31 Aralık 2008 Çarşamba

Rüzgar herşeyi alıp götürmeyecek!

The Flying Clup Cup [Beirut]; Trust [Fatima Spar and The Freedom Fries]; Still Grazing [Hugh Masekela]; Zamazu [Roberto Fonseca]; Tanışma Bitti [Hayko Cepkin]; Terra Furiosa [Giovanni Mirabassi]; Hariçten Gazelciler; Into The Wild [Eddie Vedder]; Red Earth - A Malian Jouney [Dee Dee Bridgewater]; Le Fil [Camille]; Fight to Win [Femi Kuti]; Black Earth [Fazıl Say]; Fleet Foxes; Pale Blue Dot [Red Snapper]; Ya Dunya [No Blues]; Désobéissance [Keny Arkana]; New Soul [Yael Naim]; Sarhoş Palavraları ve Nahoş Nidalar [Farazi ve Kayra]

Yalan [Athena]; Baytar [Sagopa Kajmer]; Aman Aman [Duman]; Virgin Mary [Anthnoy and The Johnsons]; Canevimden [SiyaSiyabend]; Yaprak [Gürol Ağırbaş]; Barikat [Bandista]; Pardon Mr Genelkurmay [Sultan Tunç ve Dub Kurtuluş Ordusu]; Pitty Me [Bettina Köster]; Acaba [Ayyuka]; Quartier Latin [Léo Férre]; Start Wearing Purple [Gogol Bordello]; Mykonos [Fleet Foxes]; Pachad [Yael Naim]

Beirut The Flying Club Cup [2007]

İnsanlık hali, çeşit çeşit! Ama Beirut'un Zach Condon'u bir başka çeşit! Henüz yirmili yaşlarındaki Zach Condon Brecht’i heyecanlandıracak bir başka müzisyen. Kendisi ABD'li, hem de ortalarından bir yerlerden, New Mexico'dan! Ama sanki hep Avrupa'daymış gibi, 1950'lerde, 60'larda Balkanları, şansonların çınladığı salonları dolaşmış gibi şarkılar ezgiler taşıyor içinde. 16 yaşında Amsterdam'a geliyor ve aynı yerde kaldığı bir Sırp’tan etkilenerek Balkan müziğine dalıyor. Daldığı, dolaştığı ve keşfettiği diplerden ise 2006 tarihli Gulag Orkestrası (Gulag Orchestar) albümü çıkıyor. İlk albümünü, Avrupa’da duyduğu üflemeliler ağırlıklı Balkan Çingene müzikleri üzerine üniversiteden çaldığı bir bozuk mikrofon ve Paris’te aldığı trompet ile 2006 yılında evinde kaydetmiş. Condon o zaman 19 yaşında ve bu insanlık haline şaşırmamak olmuyor, çünkü albüm bütün bir hayat boyunca dinlenebilecek kadar güzel. İçinden çeşit çeşit Balkan halleri geçiyor. Condon'a da Avrupa'yı keşfetmeye devam etmek kalıyor. 2007'de Balkan ezgilerinden çok da uzaklaşmadan Fransız şansonlarına geçmiş ve lunaparklarda yatıp kalkmış evsiz barksız bir müzisyenmiş gibi ezgiler ortaya çıkarmış Uçuş Klübü Kupası (The Flying Clup Cup) albümünde. Beirut ismini verdiği grubuyla Avrupa’nın tüm bir müzik geleneğini tek bir çatı altında toplaması aslında neler yapılabilecekken yapılmadığının, müzikal yoksulluğun da bir anlatımı gibi. Bir müzisyen tüm bunları nasıl keşfedebilir, yaratabilir sorusu yerine binlerce müzik aleti çalan milyonlarca insan nasıl oluyor da aynı basmakalıp kısır döngünün içinde eğleniyor diye sormak gerekiyor. Çünkü Zach Condon ve saz arkadaşları piyano, akordeon, mandolin, trompet ve daha birçok müzik aleti ile çok tanıdık, çok kolay ama çok etkileyici ezgilerin ortaya çıkabileceğini hatırlatıyorlar. Geniş ve yakın bir coğrafyadan, sanki tek bir tarladan toplanmış ezgiler getiriyorlar. Uçuş Klübü Kupası albümü şu fani dünyanın ne kadar farklı hoş sürprizlere açık olduğunu kanıtlar gibi! Yann Tiersen dalgaboyunda uçup Beirut, hiç beklenmedik bir sürpriz gibi, merhaba diyor!
***
***
Eddie Wedder Into The Wild [2007]
Topluma uyum sağlamak kolay; uzlaşmak ise daha da kolay. Topluma alışamamak, kafa tutmak, toplumu kabul etmemek ise zor. Bir de toplumdan usulca çekip gidenler var! Kenara çekilenler. Fikret Kızılok bir söyleşisinde ünlü olacağını anladığı an İstanbul'dan kaçıp ünlü olma mekanizmalarından uzakta üretebilmek için Marmaris'teki teknesine yerleştiğinden bahsediyordu. Ergüder Yoldaş da oyunun oynandığı büyük masayı terketmişti; sessiz, sakin kendi halinde; kendisini kutsamadan... Terkedişi bile tüylerini diken diken etmişti oyun ekibinin, adalardan toplayıp getirmek için ne gürültüler koparmışlardı. Oyun ekibi, yani toplum! Aile, eş, dost, akrabalar ve öyle kar yumağı gibi büyüyüp giden devasa kütle. Bir süre sonra kendi kurallarını getirip dayatan toplum. Özgürlük için özgürlüğü daraltan, onca yoksulluğun ortasında laf ebeliğiyle oyalanan toplum. Ve o toplumdan umudu kesmeyen ya da kesen insanlar. Ne güzel anlatmış şair: O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler! Sean Penn'in yöntemen koltuğuna oturduğu Into The Wild da o güzel insanlardan bir tanesinin hikayesine dayanıyor. Tüm filmi ve toplum-birey çatışmasını ise tek bir şarkı mısra mısra anlatıyor.
Society
It's a mystery to me, we have a greed with which we have agreed You think you have to want more than you need until you have it all you won't be free [Society, you're a crazy breed, I hope you're not lonely without me] When you want more than you have you think you need and when you think more than you want your thoughts begin to bleed I think I need to find a bigger place 'cos when you have more than you think you need more space [Society, you're a crazy breed, I hope you're not lonely without me] there's those thinking more or less less is more but if less is more how you're keeping score? Means for every point you make your level drops kind a like its starting from the top you can't do that [Society, you're a crazy breed I hope you're not lonely without me Society, crazy and deep I hope you're not lonely without me Society, have mercy on me I hope you're not angry if I disagree Society, crazy and deep I hope you're not lonely without me]

