27 Temmuz 2008 Pazar

Birilerinin başına rock* mı düştü acaba?

Her yaklaşımın üzerini örten genel bir önerme olarak kabul edilmediği sürece ‘müzik, yaşamın içinden çıkar!’ diyebiliriz ki Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın, Charlie Parker anısına yazdığı ‘Arayış’ isimli öyküsü tam buradan çıkmaktadır. Cortazar’ın öyküsünde iç içe geçmiş olayların, son hız yuvarlanan yaşamların, biriken sıkıntıların ortasında yaşantısına katlanmakta zorlanan Johnny, karşılaştığı zorlukları, hissettiği karmaşayı, sıkıntıları saksofonuna üflemektedir. Ama çoğu zaman içine üflediği saksofonu bile yaşamını katlanabilir hale getirmemekte ve Johnny de aletine vurmakta, onu tekmelemekte ve cezalandırırcasına hatırlayamadığı yerlerde bırakmaktadır. Müziğin, yaşamın içinden çıktığını daha doğrudan anlatmak istersek, Chemical Brothers'ın şarkılaştırdığı biçimiyle ‘music: response’ yani ‘müzik tepkidir’ diyebiliriz. Müziği, yaşama karşı, topluma karşı tepki doğurur.



ABD’nin, kapitalist dünyanın oturmuş
Türkiye’de ise özel olarak müzik endüstrisinin geneline bakarsak ortaya çıkan fotoğrafta, popçular savaş durumunda jeeplerinin akıbetiyle ilgilenirken patronları da savaşın maliyetler üzerindeki etkisini hesaplama meşgul oldular. Bunun dışında Mükremin destekli üniversiteli türkücüler, etnik sentetik cazcılar ve bir sıra daha müzikçiler ağırlıklı olarak pek ses çıkarmamayı tercih ettiler. Aslında müzik cephesinden savaşa karşı, solu doğrudan ilgilendiren oldukça önemli bir tepki geldi: Mor ve Ötesi grubunun girişimiyle bir araya gelen Nejat Yavaşoğulları, Bülent Ortaçgil, Feridun Düzağaç, Aylin Aslım, Koray Candemir, Athena ve Vega, sözleri, müziği Mor ve Ötesi’ne ait olan şarkıyı seslendirdikleri ‘Savaşa Hiç Gerek Yok’ isimli çalışma. İlk olarak 26 Ocak’ta, İstanbul’da düzenlenen Barış Gecesi’nde seslendirilen parça 1 Mart Ankara eyleminde de yerini aldı ve savaş karşıtlarının dillerine dolanan şarkı oldu. Bu çalışmanın önemli olduğunu, rock müzisyenlerince sırtlanılmasının bu önemi daha da arttırdığını düşünüyorum. Çünkü Türkiyeli rock müzisyenleri çalışmalarıyla hem bir bakıma restorasyon sürecinde üstlerine gelen sermaye düzenine bir cevap vermiş oldular hem de aynı süreç içerisinde sol ile aralarında açılan mesafeye dair bir adım atmış oldular, elbette ki zaaflar ve eskiden kalma çekinceler, alışkanlıklar ve yeni edinilmiş alışkanlıklarla.
Aslında teslim etmek gerekir ki ortaya konan çalışma, ister orta sınıfların huzursuzluğunu dile getiriyor olsun ister kimi zaaflar içeriyor olsun, Türkiye’de rock müziğinin düzen muhalifliğine mahkum olduğunun ya da ne kadar düzen içine çekilmeye, piyasa koşullarına tabi edilmeye çalışılırsa çalışılsın bir tür muhalifliği barındırdığının kanıtı oldu. Tersten söyleyecek olursam rock müziği, Türkiye’de icra edilen modern, kentli müzikler içinde düzen muhalifliğinin en önde gelen temsilcilerinden birisi olmaya mahkumdur. Dünyanın başka ülkeleri için ayrıca tartışılabilir ama örneğin Türkiye’de pop ya da popüler müziğin liberalizmin, ırkçılığın, piyasa şartlarının etkisinden hiçbir zaman için kurtulamayacağını ve yine hiçbir zaman için sol kanala akabileceğini düşünmüyorum; daha ötesinde bir popçunun ya da daha genel bir tanımlamayla müzik endüstrisiyle tam göbeğinden bağı olan bir müzisyenin düşünce temelinde dahi kişisel olarak sola, özellikle de sosyalist sola yanaşmasının, pop müziği icra ettiği sürece ciddi anlamda kısıtlı olduğunu düşünüyorum. Yani savaş karşıtı bir şarkıyı Türkiye müzik endüstrisinin içinde bir tek rock müziği çıkarabilirdi, onlar da üstlerine düşeni yaptılar; çünkü onların dışında ülkemizde ne elit cazcıların ne de şehir türkücülerinin siyasetle sol kulvarda tanışma gibi bir niyetleri var. Olsa olsa geçmişten kalma sol alışkanlıklarla ya da restorasyonla açığa çıkan kentli yeni ‘life style’ yani yaşam tarzına uygun liberal tepkiler verebilirlerdi, o bile olmadı.

Restorasyon ve Rock Müziği
Aslında bir araya gelen isimlerin heterojenliği ortak paydalarının rock ve savaş karşıtlığı olduğunu anlatıyor. Çünkü Athena ile Ortaçgil’in ya da Koray Candemir ile Nejat Yavaşoğulları’nın yanyana gelmesi ister istemez bir zıtlık oluşturuyor; çünkü sayılan isimlerin müziğe, daha ötesinde rock müziğine, müzik-piyasa ilişkilerine, siyasete bakışlarında ciddi farklılıklar bulunuyor. Çünkü, Yavaşoğulları ile Ortaçgil’in rock müziği ile kurdukları ilişkinin arka planında güçlü siyasal etkilere sahip bir sol ve henüz tam anlamıyla düzen içine çekilmemiş bir müzik akımı bulunuyorken diğer müzisyenlerin rock müziği ile tanışma yılları Özal-Thatcher-Reagan ve Gorbaçov dönemine, rock müziğinin yaratıcılığını büyük oranda yitirdiği yıllara, yani bir tür çöküş ve çözülüş dönemine denk düşmektedir. Diğer önemli bir farklılığı ise yeni kuşak rock müzisyenlerinin, seksenli yıllardan çok restorasyon döneminin ürünü olmaları oluşturuyor.
Geriye dönülüp de rock müziğinin Türkiye serüvenine bakıldığında artık daha net görülen bir sonuç var: Rock müziği, çıkış merkezlerinde uzun zaman önce yaşadığı evcilleştirilme ve düzen içine çekilme dönemini Türkiye’de doksanlı yılların ortasında yaşadı. Dinleyicilerinin çoğalmasına, topluma ulaşma kanallarının zenginleşmesine ve müzikal anlamda da kimi özgünlükler yakalamasına rağmen rock, bu dönemde daha öncesinde varolduğunu söyleyebileceğimiz muhalifliğini, düzen dışılığını, hatta karşıtlığını büyük oranda yitirmiş ve Türkiye müzik endüstrisinin has elemanlarından birisi haline gelmiştir; bir zamanların alt kültür rock müziği parçalanmış ve ortaya endüstriyel bir pazarlama ürünü, markalaştırılan rock’çılar çıkmıştır. Türkiye kapitalizmi doksanlı yılların ikinci yarısındaki yeniden yapılanması sürecinde rock müziğini, rock tonlarını-ezgilerini egemen müzik kültürünün bir parçası haline getirmiştir.
Bu yeni rock müzisyeni kuşağı, Türkiye’de doksanların ikinci yarısında başlayan kapitalizmin yeniden yapılanma döneminde önlerine birçok fırsatın çıktığını farketti. Unkapanı değişiyordu ve eski dükkan işletmelerinden, büyük şirketlerin bulunduğu daha tekelci bir yapıya doğru evriliyordu. Raks, Kral tv, Sony Türkiye ve daha niceleri yurt dışındaki müzik piyasasının yerli versiyonunu oluşturmak üzere atağa geçmişlerdi. Yeni açılan kayıt stüdyolarına sermaye para yatırıyor ve kaliteyi müzisyenlerin ayağına taşıyordu. Gelişen kayıt teknikleri, pazarlama yöntemleri ve profesyonelleşen firma yöneticileri vs. de müzik endüstrisinin habercisi oluyordu ve bu yeni rock müzisyeni kuşağının önemli bir bölümü ortaya çıkan fırsatları geri tepmedi. Gitarların tellerine para ve daha fazla para için de basılabilirdi. Ama rock müzisyenlerinin tamamının bu dönüşüme ayak uydurduğu söylenemez, bir kısmı da eski muhalif konumlarını korumaya çalıştı. Örneğin Mor ve Ötesi, Rashit, Işığın Yansıması bu muhalif konuma sahip çıkanlara daha yakınken, Athena, Koray Candemir, Şebnem Ferah, Teoman, Duman ve daha bir dolu isim plak şirketlerinin gözdesi oluverdi. İşte bu nedenle, ‘Savaşa Hiç Gerek yok!’ çalışması restorasyon boyunca düzenin kenarlarından merkeze çekilen rock müziğinin, toplumsal yapıda elde ettiği yeni yerinin de avantajlarını kullanarak bu sürece yanıt vermesinin adıdır.
