28 Temmuz 2019 Pazar

Yaşımız, yaşantımız ve yaşayamadıklarımız


Yaşımız yetmezse yaşantımız yeter!” demiş Adana’daki çocuklardan birisi. Hamile kediyi köpeğe parçalattıkları için karakola götürülürken.

Muhtemelen görmek istediler. Parçalanma nasıl oluyor, işte onu görmek, izlemek istediler. Ne istediklerini pek bilmeden. Kendi parçalanmışlıklarını kendi bedenleri, kendi yaşantıları dışında görmek, izlemek istediler. Yani en iyi bildikleri şeyi…

Zaten ağzından bir çırpıda çıkıveren söz de onu anlatmıyor mu, “Yaşımız yetmezse yaşantımız yeter!” Yani: “Size, hayata, âleme yaşımız yetmezse içinde bize çok şey yaşatan yaşama biçimimiz yeter!

Bu “büyük” lafı söyleyen çocuğu kimin, kimlerin, neyin parçaladığı ise pek gündeme gelmedi. Gelmez de zaten. Cevabı belli işte: yoksulluk, eğitimsizlik, parçalanmış aile vs. vs. Üstünde durmaya değmez şeyler bunlar. Heyecanı yok!

Görüntüler tepki çekince gözaltına alındı çocuklar. Hâlbuki dillerden düşmeyen dizilerin çocukları değil mi onlar? Yakın zamanın meşhur Adana temalı dizilerinin çocukları değiller mi? Bu çocukları ekranda izlemek, kitaplarda okumak güzel de gerçek hayatta karşılaşmak... İşte onu kimse istemiyor. Zaten kim sever ki böylesine kaybedenleri!

Ama çocuk, “polis abi”lerinin kolları altında karakola girerken, gazetecilere, kameramana o “büyük” lafı söylerken pek kaybeden gibi değildi. Daha çok eğlenen, eğlendirdiğini de bilen bir umursamazlık içinde konuşuyordu. Sanki.

Hamile kediyi köpeğe parçalatmak... Bir çocuk neden böyle şeyler yapar biliyor musunuz? Kendi başına gelenleri kendinden uzaklaştırmak için, zihninden uzakta kılmak için.

21 Temmuz 2019 Pazar

Yaşlılığımız neye benzeyecek acaba?

Yaşlanacağız. Yani, umarım. 

Kimimiz şu eğlencelik uygulamaya bakarak yaşlanacak kimimiz ise bakmayarak. Kimimiz yüzünde beliren kırışıklıkları takarak yaşlanacak kimimiz takmayarak. Kimimiz yaşlanmamak için uğraşarak yaşlanacak kimimiz ise “hayat bu, bildiği gibi gelsin” diyerek. Kimimiz nasıl yaşlandığımızı umursamadan yaşlanacak kimimiz her anın nabzını tutarak yaşlanacak. Ve kimimiz umursamazlığını "özgürlük" sanarak yaşlanacak, kimimiz ise her bir anın hakkını vermeye çalışarak yaşlanacak.

Yaşlanacağız.

Ama mesela Ayaz ve Nupelda yaşlanmayacak. Hep oldukları yaşta kalacaklar. Ve başka çocuklar da, Suruç'taki gençler de mesela... Onlar da yaşlanmayacaklar. Bizler şu meşhur uygulamada yaşlılığımızı merak ederken, onlar hep oldukları yaşta kalacaklar.

Ne yazık! Ne kahredici. Ayaz ve Nupelda! İki güzel çocuk, iki güzel kardeş... Hep o güzel fotoğraflarındaki gibi kalacaklar.

Ama biz yaşlanacağız. Yani, umarım.

Şu meşhur uygulama ne gösterirse göstersin çocuklarını, yaşlılarını, doğasını ve aklını koruyamayan bir dünyada yaşlanacağız. 

Öyle değil mi?

14 Temmuz 2019 Pazar

Kitlesel bir yanılsama sanatı olarak radikal sol


Geçtiğimiz haftasonu Yunanistan’da seçimler oldu ve “radikal sol” Syriza iktidarı kaybetti. Düzen solu denilince çoğu kimsenin kafası karışıyor. “Ne yani seçimlere katılan bir parti düzen içi olmuyor da Syriza gibi partiler mi düzen partisi oluyor?” diye sitem de ediliyor. Ama Syriza örneği sanırım siyasette düzenin sınırlarını ve düzen içi olmanın tanımı için nadide bir örnek olarak tarihe geçti. Şimdilik...

