26 Ağustos 2018 Pazar

Kriz günlerinde bilim

Kısa bir aradan sonra yeniden merhaba. Araya seçim psikolojisinden çıkış, kriz ve yaz rehaveti girdi. İlkini seçim döneminde yazmıştım. Sonuncusunu yaz ve rehavet bitince yazarım. Bu durumda, krizden ve krizin özgün bir görünümünden devam edebilirim sanırım: kriz, bilime nasıl yansıyor?

Krizi de bilimin kendisini de burada tartışmayacağım. Tabii ki bilim var, bilim var. Ama en kaba haliyle söyleyecek olursak bilim de eninde sonunda gelip paraya dayanıyor. Evet, bilmenin ve bilimin birçok kaynağı var ama modern bilim için son kertede para olmadan olmuyor.

Nasıl ki “kriz” denilen hâl, sadece ekonomik göstergelerle kendini belli etmiyorsa, iç siyasette, ülkeler arası siyasette, toplumsal olaylarda ve ideolojide sıradışı durumlar olarak ortaya çıkıyorsa, bilimde de benzer bir çok-hâllilik var.

Evet, bilimsel araştırmalara ayrılan fonlar kesiliyor, istihdam zorlaşıyor, paralar suyunu çekiyor. Bunlar var ve çok önemli. Ama kriz bir tek bilimin ekonomisinde kalmıyor; oralardan başlayıp kendisini bilim içi siyasette, kurumsal ilişkilerde ve insanlık hallerinde gösteriyor. Ve hiç beklenmedik, duyulmadık, görülmedik olaylar yaşanıyor. Kriz, bilimde de kendisini “Aaaa” ve “Ooooo” sesleri arasında sansasyonel olaylarla gösteriyor.

Elon Musk kısmı malum. Tıpkı hızla değer kaybeden ya da bir o yana bir bu yana salınan para birimleri gibi bilim ile Musk’ı bir arada düşünebilmek de düşüşe geçmiş durumda. Hatta arabası Mars yolunu yarılamadı ama Musk’ın girişimcilik maskesi ana roketten ayrılıp serbest düşüşe geçen yan roketler gibi çoktan geride kaldı. Ve Musk hızla spekülatörlüğe doğru yol alıyor. Bu öyle bir spekülasyon ki daha birkaç ay önce Mars’a arabasını gönderen özel sektör girişimcisinin kurtuluşu Suudi varlık fonuna geldi dayandı.

Ama herkes böyle düşünmüyor. Mesela günümüzün “en seçkin bilim cemaatleri” Musk’ta halen bir bilimci görüyor. İngiliz Kraliyet Bilim Cemiyeti (The Royal Society of London for the Improvement of Natural Knowledge) geçtiğimiz günlerde Musk’ı oldukça prestijli bir törende ağırladı. Tarihi 1600’lü yıllara dayanan ve kendisini “Dünya’nın bilimde mükemmelliği sağlamaya adamış en eski bağımsız bilim akademisi” olarak tanımlayan Cemiyet, Musk’a az da olsa “moral” verdi. Çünkü bu öyle bir tarih ki Newton’dan günümüze kadar kesintisiz uzanıyor, bağımsız bağımsız...

24 Ağustos 2018 Cuma

Ne olur bu çocuk?


Oturuyorduk, güneş uzaklarda, denizin üstünde batmak üzereyken. 

Gökyüzünde tek tük bulut. Binbir renge bürünenerek öylece asılı duruyorlardı. Havada hafif bir esinti. Asma yaprakları oynaşmasa anlamayacağız.

Harabelerin arasından çıkıp geliyor. Dört bir yana dağılmış taşların, duvarların, mermerlerin üstünden sekerek. Tam önümüze geldiğinde düşecek gibi oluyor. Ama bir kaç adımda toparlanıyor ve yine zıplayarak uzaklaşıyor. Uçarı, kendi halinde.

Sordu, “Büyüyünce ne olur bu çocuk?”

"Kim bilir?” dedim. 

“Kim bilir ama belli; esintisi, rüzgârı, fırtınası bol olacak."

Sustuk. Güneş batmıştı artık. Denizin üstünde belli belirsiz bir izi kalmıştı geriye. Bulutlar tek tek soluyordu. Bir an bir durgunluk oldu, kıpırtısız bir an. "Doğru ama rüzgâr vardır, gemi yüzdürür; rüzgâr vardır, gemi batırır.” dedim.

Havada hafif bir esinti oldu. O an. Saçlarımızı oynattı. Oynatmasa anlamayacaktık.

Ben artık kendime bile uğramıyorum


İki sokak ötesinin bile Kaf Dağı'nın ardı gibi uzak ve erişilmez göründüğü günlerden birinde geçmiştim Ahmet’in dükkanının önünden. İnsan, zihninin geçip gitmesini anlamayabiliyor da bedeninin geçip gitmesini hemen anlıyor. Akıl aldanırken beden kanmıyor, kandırmıyor. Hemen belli ediyor kendisini. Sokakta, eşyalarda, mesafelerde, yüzlerde anlıyor kendisini işte. Beden, önceleri her on yılda bir, yetmişine doğru ise her yıl biraz daha uğurluyor gücünü, kuvvetini, dinçliğini.

İşte en yakın mesafelerin bile öyle uzak ve ulaşılmaz göründüğü günlerden birinde geçmiştim Ahmet’in dükkanının önünden. Söylemişlerdi. Yokuşun başında, denize bakan, havuzlu bir lokanta açmıştı. Başkalarının yanında yıllarca garsonluk yaptıktan sonra. Çok severdi beni, yıllar yıllar önceden. Sohbeti, hâl hatır sormayı ve tabii ki emek bilirliği eksik bırakmam diye. 

Camekânın önünde durmuş içeriyi seyrediyordum ki çıktı dışarı. Beni görünce yüzünde dalgalı bir aydınlık oldu. “Abi” dedi, “iki yıldır buradayız, ama hiç gelmiyorsun.” Sesinde hafif bir kırgınlık, biraz sitem ve biraz da beklenti vardı. Baktım. Hem güler gibi hem geçer gibi hem de ağlar gibi. “Ahmet, ben artık kendime bile uğramıyorum.” dedim. Sesimde hafif bir geçmişlik, biraz sitem ve biraz da veda vardı. Anladı mı? Kendi telaşından beni görebilecek durumda mıydı? Bilemiyorum. 

Elimi kaldırıp selam verdim ve eve doğru ağır ağır tırmanmaya devam ettim yokuşu.