Tüm bunları yaşayan: Christopher J. McCandless ya da Alexander Supertramp [12.02.1968-18.08. 1992] Yaşananları anlayıp yazan: Jon Kraukuer [Into The Wild - 1997]. Yaşananları ve yazılanları hissedip filme çeken: Sean Penn [Into The Wild - 2007]. Yaşananları, yazılanları ve hissedilenleri yeniden yaşayan: Emile Hirsch; Yaşananları, yazılanları ve hissedilenleri şarkılara döken: Eddie Vedder [Into The Wild - 2007]. Yaşananlara eşlik eden Society şarkısını yazan: Jerry Hannan.]
***
***
Roberto Fonseca Zamazu [2007]
Küba gibi her pencereden farklı bir ritmin kaldırıma sarktığı bir ülkeden yetenekli sanatçıların çıkması kimseyi şaşırtmaz. Ancak Roberto Fonseca, Zamazu albümüyle şaşırtıyor. Piyanistin parmakları bir yandan Afro-Küba ezgilerine uzanırken bir yandan da geleneksel Küba şarkılarında dolaşıveriyor. Ortaya etileyici ve her birinde ritmin düşmediği, dinleyiciyi sürekli ezginin içinde tutan bir albüm çıkmış. Diğer yandan Fonseca'nın yaşamı özümseyen bakış açısının da etkileyici olduğunu belirtmek gerekiyor. Bir Afro-Küba dini olan Santeria'ya bağlı olan Fonseca dini hislerini hip-hop gibi kulağına değen modern ritmlerle de birleştiriyor ve Kübalı diğer müzisyenlerin aksine geleneksel olanı da bir o kadar yaşamayı seviyor. Uzun turnelerden sonra Havana'ya, kendi evine dönmeyi seviyor. Bu nedenle Zamazu albümünde geleneksel olanı ve yakın zamanlı olanı bir arada işlediği güçlü bir ritm öne çıkıyor. Kendisiyle ilgili birçok yazıda değinildiği gibi piyanosunu tutkuyla çalıyor ve hislerini dinleyicinin de almasına olanak tanıyor. Benzersiz yeteneğini İbrahim Ferrer, Omara Portuondo ile birlikte dünyayı turlarken geliştirmeye devam etmiş ve Zamazu bir anlamda farklı coğrafyalarda geçirdiği günlerin aklında kalanlarından çıkmış. Küba'ya ve müziğine tutkuyla bağlı Fonseca kulaklarımızın pasını daha uzun süre silecek gibi duruyor.
***
***
Camille Le Fil [2005]
Sidney Finkelstein ‘Müzik Neyi Anlatır?’ isimli kitabında boşuna müzik tarihini, insan sesinin, insan kulağının ve de seslerin daha zengin, daha karmaşık biçimde düzenlenmesine olanak veren, dolayısıyla da insan sesinin ve insan kulağının daha iyi gelişmesini sağlayan müzik gereçleri (çalgılar) yapma becerilerinin bir gelişimi olarak tanımlamamış. Ancak insan sesini bir müzik aleti olarak kullananlara rastlamak zor, çünkü müzikte çoğu zaman bir eşlikçi olarak kullanılıyor. Fransız Camille ise tam tersinin derdini tutmuş. Her seferinde farklı bir biçim alan uzun mu uzun bir yün yumağı gibi sesinin sınırlarını göstermiş. Zaten 2005 tarihli Le Fil (İplik ya da akış/seyir) albümünün tamamı boyunca arkaplana uzayıp giden, dolanan ve dolanıkça farklı yerlere uğrayan bir yumaksesin (si notası) uğultusunu duyuyorsunuz. Ayrıca normalde günlük hayatın içine ancak çocukça davranışlar olarak ancak çocuklukta girebilen sesler, dudak titretmeler, zortlamalar, şapırtılar, anlamsız el çırpışlar Camille’nin dolandıkça açılan müziğinin parçası oluvermişler. Camille basmakalıp erişkin dünyasının içine bu çocukluğa ait basit sesleri geri kazandırırken bir yandan da o yumağın, yolculuğun peşine takılmamız için kulaklarımıza yerleşen bir davet çıkartmış. Ne diyelim? Yumağın peşinde koşalım.


