26 Aralık 2011 Pazartesi

Gravöl

İnsan her zaman kabuslardan uyanacak değil ya! Bazen de hayat dolu rüyalardan uyanabilir. Bir süredir aklım Hayat Ağacı ile meşgul. Açıkcası bu film, bende film çekme isteği uyandırdı. Daha önce hiç bir filmden sonra böyle bir istek dolmamıştı içime. Yusuf Atılgan'ın sinemdan çıkmış insanına benzerdim sinemadan çıkınca. O kadar. "Elime kamera alayım" dediğim olmamıştı. Aklıma girdi Hayat Ağacı. Tabii ki rüyalarıma da.

Rüyamda sinemadayım. Çocukluğumun Şan Sineması gibi kocaman bir salonda oturuyorum, tek başıma. Film bitmiş, jeneriği geçiyor önümden. Yazılar, isimler. Ben ise fonda çalan müziğin içindeyim. Çok tanıdık, çok bildik bir şarkı. Yıllardır peşinde koşmuşum, hasretini çekmişim de oracıkta karşıma çıkıvermiş gibi. Kalbim çarparak dinliyorum. Hani dilimin ucunda şarkının adı, sanki sözlerini mırıldanıyorum. İşte o sırada filmde yer alan tüm şarkıların isimleri geçmeye başlıyor. Şarkı isimlerinin altında ise bestecisinin ismi: Bilge İmamoğlu. "Evet, tabii ya!" diye bağırıyorum yerimde. "Böyle güzeldi" diyorum "o şarkılar". Ve o sırada fonda çalan şarkının adı geliyor önüme: Gravöl. Melih ve Bilge birlikte yazmışlardı şarkıyı. Bahçede, kocaman selvilerin altında oturup çaldıklarını hatırlıyorum. Mayıs'dı ayı ve şefkatli bir güneş vardı gökyüzünde. Nasıl da sevmiştim o şarkıyı, o şarkıları. Rüyadan uyanasım gelmedi. Rüyanın içinde "Az daha uyuyayım da kulaklarımda günlerce yankılansın bu şarkı" diye diye uyandım tabii ki.

Uyanınca yatağın kenarına oturup kendi kendime mırıldandım şarkıyı. Yeniden, yeniden, yeniden çağırdım geçmiş 20 yılımı.

23 Aralık 2011 Cuma

Gittim, Akşama Karışan Dağlar Boyunca

Yarım saat kalmıştı. Bir sigara yakmış, bekliyordum kenarda. Yukarılarda kırlangıçlar uçuşuyordu ve hafif bir serinlik vardı havada. Hırkamı geçirdim üstüme.

İki kadın geldi, aralarında bir çocuk. Hepsinin gözü yaşlı. Kadınlardan genç olan diğerinin elini öperken ağlayarak otobüse bindi çocuk. Yerine geçti ve yasladı başını cama. Hemen ardından çıkan genç kadının eşarbı omuzlarına düşmüştü. Çocuğun yanına yığıldı kaldı bir süre. Elini cama götürdü, çocuk, "Yine elinde ekmeklerle çıksa gelse." der gibi baktı. Yaşlı kadının gözyaşları iniyorduiki yandan ve siyah eşarbının altından kır saçları görünüyordu. Mendilini ağzına bastırdı ama durmuyordu. 

Bir sigara daha yakıp bekledim. Muavin yanıma gelip "Haydi abi, gidelim!" demese bin yıl daha bekleyebilirdim. Ama belliydi, gelmeyecektin. Etrafıma bakınıp geçtim içeri. Çocuk ve kadının hıçkırıkları duyuluyordu, kesik kesik. Camın ardında kırlangıçlar uzaklaşıyordu bulutlara doğru. Radyodaki şarkı "Ne yaptıysam olmadı, ne çare. Unutamadım, gitti!" diyordu.

Elimdeki bilete ve bir de iki kişilik boş koltuklara baktım. Cam kenarına geçtim. Oturdum ve akşama karışan dağlar boyunca gittim.

[Çevrimdışı İstanbul, sayı 4, Ekim 2016, sf. 87]

30 Kasım 2011 Çarşamba

Gelecek ne kadar sürer?

Kuşak olamamış bir nesiliz belki de. Kökleri kesilmiş, dalları kırpılmış. Körpecik ortalığa atılmış. Duvarlar üstümüze çökmüş, dönülen köşelerden ateşler saçılmış üzerimize. Özcan Alper, Sonbahar için Express'e verdiği mülakatta sosyalizm düşüncesi ile 90'lı yıllarda tanışanların belli bir romantikliğinin, ortak bir duygudaşlığının olduğunu belirtiyordu. Hani "akıntıya karşı durmak" anlamında falan değil, geçmişle ve gelecekle bağının olmaması, böylesi bir bağın hiç varolmaması, göbeğimizi kendimizin kesmesi anlamında. Bir duvar yıkılmış, yanlış bir deney bitmiş ve yanılgı ortaya çıkmıştı. Aile, okul, devlet, kitaplar, ıvır zıvır, herşey aynı teraneyi söylüyordu.
Bizler için ise geriye kalan tufandı. Tufanın içinde dostlarını, benzerini arayan, arayan, arayan ama bulamayanlardık biz. Öyle de kaldık zaten. Üstümüzden tarih geçti.
Gelecek Uzun Sürer'deki Sumru, o dostlardan işte. Çok tanıdık, çok bildik. Hele Ahmet... Cinahmed... Yurtta oda arkadışımız, Olgunlar sokakta sahaftı kendisi. Can'dı. Biraz Stalker, biraz Angelopulos'tu. Sanki çok ama çok yaşamıştı. Çünkü üstüne eski kuşakların yorgunluğu çökmüştü. Ve işte o mirasla baştan aşağıya insandı. Hep aşıktı. Şiirler yazdı. Hep bekledi. Karşılıksız. Harun ise bir kol uzatma mesafesindeydi. Hemen dibimizdeydi. Kardeşti. Yılkıya bırakılmış atlar gibi özgür, koştu, gitti.
Biz hep birbirimizi aradık durduk ama üstümüzden tarih geçti.
Özcan Alper boşuna Sumru'ya ağıtlar aratmamış. Ve boşuna uzun bir yürüyüşe çıkarmamış buz tutmuş gölün kenarında, Khaçadur Avedisyan'ın Ororotsayin'ı ile. Altında kaldığımız tarihin tozu dumanı içinde arayıp da bulamadığımız annelerimizin kulaklarımızda yankılanıp duran ninnisiyle.

20 Kasım 2011 Pazar

Üç sonbahar, üç kış ve üç ilkbahar

Toz içindeki bir patikadan çıkılırdı bahçeye. Yer yer dökülen yüksek duvarların, yer yer yıkılan fabrika bacalarının, çürümeye bırakılmış metal iskeletlerin arasından yürünür ve demir kapısına varılırdı.

O geldiğinde güneş tepedeydi ve selvilerin gövdesine tutunarak tüm bahçeyi aydınlatıyordu. Gölgeler, ışıltılar, eğreltiotları kıpırtısız bekliyorlardı.

Durdu. Bir süre öylece bahçenin içine saklanmış sesleri duymaya çalıştı. Az sonra içeri girecek ve orada üç sonbahar, üç kış ve üç ilkbahar geçirecekti.

Girecek ve orada kendisine yürüyecekti.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Çavdar Tarlasının Kıyısında Bekleyenler ve Oralara Hiç Uğramayanlar

"The maenads tought us there were two ways through life – the way of nature and the way of grace. You have to choose which one you’ll follow.
Grace doesn’t try to please itself. Accepts being slighted, forgotten, disliked. Accepts insults and injuries. Nature only wants to please itself. Get others to please it too. Likes to lord it over them. To have its own way. It finds reasons to be unhappy when all the world is shining around it. And love is smiling through all things."

"Rahibeler bize hayat boyunca izlenebilecek iki yol olduğunu öğrettiler: Keyfiyet Yolu ve İnayet Yolu. Hangi yolu izleyeceğini sen seçmelisin.
İnayet, kendi içinden geldiği gibi hareket etmeye çalışmaz. Umursanmamayı, unutulmayı, sevilmemeyi kabullenir. Hor görülmeyi ve incitilmeyi kabullenir.
Keyfiyet ise yalnızca kendi istediği gibi hareket etmeyi sever. Diğerlerine de kendi istediğini yaptırır. Onların üzerine hakimiyet kurmayı sever, kendi bildiğini okur. Tüm dünya onun etrafında ışıl ışıl parlarken mutsuz olmak için nedenler bulur. Sevgi ise tüm bunlar sırasında gülümser.

Bize inayet yolunu sevenlerin sonu kötü olmaz diye öğrettiler.

Sana karşı dürüst olacağım... Her ne çıkarsa karşıma..."

15 Ocak 2011 Cumartesi

Nâzım, Karadeniz ve Sinop

Malum, yüksek dağların uzunlamasına sıralandığı Karadeniz sahiline göre Sinop, coğrafi açıdan ilginç bir konuma sahiptir. Ders kitaplarındaki bilgiyi hatırlayacak olursak Karadeniz bölgesinin tek doğal limanına sahiptir. Tarih ve hayat bilgisini hatırlayacak olursak da dışarıda deli dalgaların duvarlarını dövdüğü bir mahpushaneye. Az bilinir belki ama bir de gölge edenlere tarihsel olarak hep ters durmuştur Sinop. Daha girişinde elinde feneriyle Sinoplu Diyojen karşılar gelenleri ve fıçısından çıkıp feneriyle ‘Geri bas!’ der gölge edenlere kendisi.

Resmiyet kazanmamış olmakla birlikte Sinop resmi işlemlerde, atamalarda ve mahpusluklarda hep sürgün yeri olarak görülmüş. Ulaşımın diğer bölgelere göre biraz daha zorlu olması da bu sürgünlük durumunu pekiştirmiş. İktidarlar gözden ırak olmasını, ayakaltında dolaşmamasını istediği memurların yanı sıra çeşitli suçluları da meşhur hapishaneye göndermiş. Osmanlı’dan itibaren azılı suçlular, zaptedilemeyen külhanbeyleri Sinop kalesinin surlarının içine hapsedilmiş, yeri gelmiş zincire vurulmuş, yeri gelmiş asılmış. Hatta Osmanlı-Rus harbi sırasında iflah olmaz suçlulardan bir askeri birlik oluşturulmuş ve düşmanın üstüne salınmış bu birlik. Sonra Osmanlı’nın dolandırıcıları, genç Cumhuriyet’in evrakta sahtecilik yapanları da Sinop Cezaevi’nin nemli ve soğuk mahzenlerinde yatmış. Ve tabii ki Sabahattin Ali, iktidarın başını ağrıtan yazar da binlerce sitem yollamış soğuğun buz kestiği gecelerde ve günlerde.