4 Nisan 2024 Perşembe

Şizofreni için yeni bir isim bulmak!

Başlığın karmaşıklığının farkındayım. Şizofreni ile ilgili damgalanmaya katkıda bulunurum tedirginliğiyle ve biraz da içime tam sinmeden tercih ettim başlığı. Güncel bir tartışmayı gündeme getirmek için…

Gündeme getirmek istedim çünkü bir süredir “şizofreni” terimi, tanısı tartışılıyor uluslararası psikiyatri camiasında. Tamamen kullanımdan kaldırılmasını savunanalar da var, yeni isim önerenler de var, terimin miadını henüz tam doldurmadığını düşünenler de var. Ve yakın zamanda dünyanın önde gelen “şizofreni” araştırmacıları, bu isimlendirme tartışmaları için görüşlerini ve yaşanan “hastalık “durumunun doğasına dair düşüncelerini yazdılar [1].

Yazdılar, çünkü bazı insanlık halleri -ki bunların önemli bir bölümü “tıbbi” hastalıklardır: verem, diyabet, AIDS gibi- toplum tarafından yeniden ve yeniden damgalanır. Tekinsiz bir durumu, bir olguyu ya da kişiyi bu şekilde, yani damgalayarak, etrafını çizerek “zararsız” hale getirmeye çalışır toplum. Çalışır ama esas olarak karşılaştığı durumu anlayamaz; kendince zararsız hale getirmeye çalışır! Zararsız hale getirmeye çalışırken de zarar verir.

Bunu fark etmez bile, yani toplumun yol açtığı zararı. Şizofreninin başına gelen tam da budur: damgalanma, dışlanma, fosforlu kalemle büyük bir daire içine alınma! En hafif tabiriyle “bir tuhaf” görülme!

Böylece çoğu kişi için yıkıcı sonuçları olan bir “hastalık” toplum tarafından da yeniden ve yeniden izole edilmiş olur. Sosyal olarak yalıtılır, uzaklaştırılır. Bu sosyal izolasyon için önceden büyük akıl hastaneleri gerekirmiş. Modern toplum tımarhaneyi gündelik hayatın içine taşımış.

Halbuki gaipten ses duyan ilk insan kimdi ki? Ve gaipten ses duyan ilk insanı garipseyen ilk insan kimdi ki?

Ya... Gaip ne zaman ortaya çıkmıştı ki?

İşte bunlar kaybolur bu izolasyon içinde.

25 Nisan 2022 Pazartesi

Şiir[im]in kesik damarları


Eskiden edebiyat piyasası yoktu. Vardı da bu kadar büyük, güçlü, belirleyici ve baştan çıkarıcı değildi. Küçük, mütevazi bir uğraştı edebiyat bir zamanlar. Etkisi olursa da çeşitli adanmışlıklarla büyüyor bu etki: aşk, halk, yoksulluk, devrim, gelecek gibi. Kimsenin aklında iki roman çıkarıp köşeyi dönmek yoktu mesela. İki roman yayınlamak için insanlar bir araya gelip kooperatifler kuruyordu. İki dergi basmak için (varsa) tüm memur maaşları bir araya getirilip matbaaya yatırılıyordu. Edebiyat demek her şeyden önce karşılıksız bir emek demekti.

İşte o günlerde bin bir çaba ile çıkan edebiyat dergileri de vardı. Henüz “profesyonel” olmamış, hiçbir zaman da olmayacak; “amatör” ama iddialı; derinlikli dergilerdi bunlar. Taraf olan dergilerdi onlar. Örneğin öyle banka reklamı ya da herhangi bir reklam derginin sayfalarını kaplayamazdı. Düşünsel olarak uymazdı böyle şeyler. Birisi maddi olarak yardım edecekse de reklam vererek değil doğrudan destekte bulunarak dergiye yardım edebilirdi. Mütevazi, direngen, öyle kolay zaptedilemeyen ve kendiyle barışık (ama dünyayla kavgalı) bir uğraştı edebiyat, dergicilik.

İşte öyle bir zamanda rastlamıştım Hayati abiye. Rastlamıştım derken yüz yüze hiç karşılaşmadık o günlerde. Ama Ankara’da çıkan edebiyat dergilerinde (İzlek, Edebiyat ve Eleştiri, promete) adını, yazılarını, şiirlerini ve en önemlisi de o dönem yeni çıkmış olan kitaplarının tanıtımına denk geliyordum: Şiirin Kesik Damarları - İntihar Eden Şairler Kitabı. Sanırım ilk kez İzlek dergisinde görmüştüm kitabı. Küçük bir bürosu vardı derginin, Ankara’da, Selanik Caddesi’nde. Oraya gider gelirdik yeni yetme, meraklı, ilgili ve kenara iki üç satır hayat biriktiren üniversite öğrencileri olarak. Kaan İnce daha yeni intihar etmişti ve derginin adıyla da özdeşleşmişti bu erken veda.

14 Haziran 2020 Pazar

Batının Doğusu | Öykülerle bir ülke


Korona günlerini özlersek hayatı yavaşlattığı, normalde yapamadıklarımıza yer açtığı için özleyeceğiz sanırım. Kısıtlamalarla geçirdiğimiz günlerde örneğin kitap okumaya daha çok vaktimiz oldu. Ya da “normalde” başka yapamadığımız şeylere... Ben de öyle yaptım. Yani kitaplar okudum, olağan zamanlarda koşuşturma içinde okuyamadığım kitapları.

Öykü okumayı severim, öykü yazmayı sevdiğim kadar; hatta ondan daha çok. Hayatımın ritmine, hızına daha uygun bir edebi tür gibi gelir bana öyküler (ve bir de öykü içeren şiirler). Roman okurken mesela, hayat sürekli araya girer, romanın akışını, ritmini bozar. Ta ki cümleler su gibi, heyecanla akmaya başlayıncaya kadar. Bu akıp gitme için de bazen çok beklemek gerekebilir ve hayatımın ritmi de milyonlarca insanın hayatının ritmi gibi bu tür beklemeler için sıklıkla çok uygun olamayabiliyor.

Öykü ise öyle değildir; hayat öykünün içine girer girmesine ama öykü de hayatın içine girer. Hayat daha farketmeden öykü başlar ve hızlıca içine yerleşir. Mesela iki metro durağı arasına sığabilir öykü. Ya da beş, on dakikalık ayaküstü beklemelere...

İşte ben de korona günlerinde birçok insan gibi kimi kitaplar okudum, hazır fırsat bulmuşken de daha çok öykü kitapları okudum. Hayal kırıklığına uğradıklarım da oldu, piyasa işi abartılar olduğuna kanaat getirdiklerim de. Çevirisiyle boğuştuklarım da oldu, hiç bitmesin istediklerim de. 

Sonra...