Şimdilik diyorum çünkü mutlaka geri gelecektir. Ve hatta “yenildiler, bittiler” yaygarasına rağmen düzenin bekası için bir kenarda bekleyecektir. Tabii ki illüzyon yarata yarata. Şimdi gelin bu “radikal” deneyime biraz yakından bakalım.

SYRIZA SEÇİMLERDE YENİLDİ Mİ?
Seçim yenilgisi konusunda en hızlı yanıt Syriza’yı dört yıl önce sevinçle karşılayanlardan geldi. Seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz, hatta açıklanmadan önce radikal solun neden başarısız olduğuna dair yazılar saçıldı ortaya. Bir kısmı parodi gibiydi: özellikle 2015’teki yorumlarını unutanların, unutur gibi yapabilenlerin seçimler vesilesiyle yeni yazıp çizdikleri trajikomikti. Tabii ki çözümlemenin belini yine kırdılar ve zamanında boy boy fotoğraf çektirdikleri Çipras’ı çok sıkı (!) eleştirdiler. Ama sanırım Syriza’nın başarısız olduğu konusunda biraz acele ettiler.

Yapılan şaşalı eleştiriler öyle çok geniş bir yelpazede dağılmıyor. Daha çok Çipras ve ekibinin yaptırımları “halk desteğine rağmen” kabul etmesine odaklanıyor söylenenler. Hani şu meşhur U dönüşüne (referandumda çok güçlü bir hayır çıkmasına rağmen bir hafta içinde tüm yaptırımları kabul etmesi)! Buna göre bu pek bir radikal ekip, Brüksel’le, Vaşington’la ve eleştirilerde ilginç biçimde pek dile getirilmeyen Berlin’le yeterince mücadele etmemişti. Bu nedenle de ilk seçimde Yunan halkı tarafından cezalandırılmaları normaldi!

Halbuki seçim sonuçlarına göre Syriza çok da fena bir sonuç almamış görünüyor. Hatta, mesele oy oranı ise 2015’ten daha iyi bir sonuç aldığını bile söyleyebiliriz. Şöyle ki...

7 Temmuz 2019 Pazar

Dümdüz bir psikoloji


Kitle psikolojisi denince insanın aklına önce Gustave Le Bon geliyor. Fransız sosyal psikolog, sosyolog ve fizikçi. Tipik bir 19. yüzyıl sonu bilimcisi, düşünürü: Parlak, derinlikli ve düzenin sağlam bir temsilcisi. İngiltere’de yaşasaydı kesin “sir” ilan edilirdi ama Fransa’da Légion d'honneur verilmemiş kendisine. Gerçi ihtiyacı da olmamış. Hep çok yazar, çok satar ve çok konuşulur olmuş.

En meşhur kitabı “Kitlelerin Psikolojisi”. Diğerleri artık pek bilinmez. Ama İslam’dan sosyalizme kadar her şeyin psikolojisini de yazmış Le Bon. Hatta bir fizikçi olarak (evet, 1890-1910 arası [hatta daha öncesi] böyle bir dönem; aynı zamanda hem psikolog, hem sosyolog hem de fizikçi oluyormuş insanlar) maddenin evrimi üzerine de yazmış ve yazdığı kitap kısa sürede 12 baskı yapmış.

Bizi ilgilendiren kısmı ise kitlelerin, kalabalıkların psikolojisi üzerine yazdıkları. Bir söylentiye göre kitabı aslında önce bir rapor olarak Paris polisi için kaleme almış. İşte kitleler [siz bunu işçi sınıfı, yani zincirinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar olarak okuyun] nasıl davranır, neden taşkınlık yapar vs. diye. Ama çok ilgi görünce basılı hale getirmiş. 1895’te. Komün’den 14 yıl sonra. Zaten kitapta Le Bon’un komün ve kitle (siz bunu artık tabii ki proletarya olarak okuyorsunuzdur) alerjisi hemen hissedilir. Le Bon, ayaklananları hiç sevmemiş.