28 Ocak 2017 Cumartesi

İstanbul kuşatmasının tarihi


Üşenmedim, araştırdım: “Buralar ilk ne zaman kuşatılmış?” diye. Bilenler bilir: José Saramago Lizbon’un kuşatılması üzerine bir roman bile yazmış. Sanırım oraların kuşatılması da sadece bir kere olmuş. Mağripliler Lizbon’u ele geçirmiş ve sonra da Haçlıların yardımıyla Lizbon geri alınmış. Öyle uzun süreli gelgitler olmamış. Zaten oralara giden bir arkadaşım da “Buraların derdi dertten sayılmaz” demişti. Demek ki çok da çekmemiş Lizbon. En azından bizim buralar kadar!

Neyse! İstanbul ya da eski adıyla işte Konstantinapolis kurulur kurulmaz başlamış kuşatılmaya. Gelen kuşatmış. Giden kuşatmış. Dışından geçen kuşatmış, içinde kalan kuşatmış. O, ondan yardım istemiş, “Aman yetiş, kurtar!” diye. Bu ise şuna haber göndermiş “Koruyuculuğunuz altına girmek için hazırız!” diye. Beriki surlar diktirmiş, öteki yıkmış. Kimisi kurtarıcı olarak karşılanmış, kimisi ne kadar ikona varsa şehirde yakmış, yıkmış.

Hani bir nevi süreklileşmiş kuşatma altında kalmış diyebiliriz İstanbul için. Velhasıl yakanı, yıkanı, seveni ve de satanı çok olmuş. Eh, Saramago’nun tek, hadi bilemedik iki kuşatmadan koca bir roman çıkardığını düşünecek olursak İstanbul için nehir nehir romanlar yazılması gerekir. Binlerce gece okunacak, anlatılacak ve de yaşanacak.

21 Ocak 2017 Cumartesi

Geçmişin gölgesi


Belki daha önce yazmalıydım, mesela geçen hafta. Mektubunu aldıktan hemen sonra. Ama yazamadım işte. Bir süre düşünmem gerekti.

Mektubun geldiğinde ben de tam o günleri, geçmişi düşünüyordum. Ne de çabuk geçti zaman! Hayat, bir yerden sonra yokuş aşağıymış değil mi?

Şimdi düşünüyorum da altı üstü üç yılmış o günlerimiz. Takvimlere yeniden ve yeniden bakıyorum ama işte tam o kadarmış.

Şimdi üç yıl ne kadar da kısa geliyor. Üç yıl ne ki şimdilerde!

Ama işte o zamanlar, üç yılı geçtim bazen tek bir günün içine koca bir hayat sığıyordu. Ertesi sabah yeni bir insan olarak uyanıyorduk, yeni insanlar olarak çıkıyorduk sokaklara, yeni bir insan olarak bakıyorduk dünyaya. Bazen tek bir paragrafla, tek bir şarkıyla değişiyordu dünya. Değişiyordu hayat. Biz değişiyorduk.

Bazen tek bir kelimenin bile bizi değiştirdiği oluyordu, değil mi?

Hani demişsin ya “anlık duygusal bir çıkış değil sanırım bu. Zaman zaman nüksediyor çünkü. Ama yazmasam geçer giderdi eminim. Telefon edip söylemeye bile üşenirdim...” İyi ki yazmışsın. Sağolasın.

O günleri düşününce şiirler geliyor aklıma. Brecht ve Nâzım. Bir de Mayakovski. Ve tabii ki Yesenin’le Yevtuşenko: “Gençlere yalan söylemek suçtur” diyen Yevtuşenko’ydu değil mi? Yesenin ise “Elveda dostum” demişti. Ardından Mayakovskiasıl güç olan yeni bir hayata başlamak” demişti. Şimdi anladım ki “şu yaşamda en kolay işmiş” yaşarken ölmek.

Biz öyle olmadık, değil mi? Yaşayan ölüler olmadık değil mi?

Hep bir ağızdan şiir okuyanlar var mıdır yine? Unutmam, basamakları satır satır, mısra mısra hep beraber inişimizi. Hep bir akıldan sorular soranlar var mıdır? Unutmam, kitapları satır satır anlamaya çalışmamızı. Ne çok konuşurduk! Ne çok okur, ne çok yürür ve ne de çok düşünürdük!

7 Ocak 2017 Cumartesi

Cinnetin ve cennetin kıyısında

Aklı başında her insan gibi cennetin kıyısında olmadığımızın farkındayım. Ama işte, hani şu meşhur “cennet vatanımız” vardı ya… Cinnet ağırlık kazandıkça işte o mazide hoş bir anıya dönüşüyor ve ufuktan siliniyor.

Koca bir ülke, koca bir toplum güncel cinnet ve mazideki cennet arasında sıkışıp kalmış durumda. “Hani nereden bakarsanız bakın 80ler, 90lar bile iyiydi şu günlerden!” diyor o günleri yaşayanlar.

Ama koca bir ömrü bırakın, şu son bir hafta bile yeter cinnet ve cennet arasındaki sıkışmışlık için. Saldırı, linç, patlama ve korku gırla gitti geçtiğimiz günlerde. Ve bir saat on beş dakika sürdü 2016’dan kurtulmanın histerik sevinci. Cinnet hemen geldi dayandı kapıya.

Sonrası ise malum. Doludizgin gidiyoruz, derin bir taraflaşmanın etrafında. Adresi belirsiz bir öfke, serseri mayın misali sokaklarda kol geziyor sanki. Sanki ansızın bir infilak olacak içimizde. Hatta eminiz de fırtına ne zaman kopacak onu kestiremiyoruz.

Bazı psikiyatrik tablolarda şaşırtıcı bir yan vardır: Uzun yıllar onca acıya, olaya, duruma rağmen kişi ciddi bir sıkıntı yaşamaz. İşler sanki yolunda gider. Sonra bir şey olur, ufak bir şey. Önemsiz bir eşya kaybolur, uzak bir tanıdık kaybedilir ya da öncekilerle kıyaslandığında lafı bile edilmeyecek bir şey olur işte. Ve sonrasında her şey birden çöker.

1 Ocak 2017 Pazar

Let me ask you the question: Aren't we all guilty?


I am in a state of deep emotion,
you can imagine, I am confused.
I am bewildered and shocked.
Yet I must pull myself together.

Though right now all I can say is that
I share in this broken-hearted mother's misery
in a mother's never-ending mourning and sorrow
is the grief of losing the one who is dearest to our hearts.

This tragic event weighs us all down with sadness.
I don't think there's anyone who would disagree with me.

And now the hardest thing is
with our teeth clenched, to get our minds over the heartbreak,
to defy our tears when our voices fail us.

For, and I would like to call your attention to this:
Before the police start investigating, nothing can be more important for us
than to reconstruct
the shocking events,
which led to the terrible death of an innocent child.

You'd better expect the inspectors from town
to come and make us responsible for this terrible event.

Yes, my friends, they're going to ask us.