Hariçten Gazelciler Hariçten Gazelciler [2008]
Hiç kuşkusuz müzik öncelikle eğlenebilmek için gerekli. Belki de dans edebilmek için, kıpır kıpır olabilmek, kıpırdanabilmek için gerekli. Örneğin bir tarafta Rastafaryanlar, diğer tarafta ise Anadolu Rock olsun ve sağolsun. Ne de olsa birbirinden çok uzak bu iki coğrafya ne güzel de müzikler sundular kıpırdanma düşkünlerine. Bir de bu ikisini birleştiren bir müzik olsa! Dünyanın iki ucunu, iki yakasını bir araya getirse. Hem naif olsa hem de eşi, benzeri olmasa! Türkiye gerçekten sürprizlere, yeni olana, daha önce yaşanmamış olana çok açık bir ülke. Bu biricikliğin en fazla hissedilebileceği alanlardan birisi de müzik. Tam piyasa egemenliğini kurup her albümü aynı sıradanlığa mahkûm ederken birileri çıkıveriyor. Hariçten Gazelciler de iki yakayı bir araya getirmenin, piyasanın tek düzeliğine 'Aman ha!' demenin benzersizliğiyle çıkıp gelmişler. İyi ki de stüdyoya girip İzmit bize yetmez herkes bir keyifle orada, burada dinlesin demişler. Albümleri elden düşmek bilmiyor. Her bir şarkıda Ömür Abi ayrı bir haytalık dersi veriyor. Ayağınız denk alın diyor. Kendi deyişiyle kendi dilinde konuşuyor, hani nasıl derler "Cause I love my language brother!" Yok böyle bir albüm. Karayip-Anadolu karışımı çağlama sonuna kadar çağlıyor.


