31 Aralık 2016 Cumartesi

T'yi beklerken

Ne yıldı ama!

Hâlbuki bir meydan okumayla başlamıştı yeni yıl. Kış güneşi belli belirsiz vururken mutfak tezgâhına Kaan Tangöze’yle birlikte yıkamıştı maydanozları akşamüstleri. Ve maydanoz yaprakları arasına saklanmış şarkılar vardı, Gölge Etme'nin içinde. “Senin de bir çocuğun varsa bende tam iki tane var” diyen. Ve icabında mahpus yatmayı da göze alan.

Sanki ölüm kalım yılıydı o yıl. Çok ölüm, çok vedalaşma vardı. Bir kaybın, bir ayrılığın, bir vedanın ardından nasıl hayatta kalınır diye sık sık sormuştu kendi kendine. Genellikle yazmayı tercih ederdi böyle zamanlarda. Yoksa nasıl geçerdi ki zaman!

Kendini harflerle onaranların yanı sıra bir de sevdiklerinin ardından şarkılar yazanlar, kendilerini şarkılarla onaranlar vardı. Mesela o yıl Avishai Cohen’in babası için yazdığı şarkıları çok dinlemişti. Yasını Sessizliğin İçine üflüyordu Cohen. Pek bir yakın gelmişti trompetindeki keder ve hasret.

Bir de Nick Cave, oğlunun ardından şarkılar yazmıştı o yıl. Ne talihsizlik! Ne talihsizlik! Körpe bir oğul… Nasıl kaybedilebilirdi ki! Nasıl katlanılırdı o kayba?

Garip! Önceden böyle şeyler düşünmezdi; ve hatta itiraf etmeliydi ki geleceğin uzak ve varılmazmış gibi göründüğü o genç günlerde, bu tür kayıpların ardından insanları, onların keder dolu hallerini anlayamazdı. Bir tuhaf bulurdu kaybın ardından çekilen acıyı. Şimdi ise… “Ah Mürekkep Kral!” dedi içinden. Nasıl da karalar bağlamıştı şarkılarını söylerken.

18 Aralık 2016 Pazar

Açık, net ve kendinden emin şeyler

Haftalardır yazamıyorum. Daha doğrusu yazmak ikiyüzlüce geliyor. Teorik ahkâm kesmeler, kesmeye kalkışmalar ne de boş görünüyor gözüme! Kınıyorum kendimi. Başka şeyler yapmalıyım gibi geliyor. Açık, net ve kendinden emin şeyler.

Haftalardır bir öykü dolanıyor aklımda. Yazdım, hemen hemen bitirdim de. Adı "Bizi Öldürmeye Geldiklerinde" oldu öykünün. Lirik bir anlatı. Acı dolu. soL'a yazmayı düşündüm haftalarca bu öyküyü. Ama durdum. Onca acının ortasında acıyı bir şekilde lirik biçimde yazmak ikiyüzlüce geldi.

Bir taraftan da haftalardır Birhan Keskin'in Elisabeth Kübler-Ross'a seslendiği şiir* dönüyor kafamda.

Sağda solda ‘travma ile başetme kılavuzları, önerileri’ görüyorum. İşe yarıyorlar mı diye şaşıyorum! Bu olup bitenlerle nasıl baş edilir ki? Kılavuzlarla olur mu?

Meslekten insanlar katılmayacak belki ama psikiyatri sadece hayatla baş etme ya da kişisel gelişim guruluğuna dönmek üzere. Belki de döndü de ben farkında değilim! Hâlbuki daha köklü dertleri olmalı psikiyatrinin ya da başka herhangi bir uğraşının. Aradığımız, ihtiyacımız yara bandı, sargı olmamalı! Yoksa… Olmalı mı?

Bilemiyorum. Belki de ben yanılıyorumdur. Profesyonellik, meslek, eğitim son kertede her zaman amatör, zamansız ve alaylı arayışları yutar geçer. Benimki de belki öylesine bir şövalye ruhu. Çoktan geride kaldı…

Yine de haftalardır Birhan Keskin'in Elisabeth Kübler-Ross'u terslediği şiir dönüyor kafamda.

27 Kasım 2016 Pazar

Bir gün bile yaşamak*

Gece indi nihayet. Uzun ve yorucu bir günün sonunda.

Yine çıkmış ortalığa. Karşılaşıyoruz bahçede. Gülümseyerek selam veriyorum. Üç yıldır orada, biliyorum. Tek başına. Bir ailesi yok. Sanırım. Çünkü bahçede ve civarda başka bir kirpi görmedim. Gören de yok. Kediler var, tek tük. Sırnaşık ve sevimli. Bir de insanlar var, tabii ki. Alabildiğine sıradan ve kendi halinde. Yine de sonuçta hep beraber yaşayıp gidiyoruz işte. O bahçede.

Ama kirpiyi bir ayrı seviyorum. Yanından geçerken meraklı gözlerle izliyor beni. Biliyorum tedirgin ama üç yıldır karşılaşıyoruz ve az çok tanıdık artık birbirimizi. Hayata beraber meydan okuyoruz, sanki. Ama daha çok o meydan okuyor. Onca betonun arasında hayatta kalabiliyor. Ve bir insan olarak şaşırıyorum onun direngenliğine. Hatta özeniyorum. Tek başına yaşayabilmesine, kendini koruyabilmesine.

**

Küba’da da en çok buna şaşırmıştım. Onca betonun arasında Küba’nın tek başına yaşayabilmesine, kendini korumasına. “90lar” demişti Norma, “çok zordu. Çoğu zaman tek öğün yemek vardı ve bazen o da yoktu.” Sovyetlerin yenilmesi ülke ekonomisini felç etmişti. Ama dayanmışlardı. Karşımda gülümseyerek o günleri anlatırken Norma, ben 90ları düşünmüştüm. Türkiye’de ve dünyada. Televizyonlarda Çiller, baba Bush ve Çarkıfelek vardı.

Tamam, küçük bir grup direnebilir. Bir çekirdek kendisini koruyabilir. Ama ya koca bir ülke? Koca bir toplum? Nasıl ikna edilirdi ki? Başka bir yol yoktu da katlanmışlar mıydı o günlere? Düşündükçe Türkiyeli kafam yanlış cevaplar buluyordu yanlış sorulara.

Tüm dünyanın bambaşka bir yere gittiği bir kesitte, hani neredeyse tek başına direnen bir ülkeydi Küba.

Ha, başka direnenler yok muydu aynı dönemde? Artık açık yüreklilikle sorabiliyorum kendime: Mızmızlanmak ne zaman direnmek oldu ki? Şimdi geriye bakıyorum da 90lardan bu yana ne de çok mızmızlanma var ve kendini direniş diye nasıl da yutturabilmiş tüm bunlar.

22 Kasım 2016 Salı

Delilik

Onca uğursuzluğa rağmen Türkiye’de bir de popüler alternatif müzik var. İyi ki! Gariptir ki bu popüler alternatif müzik toplumsal olarak her şeyin sarpa sardığı bir dönemde çıkıp geldi. Ülke, toplum, günler ne kadar sert, acımasız ve karmaşıksa bu müzik de bir o kadar rahat, basit ve derin. İşte tam da bu tarzın içinde uzun yıllardır Mabel Matiz, Yasemin Mori gibi farklı isimlerle çalışan Cihan Mürtezaoğlu geçtiğimiz aylarda ilk albümünü yayınladı.

Albüm daha ilk şarkıdan itibaren gerek sözleri, gerek ezgileri gerekse de Mürtezaoğlu’nun tarzıyla içine çekiveriyor. Yığıntılar arasındaki Tarlabaşı’nda yürürü gibi ya da soğuk ve yağmurlu bir günde Kabataş’tan denize bakar gibi oluyorsunuz albümü dinlerken. Sonra güneş açıyor, tatlı bir esinti çıkıyor. Sanki güneye gider gibi gözlerinizi bulutları aralıyor.

Hasret çeken (neye olduğu ne kadar önemli ki! Ama belki de önemlidir, değil mi? Evet), güzel günlere, bir kavuşmaya, bir buluşmaya, bir bakışa ve belki de bir ülkeye hasret çeken herkesin, içi yanan herkesin başucu albümü olmaya aday Bitsin Bu Delilik. Tavsiye ediyoruz.

Cihan Mürtezaoğlu • Bitsin Bu Delilik • DokuzSekiz Müzik • 2016*****

21 Kasım 2016 Pazartesi

Belki


Bir pazar sabahı. Gökyüzünde sevecen bir güneş. Çocuklar koşuyor palamutların altında, gülüşerek ve ara ara çığlıklar atarak. Hayat huzur dolu gibi. Oturduğumuz mekanda çalışan gençler hızlı adımlarla yetişmeye çalışıyorlar o huzur dolu hayata. Sonra bir fırsat oluyor. İçlerinden biri bir şarkı açıyor, kısık sesle. Tanıdık bir ezgi. Kürtçe. Daha doğrusu Zazaca. Kalkıp yanına gidiyorum. Yüzü sertleşiyor. Çekiniyor. "Açsana sesini" diyorum. Kısa bir tereddütten sonra bir rahatlık yayılıyor ifadesine. Hatta hafifçe gülümsüyor. Açıyoruz sesini. Bir daha dinliyoruz. Bir daha... Uzaklara dalıyorum. "Sevdin mi abi?" diye soruyor. "Çok." diyorum. "Uzak düştüğüm bir yakınlık gibi." diye ekliyorum. Meraklanıyor. O kadarcık zamanda bir tanışıklık olmuş aramızda, "Nasıl ki?" diye soruyor hemen. "Portekiz'de saudade derler. Bizdeki hasret gibidir. Kavuşulamayacak bir ayrılık...." Gölgeleniyor yüzü. "Umarım yaşamazsın." diyorum. Yeni bir grup geliyor, şarkı biterken. Masalara geçiyor insanlar. Bir koku da geçiyor onlarla, yaseminli, narin. Hafif bir esinti oluyor. Bana, yüzüme bakıyor çocuk. "Kürtçe'de xeribî derler. Belki uyar abi" diyor. "Belki" diyorum. Belki.

