11 Kasım 2007 Pazar

Gilad Atzmon ile Bağdat’ta sonbahar, New York’ta ilkbahar!

Cazın siyasetle yollarını birleştirdiği dönem hiç kuşku yok ki 30 yıl kadar geride kaldı. Afrika’dan koparılan kölelerin torunları olarak John Coltrane, Ornette Coleman, Archie Shepp efendilere karşı olan isyanlarını saksafonlarına üflediler. İsyanları, cazın ele avuca sığan bir kültür elçiliği konumuna inmesini ya da ABD’nin kültürel makyajı olmasını engellediği kadar cazın kendisine de yeni bir biçim verdi. Siyaset müzik tarihinde çok az kesitte görülen bir canlılığı, kısa bir süre için de olsa bir müzik türüne katıverdi. Sonrası ise malum: kitle iletişimsizliğini arttıran televizyon, kasetçalar ve Reagan-Thatcher dönemi geldi, disko müziği ise kölelerin isyanından çok fazla şeyi alıp götürdü. Müzik yayıldığı kadar küçüldü, pazara çıktıkça tadı kaçtı. Yine de müziğini siyasetle buluşturmaya çalışanlar, her sancılı kesitte yeniden ve yeniden ortaya çıkmaya devam ediyor. Bunlardan birisi de hiç kuşkusuz İsrail kökenli, Londra sürgünü Gilad Atzmon.

Orient House Ensemble ile yaptığı 2004 tarihli “musiK: Re-arranging the 20th Century” isimli albümünde belirttiği gibi “notalara bir pazar değeri eklenince müzik bir mobilyaya, bir tarz sorununa, Levi’s kotlarının bir uzantısına ya da Coca-Cola’nın yanında iyi giden bir ürüne” dönüştü. Bu dönüşümle derdi olan Atzmon piyasalar, savaş, işgal konusunda sözünü esirgemeyen nadir isimlerden birisi olarak dikkat çekiyor. 2004’te müziğin üzerindeki pazar değerinden sıyrıldığında insanın duygularını, deneyimlerini, acılarını, kırgınlıklarını yansıtan musiK olabileceğini söylüyordu. Ekim 2007’de çıkan yeni albümü “Refuge” ise kötü zamanların etkisiyle olsa gerek musik’in içinde bir Sığınak’ta güzel yeni günlere hazırlandığını anlatıyor. Gardını düşürmeden! Londra’nın bir tür İstiklal Caddesi olan Soho’da, emektar caz kulüplerinden Roniee Scott’s önünde buluştuğumuzda ise stüdyodan çıkıp akşam programından önce küçük bir soluklanma için ara vermişti ve kolları eprimiş yırtık parkasıyla 70’lerin sonlarından fırlayıp gelmiş, orta yaş bir punk gibi görünüyordu.

Röportajlarda sana sıkça yöneltilen soruyla başlarsak eğer, siyasetin müziğinle olan ilişkisi günümüz cazı için çok dolaylı bir ilişkiyi temsil ediyor. Siyasetle güçlü bir ilişkin var mı gerçekten?
Doğru, doğru! Her zaman ilk soru siyaset oluyor ama ben siyaseti takmıyorum ki! Herkes siyasetten, Batı değerlerinden, Batı kimliğinden bahsediyor. Bunları ciddiye alamam çünkü daha farklı bir şeyden bahsediyorum. Diyebilirim ki ben de bir tür batılıyım. Buralarda olup bitenleri eleştirirken daha çok kendi içimde olanlardan yola çıkıyorum. Ama tüm bu Batı safsatasıyla derdim var benim. Batı değerleri nedir ki? Anlamıyorum! Bugün gazetelerde yazanlara bakarsan İngiliz bir çiftin çocuklarını öldürmekle suçlandığını okursun. Eğer durum böyleyse gerçekten Batı değerlerinden geriye ne kalmıştır ki? Ama Batı değerleri tam da yasallıkla ilgilidir: Yakalanmadığın sürece istediğin yere kadar gidebilirsin! Yasa budur! Bu yasallık içinde her şeyi yapabilirsin! Savaş suçlusu olmadığını söyleyebilirsin rahatlıkla. Ama bu koca bir yalandır! Elbette ki suçlusundur! Savaşı kim başlattı ki? Her şeyi tüketebilirsin! Bir şeyler yapabilmen için bir sürü madde kullanman gerekir ve yasallığa sahip çıktığın sürece istediğin yere gidebilirsin! Yani, müziğin ya da sanatçıların çok fazla şeyi değiştirebileceğine inanmıyorum. Ama en azından değiştirmeye çalışabilirler ve ben de bunu deniyorum. Benim daha çok ilgilendiğim şey hayat denilen karmaşanın içine atlamak. Daha sembolik bir düzeyde anlatırsam ki bu tür Lacancı bakışı severim, içinde yaşadığımız büyük yalanı hangi dinamiklerin şekillendirdiğini ayırt etmeye çalışıyorum. Hepsi bu!