Müzmin Muhaliflik
Albüme gelirsek; ‘canlı kalkanlar’ yararına oluşturulan albümünde, şarkının üç farklı yorumu yer alıyor; ilki televizyonlarda klibiyle de boy gösteren yorumken, şarkının remix ve akustik yorumları da albüme eklenmiş. Televizyonlardan ya da basından takip edebildiğim kadarıyla projenin mimarlarından olan Harun Tekin’in (Mor ve Ötesi) ve diğer katılımcıların en büyük sıkıntılarından birisi Özal çağının içinde yetişmiş bireyler olmalarıydı; röportajlarda genel insani duyarlılığının yanında, savaş gibi tepkilerini kabartan durumlarda kendi kuşağının nasıl yanıtlar oluşturacağını bilememesinden yakınıyordu. Aslında bu belirsizlik şarkının bizzat kendisine de yansıyor: savaşa doğrudan bir karşı duruş, örneğin en basit düzeyde ‘Savaşa Hayır!’ ile dile getirilebilecekken daha mütevazi bir karşı çıkış seçilmiş; hayır yerini ‘hiç gerek yok’a bırakmış. Sözlerin uyumu ya da dizelerin ahengi gözetilerek bu tür bir seçimin yapıldığını düşünmüyorum, çünkü sözlerin geneline bakıldığında savaş ile petrol, ABD ile büyük zorba arasında doğrudan ilişki kuruluyor ancak sıra nakarata ve de ister istemez şarkının dillere en çok dolanan kısmına geldiğinde müzmin muhalifliğin işareti veriliyor. Sorun yalnızca Özal çağı çocuğu olmakta değil; rock müziğinin Türkiye’de düzenle ilişkisinin hep bir müzmin muhaliflik boyutunda kalmasının da sözlerin bir tür geri çekilişle bitirilmesinde etkili olduğunu düşünüyorum. Bir yandan da daha marksizim içi bir çözümlemeyle, orta sınıf huzursuzluğunun ancak bu boyutta, bu yeterlilikte bir soyutlama düzeyini tutturabileceğini düşünebiliriz. Çok mu ağır oldu? Sanmıyorum, çünkü bu tür bir yakınmanın ardından Ortaçgil ve Yavaşoğuları’nın kendi çizgilerini savaş karşıtı rock çıkışına ne kadar taşıdıkları sorusu akla geliyor! Çünkü her iki müzisyenin kendi çalışmalarındaki sözlerin içeriği daha gelişkin bir soyutlamayı, anlamlandırmayı ve orta sınıf tepkisinden kopabilen yönleri içeriyor. Her iki müzisyen de Türkiye kapitalizminin can alıcı noktalarına dair soru işaretlerini müziklerine taşıdılar: gericilik, kürtler, NATO, AB, emperyalizm vs. Demek ki kuşaklar arasında siyasetle, özellikle de sol siyasetle ilişkiler anlamında, anlamlandırma boyutunda ciddi bir farklılık bulunuyor. Çalışmanın bir diğer önemi de burada ortaya çıkıyor: Özal çağının ve restorasyon döneminin çocukları olan rock’çılar, Türkiye kapitalizminin her salvosunda yüzlerini sola dönmek zorundalar; yaratıcılık ve çürümeme için! Daha ileri bir soyutlamayla, anlamlandırmayla, yaratıcı ve üretken siyasetten korkmayarak, soğuk savaş psikolojisini üstünden atarak...
Yoksa birilerinin başına kolay kolay rock* düşmez bu dünyada!