20 Kasım 2016 Pazar

Ogit


Ogit günlerce dolaştıktan sonra döndü eve. Yüzü çökmüş, gözlerinin ışığı gitmişti. Gölgeler içindeydi. Bir hayal gibi yığıldı masaya. Konuşmuyordu. Hiçbir yere bakmıyordu. İçine, sadece içine bakıyordu. Bulutlar geçiyordu orada. Ve sürekli ağlıyordu. Gözleri sanki artık sadece ağlamak için vardı. Sarılmıyordu, kimseye yakın değildi. Uzaktı. Orada olmasa onu gören herkes Ogit'i değil sadece ve sadece içindeki bulutları görebilecekti. Bir duman olarak o da. Sadece bir duman.

Ogit orada, o masada bir bulut olarak aylar geçirecekti. İyileşmek için çabalamadan. Bakmak için uğraşmadan. Yemeden ve de içmeden. Ve belki bir gün yeniden yaşayacaktı. Artık Ogit olmadan. Kendisinden geriye ne kalırsa, işte onunla belki yaşayacaktı.

17 Kasım 2016 Perşembe

Oyun: Kurmacanın prova sahası


Çevrimdışı İstanbul’un önceki sayısında yazınsal yaratıcılık, kurmaca ve bir zihinsel faaliyet olarak rüya arasındaki ilişkiyi ele almıştım [1]. Ve şöyle demiştim: Rüyalar, kurmacanın panayır alanıdır. Bu sayıda ele alacağımız oyun ise kurmacanın, yazınsal yaratıcılığın prova sahasıdır; alıştırma yeri, ön sahnesi ve ısınma odasıdır. Ancak oyun ile yazınsal yaratıcılık arasındaki tek ilişki bu ön prova durumundan ibaret de değildir. Evet, oyun bir tür deneme, esneklik, serbestlik ve sınır denemesidir ama bir yandan da keşfe dayalı bir onarımdır. Oyun yazınsal yaratıcılık içindeki kişinin kendisini yeniden keşfederek onardığı alandır. Oyun kişinin yaratıcılığının ve kendisini onarmasının, kurmasının alanıdır.

Peki yaratıcılık, özel olarak da yazınsal yaratıcılık söz konusu olduğunda psikanaliz nasıl bir oyundan bahsetmektedir? İsterseniz şimdi gelin, oyun ve kurmaca arasındaki ilişkiye biraz daha yakından bakalım.

Psikanalizde Oyun ve Oynama
Edebiyat kuramını da derinden etkileyen psikanalizde oyunun uzunca bir süre belirsiz bir yeri olmuştur. Freud ve ardılları, özellikle de Melanie Klein oyunun kendisiyle değil de oyunun kullanılış biçimiyle ilgilenmişlerdir. Oyun, tıpkı rüyalar gibi bilinçdışı zihinsel süreçlerin bir izdüşümü olarak görülmüştür. Buna göre oyun bir tekrarlamadır. Erken çocukluk deneyimleri oyun içinde tekrarlanarak o deneyim tanımlı hale getirilir. Bu tekrarlama da belirtinin kendisidir. Oyunun kendisindeki anlama ise pek bakılmamıştır.


15 Kasım 2016 Salı

Itamar Borochov ve geride bırakılabilenlere ağıt


Ortada Ortadoğu diye bir yer kalmamışken biz yanık ezgilerini, ya da onların makyajlanmış hallerini, Brooklyn'li müzisyenlerin çıktığı jazz clublarda mı bulacağız? Buna kimin hakki vardı ki? İsim isim hayatını kaybeden insanların müziklerinden yeni bir ağıt piyasası oluşuyor (farkında mısın?) Bu bir isyan müziği değil, kavgacı bir müzik değil,toprağını geri isteyen bir müzik hiç değil. 

İbrahim Maalouf'u dinledim yolda. Ümmü Gülsüm'e adadığı albümü. Elbette ki öncelikle soyadı çekti, merak ettik, Semerkand'ı hatırladık da öyle dinledik, biliyorum. Ama acı vermeye başladı bu müzikler.

Tanıdık bir müzik evet, ailemiz gibi geliyor bize, beğeniyoruz, türkü tutturur gibi dolanıyor hatta dilimize. Ama bu müzikler sadece geride bırakılana, geride bırakabilenlerin yaktığı bir ağıt. O da en fazla. Geride bırakamayanlar, düşenler, Palmyra'nin arkeologu, onların hesabini sormuyor bu müzikler. İste o yüzden canımı acıtıyor artık dinlemek. Jazz da değil o yüzden. Ya da belki artık jazz da o değil. Hani hep denir ya bize yeni bir şarkı gerek diye. İşte o, o klişe bir cümle değil. 

Itamar Borochov | Boomerang | Laborie 2016

12 Kasım 2016 Cumartesi

İd siyaseti


Bir başlangıç olarak, “ilginç” diyebiliriz. Neye? Siyasete özellikle de “küresel” siyasete. Çünkü günümüzün burjuva siyaset dünyası, geçmişte arızi olanın, istisnai gibi görünenin gittikçe kıtalararası bir standarda dönüştüğü örnekler çıkarıyor. Ardı arkası kesilmeyen figürler bunlar: Lafını sakınmayan, öyle ölçülülük falan aramayan, bastırmaya gerek duymayan, kitlelerin arzularına tercüman olan ve kitleleri ardına takan siyasi figürler.

Az gelişmişinden çok gelişmişine tüm kapitalist dünya otoriterin de ötesinde siyasi figürlere yönelmiş durumda. Toplumlar, özellikle de toplumların “sol” kesimleri Duerte’ye, Orban’a, Kaczynski’ye şaşırırken (“yok canım artık” derken) en son Trump herkesi (ana akım medyaya inanan, inanmak isteyen herkesi) ters köşeye yatırarak seçiliverdi.

Haydi diyelim ki bu isimler “sağ” siyasete ait. Modern zamanların en hünerli siyaset illüzyonunu yapan Çipras’ı ne yapacağız? Her şeye rağmen nezih siyaset dünyasının arızi durumu mu sayacağız?

Arızilik, yani burjuva siyasetindeki ölçülüğü, kibarlığı delen bir iki sivri figürün marjinal halleri geride kaldı. Başka bir şey oluyor siyasette. Hani neredeyse Antik Yunan’dan kalma bir formül bozuluyor. Neydi o formül?

Aristoteles kent devletlerinin anayasal işleyişini ele aldığı Politika’da insanın siyasal bir hayvan olduğunu belirtir. İnsanın belirli bir grup içinde yaşayabileceğini ve grubun tüm kurucu üyelerinin ancak bu sayede gelişebileceğini anlatır. Ve bir uyarı ekler: Bu özellik diğer canlılarda olmayan türde bir özelliktir. Yine bir grup oluşturma eğilimi olan arılardan ya da karıncalardan insanın biraradalığını ayırt eden, insanın sadece politik olması değildir; aynı zamanda rasyonel olmasıdır. İnsan, sadece topluluğun oluşmasını değil aynı zamanda işlemesini de sağlayan logosun emrindedir. Siyaset de bir araya gelmiş bireylerin rasyonel tartışma ile bir arada var olabilmek için logos yani akıl ile bir yol bulmasıdır.

11 Kasım 2016 Cuma

The Frontiers Are My Prison

Budist bir rahibi tanıtmaya kalkışmam belki biraz tuhaf olacak ama yine de otuz yılı aşkın zamana hepsi ses getiren sekiz şiir kitabı, iki roman ve bir çok albüm sığdıran zorlu bir sesi tanıtmak isterim. Kendi sözleriyle ‘yalın insan olasılığının’ peşinde koşturan bir yarı azizi, Leonard Cohen'i.

Aslında Cohen adından söz ettirmeye daha üniversite yıllarında yayınladığı şiirleriyle başlar. Kendi ülkesinin, Kanada’nın şiir geleneğine bir hayli yabancı olan kendine özgü tarzıyla kısa sürede önemli bir yer edinir. Ancak Amerika kıtasının en önemli çağdaş şairleri arasında anılmaya başladığında bile derdi kendi çapında bir şair olmaktır. Mitologyaları Karşılaştıralım, Dünyanın Baharat Kutusu isimli kitaplarından sonra 1960'ta Yunanistan’ın Hydra adasına yerleşir ve En Sevdiğim Oyun, Hitler’e Çiçekler, Cennetin Sırtından Geçinenler adlı kitaplarını yayınlar. Eleştirmenlerce ‘ucuz odaların saz şairi’ olarak etiketlendikten sonra bütün eleştirmenlere bir anlamda inat, ilk göz ağrısı olan müziğe döner.

5 Kasım 2016 Cumartesi

Etler ve de cesetler

Zor bir gün geçirmişim. Zaten bu aralar hangi gün kolay ki! Kolay bir gün var mıydı ki? Neredeyse unutmuşum.

Hayırlı bir haber yok. Kapatma, çıkarma ve de atma haberleri yetmiyor, küçük depremler ekleniyor hepsinin üstüne. Kimsenin duymadığı, sadece kendi etrafını silkeleyen küçük yer sarsıntıları.

İlk sarsıntı haberi bir gece önce, gece yarısı gelmiş. Huzursuz bir bedenin intihar haberini almışız. Adımız gibi biliyoruz işaretlerini ve çokça da konuşmuşuz o çırpınışları. Er ya da geç oraya, intihara geleceğini bilmemize rağmen daha önce hiç konuşmamışız yine de. “Sahipsizlik öldürdü!” diyoruz artık. Cesedi bilmem kaç gün sonra bulunmuş. Kimse de gelmemiş cenazesini almaya. Kimsesizler mezarlığına gömülmüş. Ülkenin kısa bir özeti gibi geliyor bu ölüm.

Ama yetmiyor. Ülke, tarih ve de bizim kendi küçük tarihimiz de durmuyor.

Allak bullak uykulardan baskınlarla uyanıyoruz. Gürültü büyük. Üstüne bir haber düşüyor meslektaşlar arasındaki haberleşme grubuna. Bir başka küçük yer sarsıntısı. İçine girdiği bedeni bir kaç ayda tüketecek bir hastalık musallat olmuş son dalgalarla apar topar içeri alınan bir tanıdık. Önce baştacı etmişlerdi, şimdilerde ise... İnsanın yıllarca dünyaya başka pencerelerden baktığı insanlara üzülme dönemindeyiz. Kederleniyorum.

25 Ekim 2016 Salı

Miss O'Paque: Ah, o küçük şeyler!

