerinin tespiti çalışmaları kapsamında 800 bin kadar öğrencinin zekâ taramasının yapıldığını belirtiyordu. Ve bir de “müjdeli” bir haber veriyordu: “ASİS dediğimiz yerli zekâ ölçeğiyle ve başka tarama testleriyle bunu yaptık ve önümüzdeki 2-3 yıl içerisinde bütün Türkiye’deki taramayı bitireceğiz.

Birçok haber kaynağı bakanın bu ifadelerini “tüm çocuklara zekâ testi yapılacak” diye verdi. Ve fikre, anında çeşitli itirazlar gelmeye başladı: “Teste siz gidin kabineden başlayın” diyenler mi istersiniz yoksa “çocuklarımızı fişlemenize izin vermeyeceğiz” diye duruma şüphe ve kuşkuyla yaklaşanları mı? 'Zekâ testi' önerisi geniş bir kesimden tepki çekti ve sanırım bakanın tam olarak ne dediği de arada kaynadı gitti.

Aşağıda daha ayrıntılı yazdım ama mümkünse tüm çocukların zihinsel gelişimlerinin izlenmesinden ve erken müdahale olanaklarının kaçırılmamasından yanayım. Bu, zekâ testi istediğim anlamına gelmiyor. Daha bütüncül bir tarama ve izlem gerektiğini düşünüyorum. Çünkü zekâ zihinsel gelişimin sadece bir yönü. Karmaşık. Gelişmeye de körelmeye de açık. Yani değerlendirilmesi ancak başka değerlendirmelerin içinde bir anlam taşıyor. Tek başına yetmiyor.

Ama bakanın dile getirdiği taramayı önemsedim ve konu da ilgimi çekti. Biraz araştırdım…

10 Eylül 2019 Salı

İthaka


İthaka'ya doğru yola çıktığın zaman,
dile ki uzun sürsün yolculuğun,
serüven dolu, bilgi dolu olsun. 
Ne Lestrigonlardan kork, ne Kikloplardan,
ne de öfkeli Poseidon'dan. 
Bunlardan hiçbiri çıkmaz karşına,
düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
ince bir heyecan sarmışsa eğer. 
Ne Lestrigonlara rastlarsın,
ne Kikloplara, ne azgın Poseidon'a, 
onları sen kendi ruhunda taşımadıkça, 
kendi ruhun onları dikmedikçe karşına. 

Dile ki uzun sürsün yolun.
Nice yaz sabahları olsun,
eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde
önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin!
Durup Fenike'nin çarşılarında
eşi benzeri olmayan mallar al,
sedefle mercan, abanozla kehribar,
ve her türlü başdöndürücü kokular;
bu başdöndürücü kokulardan al alabildiğin kadar;
nice Mısır şehirlerine uğra,
ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerinden. 

Hiç aklından çıkarma İthaka'yı.
Oraya varmak senin başlıca yazgın. 
Ama yolculuğu tez bitirmeye de kalkma sakın.
Varsın yıllarca sürsün, daha iyi;
sonunda kocamış biri olarak demir at adana,
yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,
İthaka'nın sana zenginlik vermesini ummadan.
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka. 
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın. 
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka. 

Onu yoksul buluyorsan,
aldanmış sanma kendini. 
Geçtiğin bunca deneyden sonra 
öyle bilgeleştin ki,
artık elbet biliyorsundur
ne anlama geldiğini İthakaların. 

Konstantinos Kavafis
(1863 - 1933) 

İthaka: İyon Denizi'nde bulunan bir adadır. Homeros'un İlyada Destanı'nda, Odisseus'un yurdu olarak anlatılır. Homeros, Odisseus'u adasına, yurduna, karısına dönmek isterken anlatır. Kavafis de aynısını yapar. Ama bu sefer varılacak yer değil, çıkılan yoldur önemli olan.

[Kavafis'ten Kırk Şiir, S. 26 - 27 | Çeviri: Cevat Çapan] 

8 Eylül 2019 Pazar

Ezhel’in şarkısı, toplumun öfkesi, tarihin çağrısı


İki şarkı düştü önümüze. Olay ve Susamam.

Aslında bu yazının başlığına çıkmayı hakeden şarkı daha çok Susamam’dı. Ama olmadı. Denedim. Rap, biraz da sözel ve işitsel uyumsa eğer, uymadı. Gerçi aynı gece yayınlanan her iki şarkı da sözleriyle, görsel işleriyle hemen ses getirdiler ve bir kıyaslama yapmak gereksiz, hatta saçma. Ama başlığa uyan Ezhel oldu, aklıma uyan ise Susamam.

Öte yandan dönemin ruhunu yansıtmak anlamında bir rap şarkısı istenecekse eğer, şurada iki-üç gün öncesine kadar Saian’ın “Feleğin Çemberine 40 Kurşun” şarkısı gelirdi aklıma ilk, ama şimdi bu iki şarkı da eklendi listeye. Günlerimize imza attılar, rapçiler. Ne garip!

Üreticileri şarkıların böyle tutacağını, ses getireceğini düşünüyorlar mıydı bilemiyorum ama planlı ve organize bir biçimde patladı her iki şarkı. Tam bir rap işi: kolektif ve organize. Seveni çok oldu, eleştireni ve hatta protesto edeni de...

Tabii ki her iki şarkı için çok şey söylenebilir. Hatta aynı gece yayınlandıkları ve aynı tarzdan, aynı doğrultudaki hikâyelerle geldikleri için “tek bir şarkı” gibi düşünmek bile uyabilir. Hatta evet, tek bir şarkı olarak görülebilir ikisi. Ezhel’e teklif edildi mi bilemiyoruz ama Susamam’dan belli, bu kolektif ses, kolektif belleğimizin, duygularımızın sesi oldu.

İlginç olan şu ki çok da güçlü ses de aldılar biz dinleyenlerden. Her iki şarkı, ilginç biçimde hemen herkesi “bir şey” söylemeye çağırdı. Görenler, izleyenler, dinleyenler “bir şey” söylemek zorunda kaldılar: şarkılar hepimizi sanki “kendiliğinden” harekete geçirdiler.

Neden?

1 Eylül 2019 Pazar

Hayatı genlere indirgeyemedik gitti!


Şimdi geriye dönüp baktığımda ne büyük “aldatmacaymış” diyorum. Tam bir “piyasa” pazarlamasıymış, tek bir gen ile belirli bir davranış, duygu, düşünce arasında doğrudan ilişki kurmak. Ama bir yandan da hâlâ oradayız: “Solculuk/ateistlik geni bulundu”dan gelmedik mi bu günlere?

2000’li yılların başında tek gen ile depresyon arasında ilişki olduğunun “gösterilmesi” büyük heyecan yaratmıştı [1]. Buna göre beyindeki sinirsel iletiyi sağlayan moleküllerden birisinin (serotonin) yapıştığı proteini kodlayan gendeki küçük bir değişiklik (polimorfizm) kişinin depresyona girme riskini değiştiriyordu. Proteinin kısa formunu taşıyan kişilerde olumsuz hayat olayları (çocukluk çağında yaşanan ihmal, istismar ve zorluklar) da varsa depresyon riski çok daha yüksek oluyordu.

Yer yerinden oynamasa bile bu çalışma psikiyatride (ve davranış bilimlerinin tamamında) yeni bir dönemin açılışını haber veriyordu. Keza en önemli bilimsel dergide, öyle psikiyatri gibi “sağlam” çalışması pek olmayan bir alana kolay kolay yer vermeyen “Science” dergisinde yayınlanmıştı makale. Çok heyecan uyandırmıştı ve artık psikiyatri (ve tabii ki diğer davranış bilimleri) sosyal bilimlerin mızmızlığından kurtulacaktı. Psikiyatri “ağır” bilim olmanın kapısını aralamıştı.

İnsan genomu projesinin tamamlanmasına bağlı bu “iyimserlik” belli bir modele dayanıyordu. Bu modele göre gen ile davranış, duygu ya da düşünce arasında “doğrudan bir ilişki” vardı: Gen proteini, protein dokuyu, sinir dokusu (beyin, beyinde bir ya da birkaç bölge) da davranışı belirliyordu. Böylece genden hatta tek bir genden “hastalığa” giden yollar bulunabilecekti.

Ama kısa sürede bu denklemin pek doğru olmadığı ortaya çıktı. 2000’li yılların ortasına gelindiğinde bilimsel literatürde sonucu tekrarlanamayan ya da çelişkili çıkan binlerce (hatta on binlerce) tek gen çalışması vardı artık. Ama aynı dönemde teknolojik gelişme “gen-hastalık” modeline yeni bir nefes aldırdı: Tüm genom tarama çalışmaları.