(*) ‘rock’ sallanmak anlamına geldiği gibi kaya, taş anlamı da taşır
bütün dengelerini gözden çıkararak karar verdiği Irak savaşı ve savaş öncesinin yarattığı atmosfer, dünyanın dört bir köşesinde değişik tepkilerin ortaya çıkmasına yol açtı. Solun bir kısmı işçi sınıfı merkezli bir siyasete uygun olarak ABD ve Avrupa’yı da içine alacak şekilde emperyalizm karşıtlığını öne çıkarırken, özellikle Avrupa ve ABD’de kitlesel ölçülere ulaşan orta sınıf tepkiselliği ise huzursuzluklarını savaşa ağırlıklı olarak ahlaki bir temelde karşı çıkarak dile getirdi. Türkiye’de ise medya tarafından da öne çıkarılan Mehmet Ali Alabora, Tamer Karadağlı gibi isimlerin eylemlere katılmaları aslında tedirgin olan kentli orta sınıfların temsilcileri olmalarından kaynaklanıyordu. Birer modern kentli yurttaş olarak sivil haklarını, vicdanlarının yanına ekleyip huzursuzluklarını dile getirdiler, dizi film oyuncuları. Hollywood ünlülerinin bir kısmı doğrudan savaşa ve Bush saldırganlığına karşı çıktılar. İngiltere’de de Massive Attack, Coldplay gibi oldukça geniş dinleyici kitlelerine sahip gruplar savaş karşıtı tutumlarını sık sık dile getirdiler.

2 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Özal dönemi (Evren dönemi, 82 anayasası dönemi de denebilir) rockçılarının, öncekilere göre daha naif bir muhalefet yaptıkları konusunda hemfikirim. Bununla beraber, bu sınırları yıkmaya çalışan rockçıların Bulutsuzluk Özlemi veya Ortaçgil'den bariz bir farkları daha var: Tavır -müzik bütünlüğü. Bizim dönem (Özal, Evren, 82) rockçıları karşıt görüşlerini müziklerinde ve şarkı sözlerinde de ifade etmek istediğinde, ortaya çıkan eserde bir samimiyetsizlik seziyorum. "Savaşa Hayır" yerine "savaşa hiç gerek yok" demek gibi. Belki de bu içiçe geçmemişlik, 'suya sabuna dokunmama' veya 'bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın' anlayışındaki dönemin son demlerinin bir ifadesidir. (Fazla iyimserim, evet.) Bir dinleyici olarak, toplam kalitesi yüksek, karşıt-tavırlı bir yeni-dönem şarkıyla henüz karşılaşmadım, fakat Mor ve Ötesi'nin bu konuda diğerlerinden önde gittiğini aşikar.

    YanıtlaSil