2015 yaz sonunda çıkmış bir ilk albüm The Small Things. Dresden Carl Maria von Weber Müzik Okulu’nda 2007’de yolları kesişmiş yirmilerinde iki genç kadının, iki okullu müzisyenin özgün bestelerinden oluşuyor. Solo yorumlarıyla bir ucundan Türkiye’ye de dokunan klasik gitarist Franziska Henke (Schnee in Istanbul / “İstanbul’da Kar” adlı eseri dinlenebilir) ile vokalist Anna Bolz’un Dresden ve Berlin arasında yaptıkları ses yolculuklarının kaydı. İki vokal ile akustik gitarın sakin adımlarla yaptıkları yürüyüşe zaman zaman yaylılar arkadaşlık ediyor; ama bir oda müziği beşlisi büyüklüğünde en fazla. İngilizce şarkı sözlerini (yavaş yavaş sözlü müziğin ana dili olmaya başladı, söyleyenlerle dinleyenler arasında kolayına kaçılan bir sessiz anlaşma bu, onlar “böylesi bize daha akıcı geliyor” dese de) Henke ve Bolz birlikte yazmış.

Biraz pop, biraz jazz, biraz klasik, biraz fısıldama; biraz arayış, biraz kayboluş ve melankoli. Ama hepsinden küçük bir tutam, zira albümdeki tüm parçalar çok sade. Kalabalık olursa, ya da biraz daha şiddetli, sanki o zaman opak örtüyle sakladıkları “küçük şeyler” ortaya dökülecek gibi.

The Small Things ile ilgili bir diğer “küçük şey”, yapım şirketi Doctor Heart Music. Gerçekten de bir “kalp doktoru” kardiyolog Dr. Hubert Seggewiß ve gitarist Thomas Fellow tarafından kurulmuş bir albüm şirketi. Küçük, bağımsız bir şirket; aramadıkça bulunmayanlardan, ana akım müzik sevenler için pek yerleri yok. Şimdi kış mevsimi yaklaşırken, biraz tarçın ve portakal kokusu ile birlikte dinlenmelik.

20 Ekim 2016 Perşembe

Τρεις μέρες στην Αθήνα

Μπρίκι (tr. kahve durağı)

Historical bar at Mabili square (nearby the Megaro Mousikis). Small, with great vibes! And good music. They have a nice beer catalogue. Haven't tried the cocktails but the ones I saw (thayother people ordered) looked nice. Especially Aperol Spritz. Visited the place with some friends after 2am on a weekday and it was still packed with people, so I guess that says something. The music was great especially if you like rock.


Ianos

A nice bookstore with  music and art retailer with several stores in the two major cities, Thessaloniki and Athens. It was named after the ancient god. In ancient Roman religion and myth, Janus (/ˈdʒeɪnəs/; Latin: IANVS (Iānus), pronounced [ˈjaː.nus]) is the god of beginnings, gates, transitions, time, duality, doorways, passages, and endings. He is usually depicted as having two faces, since he looks to the future and to the past.

15 Ekim 2016 Cumartesi

İlahi Bob


Garip bir sıkışmanın nesliyiz işte. Bir tarafta Nejat Alp vardı çevremizde, bir tarafta da Boblar. Bir değil hem de kaç tane! Bebob vardı mesela. Bob Marley vardı ayrıca. Ve tabii ki Bob Dylan vardı. Uzakta. Bir yakın çevremize bakıyorduk bir de uzaklara, oralara.

Uzakları yüceltmek kolaydır; ayrıntılar, çirkinlikler, kabalıklar, eğretilikler pek seçilemez. Yakın olduklarımızı ise didik didik biliriz. Her santimini, her köşesini. Zerresi bile batar bize. İşte öylesi bir nesil olduk, biz. Zaten geçiyor artık zaman. Yakınımızdakilerin bir derdimize derman olacakları yoktu. Mecbur uzaklara bakıyorduk. Cevabı esen yelde arıyorduk. Gök kubbede hoş bir seda bırakan her sese de dört elle sarılıyorduk.

Geçen hafta bir tür araf konumundan bahsetmiştim. Bitaraf görünmeyi becerenlerden. Takipçilerini ve kendisini ilk fırsatta babanın (düzenin) hanesine yazdıran ama o fırsata kadar da babayı, babanın düzenini iplemez, takmaz olanlardan, olabilenlerden bahsetmiştim.

Ama heyhat! Hayat bu ya! Herkes bir biçimde taraf olur ve “bir de bakılır ki iş işten geçivermiş: Bu kimseyi takmayan ağabeyler, ablalar, arkalarında bıraktıkları enkaza hiç bakmadan eninde sonunda babanın yanında yer alırlar ve protesto arayışındaki herkesi babanın hanesine yazdırırlar.” Ve bağırır şarkı: Yaşıyorum gelişine, takılıyorum kafama göre!

Eksik bırakmışım; tam da üstüne denk geldi. Kaldığım yerden devam ediyorum.

8 Ekim 2016 Cumartesi

Ses etme!


Althusser’i severim. Ne zaman aklımızı tam da on ikiden vuran görsel bir iş dolaşıma girse hemen ona başvururum. Yazıp çizdiklerinin siyasete tedavülü zor olsa da toplumsal halleri, tutulmaları, histeriyi anlamak açısından bir farklı olduğunu düşünürüm.

Althusser hep tetiktedir, hatta biraz fazla tetiktedir. İşte bu tetikte olma hallerinden birisinde çok önemli bir söz söyler Althusser: “Modern dünyada hemen her şeyin, özellikle de babası belli olmayan doğumların önlemi çok önceden alınmıştır,” der. Doğum, dünyaya gelme kurumsallaşmıştır. Öyle sürprizlere, beklenmedik gebeliklere, sarsıcı doğumlara yer yoktur. Ayrıca babasız evlatlara, dünyaya gelmenin bedeli de ağır ödetilir: Ya ehlîleştirilirler ya da hemen önemsizleştirilirler.

Modern dünya babasızlığa ve babanın yasasının çiğnenmesine katlanamaz.

Lafı Athena’ya getireceğim. Son yayınladıkları klibe.

Diyeceksiniz ki ne lakası var? Althusser’le, kafasına göre takılıp giden ve babanın yasasını (örneğin cinsiyet sınırları) başkalarına göre pek bedel ödemeden çiğneme lüksünü ellerinde tutan müzisyenlerin ne alakası var? Ama dedim ya görsellik, görsel tutulma Althusser’i çağırıyor.

4 Ekim 2016 Salı

Laclau Çıkmazı

Ernesto Laclau hemen hemen tüm kuramsal ve poltik arayışının altında özcülükten (essentialism) kurtulmak, uzak durmak yattığını belirtir. Buna göre "klasik Marksizmin" içinde belirlenimci (fazla indirgemeci) bir yan vardır ve bu baskın yan siyasal çözümlemenin, kuramsal kavrayışın derinleşmesine engel olmaktadır. Örneğin "sınıf, sınıf mücadelesi, kâr oranlarının azalması eğilimi" gibi tanımlamalar soyutlamanın çok daha erken bir aşamasında, çok da yüzeyde devreye girmekte, özün yerini almakta ve derinleşmeye olanak tanımamaktadır. İşte bu sınıf özcülüğe ve tarihsel belirlenimciliğe saplanmamak, o habitata dalmamak ve toplumsal değişimin güncel, yenilenmiş dinamiklerini ortaya çıkarabilmek için psikanaliz teorisine, söylem analizine ve dilbilime yönelir.

Ancak bu yönelişte Marksizmin bazı temel özelliklerden uzaklaştıkları birbirinden oldukça farklı yaklaşımlarda dile getirilmiştir (Çulhaoğlu 1998; Madra 2008).

Laclau'nun temel tezi aslında çok yalındır: nesneler "söylemsel bağlam" dışında oluşa sahip değildir, yalnızca varlığa sahiptir. Nesnelerin oluşları konusundaki hakikat ancak kuramsal ve söylemsel bağlam içinde kurulabilir, her türlü bağlam dışında kalan bir hakikat fikri anlamsızdır (Laclau ve Mouffe 1987). Aslında Laclau'nun Lacancı psikanalizden geldiği analistin o ünlü sözü hatırlanacak olursa kolaylıkla görülebilir: Cinsellik yoktur! Benzer biçimde siyasal söylemin dışında sınıf, sınıf mücadelesi de yoktur.

Mesele dönüp dolaşıp "özne, toplumsal varoluş ve bilinç" meselesine, Marx'ın 1856'da Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın Önsözü'ne yazdığı o meşhur cümleye gelip dayanmaktadır: İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değildir, tam tersine bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.

1 Ekim 2016 Cumartesi

Gözleri tamamen kapalı


Bakmak her zaman görmek anlamına gelmiyor. Görmek için bakmanın ötesi gerekiyor. Ama çoğu zaman görmek de yetmiyor. Araya ne görmek istediğimiz giriyor. Ne görmek istediğimiz ise arzularımız oluyor. Bazen değil çoğu zaman “gerçeği görmemizi engelleyen, kamufle eden” bizzat kendimiz oluyoruz. Ama yine de pek farkına varmıyoruz. Toplumsal meseleler söz konusu olunca ise herkesten ve her şeyden önce arzular giriyor araya.

Mesela kandırılmak, düz bir trajedi vaat eder ve bu düz trajedi sayesinde dikkatleri genelde kandıran üzerine toplar. Kandıranın yaşanmakta olanı çok önceden bildiği ve hemen her şeyi tam olarak kestirebildiği farz edilir. Kandıranın bilmemesi mümkün değildir; bilgiye tam olarak vakıftır, hatta artık bilgiye dönüşmüş olanı kuran da odur. Bilmesine, yani kandırdığını bilmesine rağmen devam ettiği için kötüdür. Tüm kötülük onda toplanmıştır.

Kandırılan ise saftır. Kelimenin her iki anlamıyla da saftır: Hem sürece bilerek ve isteyerek bir katkısı olmamıştır (yani karışmamıştır, kirlenmemiştir, halis kalmıştır) hem de art niyetsizdir, ardında sakladığı bir niyeti yoktur ve aslında neler olup bitmekte olduğu bilmemektedir. Daha doğrusu olan biteni başka türlü bilmektedir.

Kandırılmak, bizleri, yani izleyicileri de ister istemez birer karar verici haline getirir: kandıranın kötülüğünü ve kandırılanın saflığını takdis etmemiz beklenir. Genellikle de bu çağrıya uyarız ve gereken payları dağıtırız. Böylece bölme, yani iyinin ve kötünün bölünmesi tamamlanmış olur.

Peki durum bu mudur? Yani, o tehlikeli soruyu soracak olursak, kandırılanın sürece hiç mi katkısı, dahili söz konusu değildir? Kandırılanın bilmemesi tam bir bilmeme midir yoksa arzusuyla baktığı için, daha doğrusu arzusuna daldığı için görmeme midir? O zaman bu bilmeme bir tür bilip bilmeme olmaz mı? Hatta gözleri tam olarak açıkken aslında tam olarak kapalı değil midir?

24 Eylül 2016 Cumartesi

Şorttan kurtuluş yok ama şortla kurtuluş da yok!


Türkiye bir süredir simgelerle yaşıyor. Simgeler, düşünmenin bir tık öncesidir; genellikle zihinsel işleyişte bir gerilemeye, gerileme de bir sıkışmaya işaret eder. Sıkışırsınız, düşünemezsiniz, konuşamazsınız, ifade edemezsiniz ve simgelere sarılırsınız.

Türkiye, sonu bir türlü gelmeyen bir sıkışmışlığın içinde simgelere sarılıyor sık sık. Neredeyse her hafta simgesel bir olay oluyor ve o simge üzerinden taraflaşıyoruz.

Şort da bizi ayrıştırdı, taraflaştırdı.

Bir yandan bu taraflaşma, bu yoğun tartışma ve saflaşma bir tür canlılık işareti. Türkiye süreklileşmiş sıkıntıya rağmen, söyleyebiliriz ki yaşıyor, canlılık alametleri gösteriyor. Ama öbür yandan da aksayan bir yan var bu canlılık ve taraflaşmada. Bir eksiklik var.

Şort Türkiye’yi ikiye böldü. Bir kesim “Nasıl olur da bireysel özgürlüğe tekme atılabilir!” dedi. Öbür taraf ise “Meczubun biri tekme atmış, ne var ki bunda! Siz esas şu çürüten hayatınıza bir bakın!” dedi. Şort modern hayatın simgesine dönüştü. Bir taraf için modern hayatın savunusu oldu, bir diğer taraf için ise modernist arsızlığın sembolü.

Ama tüm bu simge mücadelesi içinde esas olan toplumsal sıkışmışlıktı. Bir kesim sıkışmayı, şort ile simgelenenlerden kurtularak atlatabileceğini ifade ederken (hatta mırıldanırken) diğer kesim ise üstüne üstüne gelen ve neredeyse varoluşunu tehdit eden bu savunma görünümlü saldırı halini, şort ile simgelenenlere gözleri bağlı bağlanarak savuşturabileceğini düşündü.

Simgeleri ve simgeleşmeleri çözümlemek bizi arka planda akmakta olanları anlamaya götürecektir. O zaman soralım: Şort ve tekme bugün neyi anlatmaktadır?

17 Eylül 2016 Cumartesi

Ferit

Kayıpla baş etmek zor. Zor zamanlarda gidenin ardında kalmak daha da zor.

Tarık Akan’ın ölüm haberi bir kara haber gibi yayıldı dün. Sanki onunla birlikte bizlerden, içimizden de bir şeyler kayboldu gitti. Kimisi “çocukluğumuz gidiyor bir bir” dedi, kimisi ölümün ardından sevinenlere bakıp bir kez daha, bin kez daha lanet etti.

Onunla birlikte bir şeyler de kapanan kapıların, bir daha açılmayacak olan geçmişin içine gömüldü sanki.

Çok da şaşırtıcı değil; zor zamanlarda yaşarken. Her kayıp daha bir zor geliyor.

Ama Ferit…

Ferit bir yakındı işte. Sanki elimizi uzattığımızda tutacak üniversiteli abimizdi. Kesin Dev-Yol’cuydu; hafif biraz Deniz’i andırırdı. Uzak, geniş ve derindi.

Naif bir yakışıklılıktı. Karşısındakini ezmeyen, kendini dayatmayan bir selvilikti. Gölgesi, ferahlık arayan herkese yeterdi sanki.

İçinde hiç yaşayamadığımız ama hayalini aklımızda hep döndürüp durduğumuz neşeli ailemizdi Ferit. O ailenin gülüşüydü.

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Bakışlarının altında ezilmez bu dünya!


Rahat olsun içiniz, içimiz; o bakışların altında ezilmez bu dünya.

Hangi bakışların?

Umran'ın bakışlarından bahsediyorum.

O bakışların altında ezilmez bu dünya.

Akmayan göz yaşlarından hepimiz sorumluyuz.” diye yazmış birisi.

Bana sorarsanız…

Koca bir yalan.

Aylan'ın fotoğrafının üstünden koca bir yıl geçti. Unuttuk ve gitti işte. Daha niceleri gibi.

Modern dünyanın düzenine uyduk ve gitti.

Dün soL'da "o an" yani Umran'ı hayatımıza, küçük sırça köşklerimize getiren o an ile ilgili ayrıntılı bir haber yer aldı. Fotoğraf/video ile ilgili bazı ayrıntılara dikkat çeken bir haber.

Ve soruyordu haber: Her gördüğümüze inanmalı mıyız?

Görsellik böyledir: Kendini, kendi gerçekliğini kuruverir. Siz daha ne olduğunu bile anlamamışken sizi o gerçekliğin içine hapseder.

13 Ağustos 2016 Cumartesi

15 Temmuz, paranoya ve anksiyete

Net olmayan, karmaşık bir malzeme ile uğraşmak zor. Yine de 15 Temmuz ve sonrasına dair yeterince psikolojik veri bulunduğunu sanırım söyleyebiliriz. Özellikle ortaya çıkan dil, görsel olarak öne çıkanlar ve hızla tamamlanan alan araştırmaları (örneğin Konda araştırması) 15 Temmuz ve sonrasında oluşan toplumsal zihin dünyası hakkında oldukça bilgi veriyor.

O zaman, içinden geçtiğimiz dönemin toplumsal psikolojisine, kitlelerin duygu ve düşünce dünyasına, algılamalarına ve davranışlarına biraz yakından bakabiliriz.
  • Öncelikle 15 Temmuz öncesinde, siyasal ve ekonomik süreçlerdeki çatışma ve uyuşmazlıklara bağlı olarak birikmiş toplumsal bir enerji vardı. Bu toplumsal enerji öfke, kaygı, umutlanma, hayal kırıklığı gibi duyguların karışımı olarak görülebilir ve bu tür duyguların bir tek siyasi iktidar karşıtlarında biriktiğini düşünmek de yanlış olur.
  • Aynı süreç, siyasi iktidarı destekleyenlerde de (farklı nedenlere bağlı olarak) benzer bir enerjinin birikmesine neden olmuştu. Hatta nedenleri farklı olsa bile toplumdaki bu psişik enerji, kontrolsüz bir tepkiye doğru yuvarlanmaktaydı.
  • Toplumun farklı kesimlerinde farklı görünümlerde biriken bu enerjinin önemli bir kısmı 15 Temmuz ile salıverilmiştir. 15 Temmuz ve sonrasında toplumsal kesimlerde görülen hâller, bu enerjinin beklenmedik bir anda ve çok da beklenmedik biçimde açığa çıkmasıdır.

4 Ağustos 2016 Perşembe

Rüyalar kurmacanın şenlik alanıdır!



Beyin ilginç bir organ. Hatta bir tek beyin değil, bir bütün olarak Homo Sapiens beyni, uyku, uyanıklık ve bilinç de sıra dışı, ilginç fenomenler. Beyin ve işlevleri bir anlamda hayatın kendisi demek ve “insan gördüğü şeylerin toplamı kadar uyanık, görmediği şeylerin sonsuzluğu kadar uykuda oluyor.”[i] Yani, hayat belki de ikiye ayrılabilir; uyanıklık ve uyku olarak. Tamam, uyanık olduğumuzda da neye, ne kadar uyanık olduğumuz tartışmalı ama uyku kısmı da ayrı bir tartışma.

İşte uykudaki bir durak olarak rüya ise gerçeklikte bambaşka bir kapı açan zihinsel bir deneyim. Öyle ki rüya bazen gerçeğin yerini alabilir ya da gerçeğe gölge düşürebilir. Tıpkı bir kelebeğin rüyasında olduğu gibi: “Bir gün, Zhuang Zhou rüyasında kelebek olduğunu görür; kanatları titreyerek etrafta uçuşan, kendisinden hoşnut ve istediğini yapan bir kelebek. Kendinin Zhuang Zhou olduğunu bilmez. Birden uyanır ve işte oradadır; yekpare ve şaşmaz biçimde Zhuang Zhou’dur. Ama artık rüyasında bir kelebek olduğunu gören Zhuang Zhou mı olduğunu yoksa rüyasında Zhuang Zhou olduğunu gören bir kelebek mi olduğunu bilmemektedir.”[ii] Hangisi gerçek, hangisi rüyadır? Yani uyanık olduğumuzu düşündüğümüzdeki, o şekilde muhakeme ettiğimiz hayatımız mı gerçek yoksa uykuda içine çekildiğimiz rüyalar mı?

Hâlbuki uyku ve rüya, yemek yemek, nefes almak gibi sıradan bedensel etkinliklerdir. Ama uykudaki görsel ve işitsel bir beyin faaliyeti olan rüyalara yüzyıllardır çeşitli anlamlar atfedilmiştir. Kutsal kitaplar rüyalardaki simgeleri, olayları birer mesaj, birer haberci olarak sık sık işlenmiştir. Örneğin Talmud rüyayı bir mektuba benzetir ve yorumlanmayan her rüyanın “okunmamış bir mektup” olduğunu söyler.

30 Temmuz 2016 Cumartesi

O hâlde

Gelin arabasının önünü kesmişliğim pek yoktur. Sanırım iki kez böylesi bir işe kalkıştım. İlki bayağı önceydi. Yanlış hatırlamıyorsam önünü kestiğimiz arabadan eski 5000 liralık banknotlardan bir tanesini kapmayı başarmıştım. Bir ciklet parasıydı işte.

İkinci kez gelin arabası önünü kesmem ise geçen yıla denk gelir. Aslında tam bir ön kesme de değildi. Bir Pazar günü ailece yemeğe çıkmıştık yakınlarda bir yere. Gittiğimiz yerin yeşilliklerinde koşturduktan ve küçük havuzunda turuncu balıkları kovaladıktan sonra toparlanıp kalkmıştık ki dar toprak yolda iki araba karşılaştık. Karşıdan gelen bir gelin arabasıydı; üstünde süsler, fiyonklar, kapılarda balonlar ve susmayan bir klakson. Ayağımıza kadar gelen fırsatı geri tepmemiş ve yol vermek için kenara çekilmeden önce önünü kesmiştik gelin arabasının.

Gülüşmeler ve selamlaşmalar arasında gelin arabasının şoförü bir zarf uzatmıştı bize. Aldık ve yine gülerek memnuniyetle çekildik kenara. Yeşilliklere doğru uzaklaşan arabanın arkasından baktık bir süre ve geçtik yerimize. Tabii ki sonra ilk iş zarfın içine baktık. İnsan hayal kurmayı seviyor işte… Ama bize çıka çık 1 dolar çıkmıştı zarfın içinden.

Böylece hayatımda sanırım ilk kez Amerikan dolarıyla hem de 1 dolarla tanışmış olmuştum. Şöyle bir bakmıştım kağıda: Arkasındaki piramit ve üstündeki parlayan göz dikkatimi çekmişti. İslamcılar bu tür simgeleri kanıt olarak gösterip Amerika’yı ve tabii ki Batı oryantasyonlu her toplumu masonların yönettiğini söylerlerdi. O kısacık an içinde onu hatırlamıştım bir de. Piramit ve göz, masonik işaretlerdi onlara göre.

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Maklube (*) ve sinik pragmatizm

Böylesi zamanlarda, yani bedenimize bir zarar gelmemesine rağmen yaşanan vahşet ve karmaşa karşısında zihnimizin zorlandığı zamanlarda, insanın kendini onarmasının bir yolu da geçmişe gitmek ve kendini onarabilecek bazı anları hatırlamaktır. Ben de öyle yaptım bu bir haftada… Ve düşünürken kendim bile şaşırdım; geçmişin üstünden 25 yıl geçmiş. “Vay be!” dedim.

Hikaye aslında biraz klasik. Bir Eylül ayıydı. Ortaokuldaydık ve çocukluktan yeni yetmeliğe geçişin belli belirsiz dünyasında olduğumuz için La Bamba ile her Cuma namazını başka camide kılma arasında gidip geliyorduk. İbrahim Tatlıses’in İnsanlar albümünün ardından gelen günlerdi.

Dedim ya, hikaye aslında biraz klasik. Başarılı öğrencilerdik ve sınav zamanı gelip kapımızı çalmıştı. İyi bir fen lisesini kazanmak için çok güçlü adaylardık. Yaşadığım şehirde bir ya da iki dershane vardı. Onlar da piyasada alternatifsiz olmanın avantajını kullanıyordu; öyle indirimmiş, ödülmüş, pek işleri olmuyordu. Ciddi para vermek gerekiyordu.

İşte o günlerde, yani sınav meselesinin ufukta belirdiği o günlerde yeni bir dershane açıldı şehirde. Bu yeni dershane büyük beklentilerle inşa edilmiş ama kaderine terk edilmiş, bomboş duran, atıl belediye işhanına tabela asmıştı. Üstüne bir de ödüllü sınav düzenlemişti. Girdik ve kazandık. Ücretsiz olarak dershaneye gidebilecektik.

25 Haziran 2016 Cumartesi

Müziğin gücü

Sanırım hep böyle bir şeye inandım. Müziğin değiştirebildiğine.

Beni ilk etkileyen şarkı hangisiydi diye düşünüyorum şimdi? Değiştiren. İçimdeki tarif edemediğim hisleri işleyen ve dile getiren şarkıları düşünüyorum.

Aklıma kasetler ve yeni yetmelik günleri geliyor. İlginçtir ama İbrahim Tatlıses’i tartıştığımızı hatırlıyorum ilk. İbrahim Tatlıses’in “İnsanlar” şarkısı ikiye bölmüştü bizi; ortaokul sıralarındaki küçük bir arkadaş grubunu. Kızların çoğunlukta olduğu bir kesim şarkıyı da Tatlıses’i de kaba ve basit buluyordu. Haklıydılar. İçinde yer aldığım diğer grup ise yeniyetmeliğin beceriksiz kurlarıyla, hani kızlara inat, şarkıyı deyim yerindeyse böğürerek yeniden ve yeniden söylüyordu.

Arabesk yasaklıydı ve şarkı basitçe “hoş” bir şarkıydı. Aldatılma ve kırılma üzerine. Sevgiliye yazılmış ama neredeyse tüm insanlığa seslenen: “İnsanları anlamak, insanları tanımak.” diye sözleri vardı. Bir de nakarat kısmında “Öylesine zor” diyordu Tatlıses; hani neredeyse içimizi okurcasına. O günlerde hiç kimse, özellikle de zihnimizde kim ve ne olduğunu tam bilemediğimiz “ah o sevgili öteki” bizi anlamıyordu. Ne zordu anlaşılmak!

Tamam, şarkının basit, kaba falan olduğunu alttan alta hissediyordum ama aynı şarkı içimde tarifi imkânsız bir malzemeyi işleyip derdimi anlatır hale getiriyordu. Ergenliğin inat, öfke, hayal kırıklığı dünyasının bir anlığına yanık sesiydi işte.

Ama o kadardı. Arabesk de, o tür şarkılar da, o ruh hali de bir yerde tıkanıyordu. Daha doğrusu hep aynı malzeme üzerine oynuyordu: Kaybetmişlik, aldatılmışlık ve çaresizlik. Küçük bir itiraz bile yoktu orada. Sitem ve mağrur bir kabullenme vardı. Ben ise keşfetme, gidebildiğim yere kadar gitme ve kendini kurma derdindeydim. İsyan ve itiraza açıktım. Çok kısa süre sonra müzikte bambaşka yerlere açıldım.

15 Haziran 2016 Çarşamba

Benjamin Clementine: The barefoot troubadour who whispers

Some beauties remain under-the-radar, which is, to some extent, not so bad. No one had heard of Benjamin Clementine a year ago. His debut album, ‘At Least For Now’, released in January, 2015 and received limited attention. However, after one year he was on the radar of awards and Charles Anazovour. 

Channeling influences such as Erik Satie and Antony Hegarty, he writes songs like singing poems. Clementine’s metier is torch songs, most of which tend to follow a unique pattern — an opening of piano chords that ebbs and flows with Clementine gliding over the top before launching into a full-throated outburst of emotion, recalling absolutely Nina Simone. 

Clementine got his start busking on the Paris Metro, where he was discovered by a producer. He went on, by way of an appearance on well-known shows, to land a recording contract. His resulting debut album is by turns bold, brave, beautiful and at times quite brilliant. Clementine cites Antony Hegarty as a formative influence, and certainly there are vocal similarities. But for the most part these piano-led songs sound unique, the lonely despair of Then I Heard A Bachelor's Cry and the arresting lyricism of Condolence signalling an exciting unique talent. Please welcome this barefoot troubadour who whispers directly to our hearts.

11 Haziran 2016 Cumartesi

Ezilenlerin yumruğu


Bizim işimiz hakikaten zor. Ya da genelleştirmeyeyim de benim işim zor diyeyim. Popüler kültür içinde kime sempati duysam bir süre sonra sempatim elimde kalıyor, bir soru işaret gelip yerleşiyor, “idol” ile arama.

İdol, tapılan nesne, kişi demek. Bir nevi “kahraman” olarak da düşünebiliriz. Ama içindeki sihirli içsel yatırımı da hesaba katarsak. Tabii ki idolün idealize edilmiş, yani mükemmelleştirilmiş bir yanı var. İdol, dinmeyen özlemlerimizin, endişelerimizin bir nesnesi, simgesi oluyor aslında.

Solun, sosyalizm mücadelesinin bir çok kahramanı ve idolü var. Bazıları çok tartışmasız. Onlar konusunda az çok netiz. Ama bir de arafta olanlar, ortalıkta kalanlar var. Bir süreliğine “bizim” tarafta gibi görünseler de işin heyecanı geçtikten sonra bakıldığında aslında hiçbir zaman aynı tarafta olmadığınızı gördüğümüz kişiler, isimler, semboller…

Yakın tarihte üç dönemin bu tür idoller yarattığını söyleyebilirim. Bu üç dönemim ortak özelliği devrim ve karşı-devrim arasında gidip gelmesidir. Birincisi 1848 ile başlayıp Paris Komünü ile biten dönemdir. Bu dönemim idolleri hiçbir sınır tanımamıştır. Sanattan siyasete nerede bir kalkışma, yenilik ve direniş varsa ülkeden ülkeye, şehirden şehire peşinden koşmuşlardır. Aile, din, okul gibi yapıları sorguladıkları ve parçası olmadıkları için genel toplum için bir tür anti-kahramana da dönüşmüşlerdir.

Diğeri 1908 ile başlayıp 1928 ile biten dönemdir. Siyasetten sanata bir çok idol, kahraman çıkar bu dönemde. Hem de hemen her coğrafyada. İlkinden daha amorf bir dönemdir. Örneğin Erik Satie’yi Fransa Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi’nde görebilirsiniz. Ya da Andre Breton’u. Bir süre sonra yan yana bile düşünülemeyecek isimler dönemin rüzgarıyla bir aradadır. Sovyet sosyalizmi ile Dadaizm gibi.

Üçüncü dönem ise 1960lar ile başlar ve 1980 dalgası ile biter. İşte bu dönem, kitlelere mal olan pop kültürde bile gedikler açarak “bizim tarafa” çok fazla insanı çekmiştir. Hem de hemen her ülkede. Afrika’dan Amerika’ya, Kabil’den New York’a kadar her yerde toplumların önemsedikleri kişiler muhalif bir kimlikle anılmıştır.

Ama tartışmalarla birlikte.

4 Haziran 2016 Cumartesi

Simirna Kızılı


Polisiyenin müptelası çoktur ama pek edebiyattan görmeyeni de vardır. Bir polisiye okuru olduğumu söyleyemem. Yaratıcılık anlamında zekice, edebiyat anlamında biraz risksiz bulduğumu söyleyebilirim. Ayrıca modern insanın bastırmak için uğraştığı dürtülerini ya da bazı olaylar karşısındaki anlık yoldan çıkmalarını başka türlere göre çok daha iyi işlediğini de söyleyebilirim. Yine de bilgim ve ilgim kısıtlı. Ve adının da bende bir tür alerji yarattığını ekleyebilirim.

Aklımın bir kenarında tuttuğum polisiye kitapları vardır; çok değil, birkaç tane. İlki aslında tam olarak bir polisiye kitabı değil; polisiye üzerine yazılmış bir kitap. Aslında başucu kitaplarım arasında olduğunu da söyleyebilirim. Çünkü, bir tek polisiyse üzerine yazılmış bir kitap değil. Evet, temel derdi polisiye edebiyatı ama Marksizmin farklı bir alanda nasıl yeniden üretilebileceğini de gösteriyor.

Ernst Mandel’in “Hoş Cinayet” kitabından bahsediyorum. Polisiye ve marksizm ile tanışmak isteyenler için sağlam bir kaynak olduğunu söyleyebilirim. Ekonomi-politikteki değişim ile toplumların değişimi ve polisiye içeriğinin, biçiminin değişimini yalın bir yetkinlikle anlatıyor Mandel. Polisiye edebiyatının 2000lere kadar olan değişimini iz bırakan kitaplar eşliğinde tanımak isteyenler için de Marksizmi tanımak isteyenler için de tavsiye edebilirim.

1 Haziran 2016 Çarşamba

Prova Bitti

Apartmanı baştan sona saran koridorlarda bir süre çınladı acı bir çığlık.

Kumaşın içinde kalan dikiş iğnesini fartmemişlerdi. Ta ki provalar bitip de elbiseyi üstüne geçirinceye kadar.

31 Mayıs 2016 Salı

Şelaleleri Başaşağı Çevirmek

Geçtiğimiz ay içinde, sanat tarihçisi ve yazar Barış Acar'ın Sel Yayıncılık'tan Ters Dönmüş Bir Kaplumbağa ile Sanat Üzerine Konuşmalar ve Kült Neşriyat'tan Ekphrasis – Görünür ve Söylenir Arasında Geçitler kitapları birbiri ardına yayımlandı. Ters Dönmüş Kaplumbağa, avangardizm, sanatın politikası, küratörlük tartışmaları gibi daha kuramsal sorunlara odaklanırken; Ekphrasis, çağdaş sanat eleştirisi ve kimi sergiler üzerinden bu süreçteki yapıt üretme mantığı üzerine gidiyordu. Barış Acar'la Ters Dönmüş Bir Kaplumbağa ile Sanat Üzerine Konuşmalar çerçevesinde Türkiye'de çağdaş sanatın durumu ve sorunları üzerine konuştuk.

Kitap bu on yıla yayılan yazılarından oluşuyor. “Ters Dönmüş Kaplumbağa” daha çok çağdaş sanat tarihini temsil ediyor ama bir yandan da sanki özneleşmek için çırpınan koca bir tarihi temsil ediyor.

Haklısın. Ben sanat tarihini görüyorum nereye baksam. Ama örneğin kitabın giriş yazısı “Kaplumbağalara ve Tavşanlara Dair Eksik Bir Mesel”, Osman Hamdi'den bugüne dek sanat algımızı yöneten yanlış bir algı üzerinde duruyor ve bu kesinlikle özneleşme anlayışımızla ve ürettiğimiz öznelik pozisyonlarıyla ilgili.

Özneliğin bir tür kapılma biçimi, devletleşme aygıtı olduğunu algılamak zor. Özneliğin bu yönü belirgin olarak 60'lı yıllarda Althusser felsefesinde detaylı bir şekilde analiz edilmiştir. Özneleşme ise bir sürecin ismidir. Her seferinde sınırları yeniden tanımlayan, üzerine konuşulan ve konuşanın kimliğini yeniden belirleyen, mekân ve zamanı organize ederek olanaklar yaratan bir süreçtir bu. Ranciere'in siyasalın oluşumu üzerine açıkladığı gibi, ele geçmesi imkânsız gibi görünen bir özgürleşme ufku gizlidir orada. Bireysellikler, hatta birey öncesi bir araya gelişler (insanlar, hayvanlar ve nesnelerle oluşan dizilimler) farklı dünyaların aynı anda mümkün olduğu bir dünya kurar.

Elbette burada bu tartışmayı özetlememiz imkânsız. Ama özellikle entelektüel dünyamıza baktığımızda ne demek istediğimi hemen anlayabilirsiniz. Örneğin Türkiye'de “aydın” kavramı öznenin “devlet” karakterini çok güzel yansıtır. Osman Hamdi'nin ressam olmak isterken Akademi'ye müdür olması, arkeolog olmak isterken müze müdürü olması bu trajik tarihi harika örnekler: Bireyselleşemeden özne haline gelmiş karakterler. Kaplumbağa terbiyecisinin asıl melankolisi burada gizlidir. Kaplumbağaların (halkın) yola gelmemesinde değil, “kendi” olmayı başaramamış bir öznenin ruh halini topluma yansıtma çabası asıl melankolik olan.


28 Mayıs 2016 Cumartesi

Çarşaf, Zincir, Balyoz

Zaman kapsülü ilk çıktığı zaman büyük ses getirmişti. Öyle ki etkisini yüzlerde katman katman, dalga dalga görebilmek mümkün oluyordu. Kısa sürede hakkındaki koyu şüpheleri ve yersiz endişeleri yatıştırmış, neredeyse hayatın olağan, doğal bir parçası oluvermişti. İsteyen istediği an kapsüle atlayıp yarına bir uğrayıp geliveriyordu.

Sonra zaman kapsülünden nefret edenler türemeye başladı. Daha doğrusu zamandan nefret edenler türemeye başladı. Kapsülü seviyor ama zaman meselesine homurdanıyorlardı. Hem de ne homurdanma! Kapsülün üst modellerini, güncellemelerini anında ediniyorlardı ama bir yandan da zaman geçmesin istiyorlardı. İkircikli bir düşkünlük içinde homurdanıp duruyorlardı.

Kapısını çalmadıkları âlim, bilgin, mucit ve şaman kalmamıştı. Zamanda geriye gitmek neden mümkün olmuyordu ki? Kapsüle dair bütün dertleri buydu. O kadar çok istiyorlardı ki sanki her neye mal olursa olsun ödemeye hazırdılar. Yeter ki zaman dursun, en azından yavaşlasın ve de mümkünse geri gitsindi. Zaman kapsülünden bir tek ve de bir tek bunu bekliyorlardı.

Dedemin daktilosu


Biraz edebiyat, biraz siyaset, biraz psikiyatri ve bolca rivayet...

Maydanoz yapraklarına saklanan şarkılar, radyodan dili bir karış dışarı sarkanlar, bir mail grubunda buluşanlar, bisikletine teneke bağlayanlar, sazlıkların arasında koşuşturan çocuklar, sidikler içinde uyanılan daracık odalar, ezgisini kaybeden yeşil kırlar.

Geçmiş ve de ihtimaller üzerine öyküler.

[Adana | Nâzım Hikmet Kültür Merkezi | Yılmaz Güney Salonu | 28 Mayıs 2016 | 14.00]

24 Mayıs 2016 Salı

Colin Stetson: Sorrow

"What is most surprising about avant-garde saxophonist Colin Stetson’s Sorrow - A Reimagining of Gorecki's 3rd Symphony is how fully it embraces the music’s inherent sweep. Stetson’s often known for bracing music, and his fans might have expected him to cut this big souffle with quinine. But from the first movement’s opening canon, with Stetson blowing long, low notes mimicking the orchestra’s double basses, it’s pretty obvious: Whatever this piece has meant to decades of listeners, it has meant something similar to Stetson. He clearly loves it, and his recreation is nothing it not a personal act of love. - Jayson Greene | Pitchfork Media"

21 Mayıs 2016 Cumartesi

‘Yeni Türkiye’ Sendromu: Tanıdan Tedaviye*


Toplumsal, siyasi durumların tıbbi terimlerle ya da psikolojinin, psikiyatrinin terimleriyle ele alınmasının kısmen bir siyasi çaresizlik belirtisi olduğunu düşünmüşümdür. Siyasetin gücü yetmeyince insana dair hemen her durumu tanımlamaya çalıştıkları için tıptan, psikolojiden yama yapıvermek kolay oluyor.

Yakıcı bir dönemin içinde yaşamak ise zor oluyor. Çünkü nereden gelip nerelere gitmekte olduğunuzu kestirmek pek mümkün olmayabiliyor. İşte belirsizliğin içinde biçare kalmaktansa tıbbi ya da psikolojik tanımlamaları kullanmak işe yarayabilir. Örneğin üstünden neredeyse yüzyıl geçtikten sonra kimse çıkıp da dünya savaşlarını öncelikle psikolojik terimlerle, kuramlarla açıklamıyor artık. O döneme dair siyasetin ateşi düştü.

Ama, örneğin, siyasetin gücü toplumun ateşine yetişemediği bir dönemde, toplumu da analiz etmek Freud’un kaçamayacağı bir mesai olmuş. Belirgin biçimde isteksiz ve kötümser olmasına rağmen oturup Uygarlığın Huzursuzluğu’nu yazmak zorunda kalmış, Freud. Tuhaflıkları, açıklanamayanı, psikolojinin çerçevesiyle açıklamayı denemiş.

Tarih bir yanıyla böyledir. Tuhaf görünen ancak zamanla tuhaflığından sıyrılır ve bir yere oturur. Neyin nereye gittiği ancak zamanla belirginleşir, çünkü. Ama insan ilişkilerinde nerede bir tuhaf varsa, işte orada psikolojik olan bir şeyler vardır. Benzer biçimde, tuhaf, toplumsal dokunun bilinmeyen ya da az çok bilinen arzularının, isteklerinin ve özlemlerinin kendini belli ettiği yerdir.

Örneğin Hitler’in kitleleri arkasından sürükleyen ihtirası tuhaf bir haldir ama o dönemin Almanya’sına şimdi dönüp baktığımızda hiç de tuhaf değildir. Ya da Batista, o dönem için ne kadar da tuhaftır. Fidel bir çok konuşmasında Batista’ya bönlüğü, önünü görmezliği ve kibri için teşekkür etmiştir. Çünkü tuhaf Batista ve emperyal hamisi Kübalıların işini kolaylaştırmıştır. Tuhaf bir adamla, bir halk tuhaflaşarak başa çıkmıştır.

Temel olarak işleyen sınıf mücadelesi ve o mücadelenin yasalarıdır. Kitle psikolojisi ya da kişiliklerin yasaları değil. Ama neyin nereye evrildiği ortaya çıkıncaya kadar bazı haller farklı, tuhaf görünebilir. Psikoloji, o tuhaflıklar için geçici ama kapsamlı bir açıklama sunabilir.

Türkiye, tuhaflıklar arayanlara bol malzeme sunuyor. Cemal Dindar işte bu tuhaf anları işlediği yazılarından bir tanesinde Türkiye’nin son yıllarından “insanlığın eşitsizlik tarihinin neredeyse tüm sahnelerinin yeniden kurulduğu bir dönem” olarak bahsediyor.*

17 Mayıs 2016 Salı

Küba: Hep sağolsunlar!


Küba çeşitli zorlukları olan bir ülke. Ambargo bir yana, coğrafi konum olarak da ciddi zorlukları var. Ve sosyalist düzenin de sorunları birkmiş durumda. Zaten kimse bunu inkar etmiyor. Kimse böylesi zorluklar hiç yokmuş gibi davranmıyor.

Sanırım doğru olan da bu. Zorluklarla yol alabilmek. Dürüstçe ve kendine sahip çıkarak. Kendinden vazgeçmeyerek... Zor olan bu, yani bile isteye yine de zor olanı tercih etmek.

Kolay gibi görüneni, kısa yolları tercih etmeye ise siyasette pragmatizm deniyor ve ne yazık ki gerek Türkiye'de gerekse dünya solunda bol bol var pragmatizm.

Küba ise zor olana alışmış bir ülke. Tabii ki handikapları var bunun. Ama bir kesiminin değil tüm ülkenin o yıl boyunca neredeyse açık sınırında yaşadığı bir ülkeden bahsediyoruz. Reel sosyalizmin çözülmesi bir gecede Küba'yı yapayalnız bırakmış. Yapayalnız derken bayağı bir yalnız kalmış Küba. O derece ki on yıl boyunca tüm ülke günde iki öğün yemeğe talim etmiş. Kollektif bir diyet gibi düşünün. Hep beraber altına girişilen zorlu bir süreç olarak düşünün. Hep beraber, kollaktif falan derken de yaklaşık on milyonluk bir nüfusu düşünün.

Az bir fire dışında hep beraber zor olanı tercih etmişler.  Ve altından da kalkmışlar. Yara bere içinde kendilerinde ısrar etmişler. Tüm dünya 90lar boyunca kapitalist gelişimin hızlanmasının getirdiği yeni nimetlerinin (AVMler mesela, o dönemin nimeti değil miydi?) tadını çıkarırken Küba başka bir yolda, tek başına ısrar etmişti. 

İşte yukarıdaki fotoğraf bunun bir hatırlatması. Eğilip bükülmeden de kendinde ısrar etmenin mümkün olduğunun, hatta kendinde ısrar etmenin tek yolunun fotoğrafı.

Bir an, bir kare: ABD başkanı (ki ne yalan söyleyeyim, Obama Küba ziyaretinin başından, hatta öncesinden sonuna kadar çok sevimliydi; bir CEO ne kadar sevimli olabilirse o kadar. Yani nhereden baktığınıza bağlı; etkileyici de bulabilirsiniz, guru olarak da görebilirsiniz; doğrudan soytarı diyip geçe de bilirsiniz! İşte aynen öyleydi...) Raul Castro'ya sarılmak için hamlede bulunuyor ve Raul "Gel bakalım koca oğlan!" yaklaşımıyla "diplomatik taammülleri" de zorlayan bir sınır çekiyor başkana. Sarılmaya çalışan kolunu alıp yukarı kaldırıyor, "pazarsa buyrun, Dünya pazarına sunalım sizi, özgürce" der gibi. Emperyalizme, kapitalizmin baş temsilcisine, hepimiz adına, sosyalizm adına "Ağır ol bakalım!" diyor.

Bunu söyleyebilen ne kadar az siyaset çizgisi kaldı dünyada farkında mısınız? Reel sosyalizmin çözülüşü, eğilip bükülmemeyi, kendi olarak kalabilmeyi de götürdü yanında.

Evet, Küba'nın işi, geleceği kolay değil. Sanırım hiç kolay olmadı da. Hepimizin olduğu gibi. Ama başka bir onur, haysiyet, vicdan taşıyanların olduğunu yeniden hatırlatmak bile yeter Küba için.

Hep sağolsunlar!

30 Nisan 2016 Cumartesi

Into the Silence: A gift from a grief

Grief is mostly painful and it takes time to overcome its misery. However, there are some talented names who turn such a sorrow into a unique artistic expression. Into the Silence is a set of reflections on the death of Avishai Cohen’s father – often solemn but never dirgey, and beautifully recorded. Cohen composed the melodies over six months following his father's passing in November 2014, inspired by an album of Rachmaninoff's solo piano music. Cohen says "The title of the song and album refers to the silence of absence, the way you see pictures of someone who is gone but you don't really hear them in your life anymore."

Cohen's muted sound on the melancholy opening ballad "Life And Death" establishes the tone of the album from the start (including the unexpected double-time coda, a sign of the compositional thought behind the seemingly loose ensemble sound). Hence the reflective mood, and a nice ambiguity in that title. Does Into the Silence refer to the move from life to death, or to sounds pitched into the silence that follows it? Perhaps both. The slow opener, Life and Death, does sound like a threnody. The composer’s trumpet is a model of heartfelt expression throughout. One finely controlled moment can stand for many. As the last phrases of the penultimate piece, Behind the Broken Glass, approach, Cohen, his trumpet’s clear tones leading the mourners again, suddenly thins and softens his timbre for the closing few notes, as a eulogist might who can only just get the words out. Simple, fleeting, and deeply affecting.

After all, it is not a surprise to find Cohen offering this emotinal work that fits so squarely with what is usually identified as the ECM aesthetic. And here is a beautiful contemporary music for just  anyone.

13 Nisan 2016 Çarşamba

Sessiz bir Kelebeğin Rüyaları ve Dansları


Bu albümdeki her şey - tabii ki sadece iyi olan şeylerden bahsediyorum; kötü olanlar bana aittir- 1982'den beri, verebileceği her şeyi bana veren ama benim ise, bugün kendisine ancak bu albümü sunabildiğim Margit'e, melekler güzeli 'Margit, my angel'a aittir ve de ona ithaf edilmiştir..."

Aşk müziğe çok benzeyen bir şey... Bu ikisinin de üzerine öyle pek fazla konuşmaya gelmiyor. Sadece yaşamak lazım. Ama dolu dolu ve de gerekirse kemiklerinin en dibine, iliklerinin son hücresine kadar... Sonra bırak, her şey, yaşayabileceğin ne varsa vücudunun tüm hücrelerine girip, çıkıp, seni de zangır zangır titrettikten sonra, sular seller gibi üzerinden aksın ve gitsin. İşte bundan sonra, emin olabilirsin ki, aşk ve müzik üzerine bilmen gereken ne varsa, hepsini öğrenmişsindir'... Tayfun Erdem öğrendiklerini 'Sessiz bir Kelebeğin Rüyaları ve Dansları'' adlı albümüne koyarak dinleyenleri gündelik hayatın sıradanlığından uzaklara savuruyor. Melodilerle aşka, hüzne ve coşkuya yaklaşan dinleyici, yaşamla ölüm arasında gülümsüyor. Albümün ithaf edilen kadını Margit gibi: Müzisyenin ağır bir hastalık nedeniyle tüm vücudu felç olan ama 14 yıldır yaşama bağlılığını kaybetmeyen ve hep gülümseyen sevgilisi Margit... [Albüm tanıtım metninden - aslında bu albüm 2005'ten. Nöroloji günlerimden. Müthiş bir albüm, çok güzel şarkılar. Hep seveceğim.]

Tayfun Erdem • Sessiz bir Kelebeğin Rüyaları ve Dansları • Kalan • 2004*****

2 Nisan 2016 Cumartesi

Erken Bunama



Hayat beni sevgilim,
getirdi buraya, koydu.

Ah, keşke biraz daha şarap olsaydı,
tadı damağımda kaldı yaşanmamış hayatın.

Ama yine de çok dert değil,
çünkü artık eskisi gibi de değil.
Sadece keşke diyorum, kendi kendime, ara sıra.
Ve bazen kendime bile söylemiyorum.
O kadar işte artık,
öğrendim, acabaların peşinde koşmamayı
ya da sadece ve sadece düş kurmayı.

Hayat diyelim sevdiğim,
beni burada koydu, gitti.

Çok oldu,
hatırlanmayacak kadar çok.
İçimde kocaman bir düzlük, nasıl da düzgün, parsel parsel ayrılmış.
Dağ yok, dere tepe yok.
İniş çıkışlar yok.
Dümdüz.
Acıtmadan gidiyor işte zaman.

Ama biliyor musun sevgilim,
kendimi kendime acıttırmamak için
zor tutuyorum.
Ne olur ne olmaz diye, tüm pimleri sakladım zaten.
Belli olma diye, tüm numaraları sildim.
Ve gece karanlık iyice yerleştikten sonra, ve sustuktan sonra hayat
Arıyorum, nerede bu kayıplar diye.
Bunamış bir insan gibiyim artık.

Hani insan önce en son yaşadıklarını unuturmuş ya?
Yalanmış, ben ilk seni unuttum sevgilim.

1 Nisan 2016 Cuma

Kaan Tangöze ve gölgeler

İnsan şaşırıyor ama ülke, toplum, tarih de şaşırtacak işler, haller, durumlar çıkarmaya devam ediyor. Nasıl denir, nesnellik her şeye gebe velhasıl! Kaan Tangöze'nin albümü de bu minvalden aslında. Şaşırtıcı ve etkileyici. Ezgisi, tınısı, sesiyle olduğu kadar sözleri ve havasıyla da. Şu yaşadığımız son dört-beş yılın politik atmosferini, öfkesini, yenilgisini, kırgınlıklarını içerivermiş albüm. Hani neredeyse bir nevi post-Gezi dönemi soundu tutturmuş Tangöze. Kesinlikle etkileyici ve insanın yüreğinde, aklında, kulağında yer eden cinsten. Ve sanırım bir de (tabii ki bunu yazmak da ne kadar doğru, bilemiyorum ama basın yoluyla bir şekilde kolektif hale geldiği için de yazılabilir herhalde) kendi hayatındaki fırtınalar da girmiş albümün havasına. Çelişkileriyle... İnsan dinlerken buna da, o fırtınalara da şaşırıyor. Çünkü, Kaan Tangöze sanki kendi gölgesiyle de uğraşıyor. Buyrun buradan.

28 Mart 2016 Pazartesi

Gerisi Hep Rivayet

Maydanoz yapraklarına saklanan şarkılar, daha tomurcukken koparılan güller, bir mail grubu muharebesinde buluşanlar, güneşi tutuşturmaya kalkışanlar, bisikletine teneke bağlayanlar, sidikler içinde uyanılan daracık odalar ve fen lisesi koridorlarından psikiyatri kliniğine uzanan çeşitli rivayetler.

Gerisi Hep Rivayet, şehrin sokaklarında gezintilere çıkarıyor. Geçilen sokakların ya da mekanların hikayeleri, bir kaybın ardından gelen sessizliği, ıssızlığı ve acıyı hatırlatıyor. Kapalı, gri ve puslu, muhtemel ki yağmurlu bir havada güneşi arıyor bu öyküler. Yuri Gagarin, Nick Cave, Edward Popper ile şarkılar (örneğin 1967 tarihli Summer Wine) da eşlik ediyor bu gezintilere. 

Ve psikiyatrinin izleri de düşmüş yer yer. Kendi kendine gülen doktorlar, absurd rüyalar, aklı karışanlar, dili dolananlar, dağılmanın eşiğinde gezinenler yer alıyor öykü kahramanları arasında. 

Rastlantı dediğin, bomboş sokaklarında bir şehrin, iki bisikletin çarpışması değil mi?” diye soruyor öykülerden bir tanesi. Bir diğeri ise hiç görmediği babasının fotoğrafıyla kavga ederken cenazesinde buluyor kendisini. Öyküler Ankara'dan, karların arasından geçiyor ve İzmir'de Haziran sıcağında dünyanın güneşe doğru yörüngesinden çıkmış olabileceğinden şüpheleniyor. 

Gerisi Hep Rivayet | Yazılama Yayınevi | Mart 2016

19 Mart 2016 Cumartesi

Kusura bakma Mart ayı ama

Kusura bakma Mart ayı ama ben seni bir türlü sevemedim.

Ha, diyeceksin ki sorun bende. Belki de haklısın. Bir heves var içimde, bir beklenti. Sana dair…

Mesela Aralık, Ocak öyle değil. Onlar da soğuk. Ama onlardan, soğuk olmalarını beklemek dışında bir isteğim, bir beklentim yok. Onları öyle sevmişim, gitmiş.

Haklısın, çıtır çıtır yanan bir odun ateşi gibi Şubat. Az kaldı dedirteninden, dayanılanından. Hatta başında tatlı muhabbetlere dalınanından…

Ama sen öyle misin?

Sen beyhude bir bekleyişsin.

Sen tiril tiril gömleklerle dışarı çıkıp titreye titreye içeri girmelerimizsin.

Sen kalabalık masalardaki yalnızlık, kuşatılmış sokaklardaki çaresizliksin.

Ve belki de sadece kediler için hatırlanmaya değersin.


12 Mart 2016 Cumartesi

Sanki


Bazen ciddi ciddi şüpheye düşüyorum. Hani işler kötüye gitmiyor da biz mi abartıyoruz diye? Mesela diyorum kendime kendime, yoksulluk eski yoksulluk değil. Hatta çok değil, şurada bir kaç on yıl öncesiyle kıyaslarsak bile, bolluk içinde olduğumuz aşikar. Ayan beyan, daha bir rahat içindeyiz.

Yine de şüpheleniyorum işte. İllet bir hastalığa yakalanmış gibi.

Soruyorum, kendi kendime. Şiddet aslında artmadı da görünür hale mi geldi ki diye! Sanal ortam, kameralar, dijital kayıt ve seri erişim kolaylığı falan sayesinde...

Yani,” diyorum, “eskiden de kocaman adamlar çocukları alıp yere çalıyordur, çarpıyordur da biz görmüyormuşuzdur. Ne olacak ki?

Ne yani, emanet çocuğun kafasını kesip elinde dolaşan anne, hani kadın denince akla ilk gelen anne, hiç olmamış mıdır ki diyorum, geçmişte. Başkasının acıları için başkasını acıtan, kanatan, kurutan hiç mi olmamıştır şu dünyada? “Ne var ki!” diyorum

Hani Haçlıların falan yanında… Ne ki!

Hatta diyorum ki eskiden de, bildiğiniz nezih, şehirli, etekleri edep ve haya ile uçuşan kadınlar ölümün eşiğindeki insanlara “Atla!” diye tezahüratta bulunuyormuştur da biz duymuyormuşuzdur. Kesin!

Evet, evet!” diyorum, kendi kendime. Eskiden de topraktan, bodrumdan çocuk kemikleri çıkıyormuştur. Ne olacak ki? Kemik dediğin her yerde değil midir ki? O zamanlar da kemik yok muydu ki!


27 Şubat 2016 Cumartesi

A beautiful music becomes soundtrack of your life

There are some soundtracks more powerful than the film. This original work, soundtrack of the film Yves Saint Laurent by Ibrahim Maalouf  is from such a genre. If you watch the movie (especially while you are focused to read the subtitles), at several scenes, you can find yourself saying "stop everything" and thinking as "what a beautiful music!". A beautiful music takes you to anywhere: to an adour in the afternoon of your childhood, to your beloved ones, to unknown. A beautiful music becomes soundtrack of your life. [Photo by Geraldine Petrovich].

Ibrahim Maalouf | Musique Originale de Yves Saint Lautent | 2014

13 Şubat 2016 Cumartesi

40

Benim iki doğum günüm var; birisi resmi, diğeri gayri-resmi.

Gayri-resmi olan 31 Ocak’tır ve gerçek doğum günümdür. Dünyaya merhaba demenin ilk çığlıklarının şekerli suyla yatıştırıldığı tatlı bir cumartesi akşamıdır.

Bankalar, tekerlek şirketleri, telekomünikasyon sektörü, bakanlık vb. ise doğum günümü kutlamak için resmi olanını bekler; yani 14 Şubat’ı. Şu SMS çağında, sağolsunlar, en yakınımız onlar neredeyse artık, değil mi!

Tarihimin bir cilvesidir işte, çift doğum günlü olmak. Ama gayri-resmi olanının yanında resmi doğum günüm genelde çevrimdışıdır.

Ebeveynler öğretmen olunca sömestre tatilinden faydalanmak için kayıtta iki haftalık gecikme kaçınılmaz olmuş. Sağolsunlar. Hayatın hoş bir oyunu olarak bu gecikmeyi armağan etmişler bana. Zaten genelde 31 Ocak’ta doğarım. Ama bazen “Aaa, sevgililer gününde mi doğdunuz?” sorusuna da gülümseyerek “Evet” der geçerim.

Bu kadarcık karışıklığa ne diyeyim ki! Şanslı sayılırım; doğum gününü bilmeyenlerin; çoktan göçüp gitmiş ablasının, abisinin yerine yazılanların yanında, nedir ki bu kafa karışıklığı?

Ama yine de garipserim işte. Hatta 40 yıl sonra, daha yeni aklıma geldi, gidip düzelttireyim şunu diye. Daha önce aklıma hiç gelmemiş olmasına şaşırdım önce. Sonra vazgeçtim. Devlet her şeyimi düzgün bilmeyiversin dedim, kendi kendime.

Ama, ne yalan söyleyeyim, 40. yaş günüm tedirgin etti beni.

30 Ocak 2016 Cumartesi

Şizofreni için bir adım daha (mı?)*

Yok, toplumsal bir durumdan bahsetmeyeceğim. Gerçi ülkede bir anlığına da olsa telefonunun dinlendiğini, takip edildiğini ya da başının belaya girmesine ramak kaldığını zaman zaman düşünmek durumunda kalan geniş bir kesim var artık. Toplumsal gerçekliğimiz oldukça bozulmuş durumda.

Ama toplumun küçük bir kesimi için bu tür şüphe, korku ve endişe dolu algılar ne yazık ki bir anlığına olup biten geçici haller değil. Bu tür algılar, çoğunlukla ergenliğin sonlarına doğru başlayan ve peşlerini neredeyse hayat boyu bırakmayan bir hastalığın belirtileri.

Şizofreni, siyasette, basında, edebiyatta, hatta maç kritiklerinde gelişigüzel kullanılsa da bu tür yaşantıları, düşünceleri ve algıları bir türlü geçmeyen insanlar için doyumlu bir hayat yaşamalarına engel olan ciddi bir sağlık sorunu.

Ama bir tek sağlık sorunu da değil. Çünkü psikiyatrinin içinde bile hep köklü tartışmaların odak noktasında olmuş bir durum şizofreni. Örneğin, 60lı yıllarda anti-psikiyatri akımı, özellikle de R. D. Laing’den etkilenen birçok psikiyatrist ve klinik psikolog, şizofreninin bir hastalık olmadığını, aileden başlayıp toplumun her yanına uzanan bir sistem sorunu olduğunu söylüyordu (1).

Şizofreni hep tartışıldı. Tim Crow’a göre Homo Sapiens’in Homo Sapiens olmasının, yani dil, iletişim ve kendisi üzerine düşünebilme özelliklerini edinmesinin belki de bedeli olan bu sendrom (2), psikiyatri içinde de biyoloji ile sosyoloji arasında gidip geldi geçtiğimiz yüzyıl boyunca.

Ocak ayında ise şizofreninin geleceğini etkileyecek, hatta belki de köklü olarak değiştirebilecek bir araştırma yayınlandı, Nature’da (3).