Fazıl Say Black Earth [2004]
Türkiye'de klasik müzik denilince ilginç bir klişe vardır: "Dünyaca ünlü piyanistimiz, bestecimiz, kemancımız vb." klişesi. Söz konusu piyanistlerin ya da diğer müzisyenlerin yeteneklerinin ötesine taşan bir anlamı vardır bu klişenin: "Toplumumuzun ulaşması gereken yere ulaşmış bir üyesi var ve o yere az yolumuz kaldığı, hatta vardığımız konusunda yüreğimize su dökmektedir!” Bu ferahlatıcı haber üzerine biz de oturup övünmeliyizdir. Ama klasik müziğin kaynağı ve bu topraklar o yerden çoktan feragat etmiş, çoktan kendisini toprağa gömmüş, bunu es geçelim. Bu ünlü müzisyenlerin yeteneklerinin derinliği her yerde aldıkları ödüllerle ölçülür, gerisi ise boştur. Fazıl Say da ne zaman gündeme girse dünyaca ünlü olduğu, aldığı ödüller vurgulanır ve gerisi yuvarlanır gider. İnsan Fazıl Say pek yoktur ya da ancak magazin malzemesi olarak toplum karşısına çıkar; hatta belki de insan Fazıl Say olmamalıdır, ödüllerden oluşmuş bir temsilci yeter, yetmelidir! Klişe başka klişeleri örter. Bir diğer klişe de ne zaman bu topraklara ait değerler müziğe taşınacak olsa, ne zaman "yerli bir üretim" yapılacak olsa Aşık Veysel'in türkülerine sarılınması klişesidir. Geçmiş bugünde, eski ve ilkel olan, yeni ve gelişmiş olanda kendini bulacaktır ya Veysel'in derdi taşınmış taşınmamış, çözülmüş çözülmemiş, eski ile yeni arasında fark varmış yokmuş, önemli değildir. Kara Toprak'a ya da Uzun İnce Bir Yoldayım’a geçmiş ve bugün gömülür. Pentegram ilk akla gelebilecek örnektir bunun için. Fazıl Say da 1997'de Kara Toprak'ı yorumlamış. Ancak içine Aşık Veysel ne kadar kendi kanını, terini akıttıysa Say da en az o kadarını akıtmış. Sponsorlar, havaalanları, magazin haberleri ve siyasi ufku arasında sıkışp kalan bir Fazıl Say'ın, yalnız mı yalnız bir Fazıl Say'ın iç dökmesi gibi yorumu. Karanlık, hüzünlü ve acıtıcı. Tıpkı Türkiye ve klişeleri gibi.


Fatıma Spar and The Freedom Fries Trust [2008]
Müzikte eski tarzlar rafa kalkar da raftan inmez mi? Ama önemli olan raftan indiğinde malzemenin aradan geçen zamanın, günün getirdikleriyle yeniden işlenebilmesi. Bu işlenme sayesinde de kendisini raftan indiren istekleri de kendisini ortaya çıkaran istekler kadar taşıyabilsin. Ve aynı tarladan Fatima Spar ve Freedom Fries (Özgürlük Veletleri olarak çevrilebilir ama esas olarak ABD’de bazı sağcı eyaletlerin Irak işgaline BM’de ayak direyen Fransa’yı boykot etmek için patates kızartmasına -French Fries’a- taktıkları isim) da farklı bir yöne doğru geçiyor. Grup iki yıl önce yayınladıkları ilk albümlerinde (Zirzop) hem rafa kalkmış olan hem de yeniden üretilmekte zorluk çekilen birçok müzik türünü bir araya getirmiş. Ortaya çıkardıkları ezgiler New Orleans swing ile başlayıp çingene orkestrasına dönüşüyor. Bir halk türküsü bossonovaya dönüşüp pop ve punka selam verebiliyor. Trompet, klarinet ve diğer aletlerin buluşması bambaşka bir tarz ortaya çıkarmış albümde ki kimileri bunu çingene ya da Balkan cazı olarak isimlendirebiliyor. Ama yahudilerin klarnet ağırlıklı klezmer müziğinden insan sesine ve anlatıya yer açan Fransız şansonlarına, akordeonun eşlik ettiği Balkan ezgilerine ve en sonunda da çingene orkestralarına uzanan bir çizgi çektiğiniz zaman Özgürlük Veletleri'nin ne yapmak istediğini de anlayabiliyorsunuz. Grup Ekim 2008'de Trust [Güven] isimli albümünü de çıkarmışken rafa kalkmış ama tozlanmamış tarzlara güvenip dinlemekte fayda var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder