31 Aralık 2008 Çarşamba

Fason edebiyatın ortasında iki yoksunluk anlatısı



Sizi siz yapan yalın bir acınız, kapanmasına asla izin vermeyeceğiniz derin bir yaranız var mı? En umutsuz, en dar zamanınızda size güç veren, kendinizi yıkıp yeniden yaratmanızı sağlayan, neler istediğinizi, düşlerinizi size yeniden hatırlatan yarım kalmış bir çığlığınız var mı? Varolan yaşam dönüştürülmeden kapatamayacağınız, sizi diri tutan, sürekli üretme isteği veren ayazın vurduğu bir tarafınız var mı? Var diyorsanız acınızı bulduğunuz, iliklerinize kadar hissettiğiniz kitaplar, şarkılar da var mı? Yalın insan gerçekliğini anlatan kitaplarla ve şarkılarla karşılaştınız mı? Onların yalın gerçekliğinde kendi gerçekliğinizi bulduğunuz oldu mu hiç? J. D. Salinger’ın ‘Gönülçelen’ ya da diğer adıyla ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ anlatısının kafası dumanlı Holden Caulfield’inin yalın gerçekliğinde bulabilir miydiniz? [1] Bir yanıt olacaksa eğer bunalmış, sıkılmış, sıkıntısını kendisi de dahil herşeyle dalga geçerek geçiştirmeye çalışan ama bu ironinin ortasında da yaşamına acıyan Holden’dan bahsetmek isterim sizlere.

Savaş sonrasında yeni burjuvazisini, amerikan tipi yeni başarılı yaşamlarını hazırlayan, mutlu ve huzurlu aileleriyle 1950’ler Amerika’sı; iyi kazanan avukat ebeveynler; seçkin yatılı okullar; bu okullarla, okullardaki züppe takımıyla uyuşamama ve her okuldan atılma; ait olunan sünepe sınıfın yapışkan değerlerinden ve alışkanlıklarından kurtulma isteği ama bir yandan da onlarla beraber yaşama zorunluluğu... Anlatı, birkaç günlük kesitte Holden’ın yıkımına, kendini yıkmasındaki ironiye ve ait olduğu sınıfın fason dünyasınca boğulmaya çalışılan parıltısına bizleri ortak eder. Bıkmışlık ve coşku, sevgi ve sefalet aynı yerdedir. Çünkü genç Holden, yaşlı öğretmeninin bile kavrayamadığı bazı ayrıntıları kısacık yaşantısında gayet iyi anlamıştır. Daha kitabın başında, vedalaşmak için evine gittiği tarih öğretmeniyle arasında şu konuşma geçer:

“Yaşam bir oyundur evlat. Yaşam, birisinin kurallara göre oynadığı bir oyundur.” “Evet, efendim. Öyle olduğunu biliyorum. Bunu biliyorum.” Oyun, kıçımın kenarı. Bir tür oyun. Eğer bütün sağlam vuruşların yapıldığı taraftaysan, doğru, yaşam bir oyundur. Bunu kabul ediyorum. Ama eğer öbür taraftaysan, yani hiçbir sağlam vuruşun olmadığı taraftaysan, oyundan ne haber, ha? Hiçbir şey? Oyun yoktur.

Salinger çocukları ve ilk gençliği anlatmayı iyi biliyor. Öykülerinde ve uzun anlatılarında, amerikan çocuk dünyasının derinlikli ve incelikli bir anlatımı var. Çocuklar çevrelerinde neler olup bittiğinin gayet iyi farkındadırlar. Holden kız kardeşi Phoebe’ye büyüyünce ne olmak istediğini boşuboşuna şu şeklide anlatmamakta:

Ne olmak isterdim biliyor musun? Kıyısında derin bir uçurum olan çavdar tarlası düşün. Çavdarların arasında önünü görmekte zorlanarak koşuşturan çocukları... İşte kıyıda durup o çocukları, uçuruma düşmekten koruyacak birisi olmak isterdim. Biliyorum delice ama gerçek anlamda olmak istedğim tek şey de bu! [2]


Çünkü sermaye düzeni ilk gençlikte yıkımı getirir çocuklara; çocukluğun düşlerle kurulu dünyasını gerçekleriyle parçalar. Çünkü yaşam cebinizdeki paranıza, korunaklı sıcacık evlerinize, seçkin okullarınıza rağmen gelir ve bulur sizi. Çünkü yaşam eksik bırakılmışlıkların yaşamıdır. Holden, yani Salinger bunu gayet iyi bilmekte ki kitabın son cümlesinde şöyle seslenir okuyucuya: “Hiçbir zaman kimseye herhangi bir şey anlatmayın. Eğer bunu yaparsanız, herkesi özlemeye başlarsınız.” Sizin de özlediğiniz insanlar var mı? Sermaye düzeninin çirkinliklerinde boğulup gitmiş ışıltılı insanlarınız var mı?

Yalın gerçekliğinize ses olabileceğini düşündüğüm bir başka yarım ses ise Fransa’dan. Romain Gary’nin ‘Onca Yoksulluk Varken’i haz ve sefaletle örülmüş müthiş bir anlatı. Kaybetmeye mahkum edilmiş Arapların, yahudilerin, bir baltaya sap olamamış Fransızların toplandığı bir kenar mahalle; hayatını bedenini satarak yaşamış ve son kullanma tarihi dolunca dabedenini satan başka kadınların babası belirsiz çocuklarına, arasıra yatan paralar karşılığında bakarak yaşamaya çalışan Madam Rosa ile daha doğarken yaşlanmış Momo’nun uzun anlatısı. Küçük keşiflerin ardında yatan büyük hayallerin dünyası vardır Momu’nun kafasında. Bir çocuk gözüyle ama derin anlamlarla sağır mösyölerin, eski boksör Madam Lola’nın ve babasız çocukların dünyasına girersiniz Momo’yla beraber. Anlatı bitip de bir hafta boyunca Madam Rosa’nın çürüyen bedeninin karşısında oturup geri dönmesini bekleyen çocuk bedenli yaşlı Momo’yu düşündüğünüzde eminim ki bir yanınızın, ayazın vurduğu bir yanınızın sızlamakta olduğunu hissedeceksiniz.

Ayrıca Can Yayınları’nın kitaba eklediği ‘Émile Ajar’ın Yaşamı ve Ölümü’ de keyifle okunacaktır. Çünkü Onca Yoksulluk Varken (başka kitaplarla birlikte) Ajar’ın kitabı olmasına rağmen aslında Romain Gary’nin kaleminden çıkmıştır. Ajar, ödül düşkünü Gary’nin Fransız edebiyat patronlarıyla dalga geçtiği ve kendini eğlendirdiği olmayan bir kişidir, uydurmadır. Sanırım Émile Ajar’ın yaşamöyküsü, nadide Avrupa ülkesi Fransa’da edebiyat pazarının, edebi beğenilerin nasıl döndürüldüğüne dair açık bir fikir sahibi olmanızı sağlayacaktır.

Notlar:
[1] Catcher in the Rye kaç dile iki isimle çevrildi bilmiyorum ama romanın derdini Gönülçelen kadar bir çırpıda tanımlayan başka bir isim de zor bulunur herhalde. Kitabın daha sonraki baskılarında çevirmen ve yayınevi değiştiği için ismi de değişti. Ancak kitabın yeni çeviri ismi, yani Çavdar Tarlasında Çocuklar tahmin edilebileceği gibi eksik bir anlatım olarak kaldı. Diğer yandan Gönülçelen'in Teoman'ın şarkısıyla ve şarkını sözleri nedeniyle de kırık bir aşk hikayesiyle özdeşleşmesi de cabası oldu. Yine de Teoman'ın şarkı için yazdığı sözler bir kenara bırakılırsa ezginin Gönülçelen'in dünyasını taşıdığını, bu anlamda yaralı bir ezgi olduğunu da belirtmek gerekiyor.

[2] Catcher in the Rye ile ilgili bir diğer önemli hikaye de John Lennon'ı öldüren Mark David Chapman'la ilgili. Evinde kitabın bir çok baskısı bulunan Chapman Lennon'ı vuracağı apartman önüne gitmeden önce kitapçıdan bir tane daha alır ve "Bu benim beyanımdır!" diye yazar, Holden Caulfield olarak imzalar. Chapman, mahkeme kararı açıklandığında ise ayağa kalkar ve Holden'ın kardeşine gelecekte ne omak istediğini anlattığı paragrafı okur. Birçok filmde romana çeşitli göndermeler bulunmakla birlikte Mel Gibson'ın Komplo Teorisi filminde ana karakter Jerry Fletcher'in romanla olan ilişkisi Chapman'a göndermede bulunur. Keza Fletcher ne zaman romanı görse kitabı satın alır ama okumaz.

[3] Her iki romanı ne zaman düşünsem, ne zaman Holden ya da Momu'yu ansam François Trauffaut'un Dört Yüz Darbe (Les Quatre Cents Coups) filmi gelir. Sanki film her iki romanı tek bir sahnede birleştirmiş gibidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder