30 Aralık 2012 Pazar

Satanistler kimlerdir ve nerelerde yetişirler?

Elvis Presley’in şeytanın elçisi olduğunu biliyor muydunuz? Ya bilumum zenci cazcının? Ya da kasaba kasaba dolaşan Çingene müzisyenlerin? Dini bütün Amerikalıların ‘İsa’dan daha çok tanınıyoruz’ diyen John Lennon için benzer sıfatlarla gösteriler düzenlediğini?


Anglo-sakson muhafazakarlığı, sanat olsun, müzik olsun düzenin olağan işleyişini bir süreliğine de olsa askıya alan her girişime karşı benzer bir söylem kullanmıştır. Şeytan bu sağ ideolojinin hep önemli bir parçası olmuştur. Yeri gelmiş kitleleri korkutmuş, yeri gelmiş harekete geçirmiş ama sonuçta korku sayesinde onları düzene ikna etmiştir.

Bu popüler siyaset malzemesi, yani şeytan ve onunla ilgili kavramlar, nihayet ülkemizin sağ siyasi jargonuna da yerleşti. Dönmeler vardı, Ermeniler vardı, ateistler vardı; şimdi nihayet şeytan, satanist, Zerdüşt gibi kodlamalar da bu saldırgan lügatteki yerini aldı.

Peki kimdir bu satanistler?

22 Aralık 2012 Cumartesi

Gelecek henüz yazılmadı!

Şarkı bittiğinde okul yemekhanesi yıkılmasa bile alkış tufanı içinde inliyordu. Ön sıralarda şaşkınlık, öfke ve homurtu vardı ama uzun bir koridor biçimindeki salonu dolduranların tezahüratları dinmiyordu.


En arkadakiler masaların üzerine çıkmış bir yandan alkışlıyor, bir yandan çığırıyor ve bir yandan da şarkıyı tekrar dinlemek istiyorlardı . Telaş, heyecan ve korkuyla yarım yamalak bir selam verip arka kapıdan yatakhaneye doğru koşar adım sıvıştığımızı hatırlıyorum. Geride, parça tesirli bir şarkı bırakmıştık.

24 Kasım öğretmenler günüydü. Günün anlam ve önemine dair konuşmalardan ve şiirlerden sonra okulun yarı-resmi grubu olarak dört-beş şarkı çalacaktık. Seçtiğimiz şarkılar arasında Gesi Bağları’nın ve Çanakkale Türküsü’nün yer aldığını hatırlıyorum şimdi. Üç gitar, bir org ve bir vokalden oluşan Morduman grubu olarak okul yemekhanesindeki konser için sıkı çalışmıştık. Hatta belirlediğimiz şarkılara kendi çapımızda yeni ve özgün yorumlar da katmıştık. Hazırlıklarımızdan sorumlu olan öğretmenimiz okul kütüphanesindeki çalışmalarımıza ara ara katılır ve sıkılmaktan iyice büzüşmüş kravatını gevşeterek bizleri teftiş ederdi.

Ama kimsenin bilmediği bir hazırlık içindeydik. Konseri, yönetime bildirdiğimiz repertuarda yer almayan bir şarkıyla bitirmeye karar vermiştik. Gizli hazırlığımız bir sürpriz için değil daha çok bir şok hareketi içindi. Otoriteye karşı mini bir sabotaj peşindeydik.

Güç Belâ, Osmanlı

Bir ülkenin egemenleri siyasi söylemlerinde demokrasiyi ne kadar çok anıyorsa o ülkede en temel haklar o kadar çok gasp ediliyordur. İktidar sahipleri özgürlüğü ne kadar çok parlatıyorsa esaret o kadar çok yayılıyordur. Ekonomik büyüme ne kadar çok övülüyorsa eşitsizlik o kadar çok artıyordur. İktidardakiler adaleti tesis ettiklerinden ne kadar çok bahsediyorsa, hukuk o kadar çok çiğneniyordur. Ve geçmiş ne kadar çok yüceltiliyorsa bugün o kadar çok kaybediliyordur.

Bir süredir geçmiş bombardımanı altında yaşıyoruz: Tarih, kurmaca diziler üzerinden tartışılıyor ve yazılıyor; ecdat gerçekliğe sığmayacak ölçüde şişiriliyor; övgüler düzülen saltanatın tuğraları her yere takılabilen aksesuarlara dönüşüyor.

Anlaşılan o ki siyasetin gündeminde kendisine merkezi bir yer bulan geçmiş toplumsal hayatta da bir yerlere dokunuyor. Politik bir hedef olduğu kadar ideolojik bir seslenme olan Osmanlı, günümüze dair sıkıntıların ve arayışların bir alameti olarak düşünce dünyalarını meşgul ediyor.

13 Aralık 2012 Perşembe

İdeolojinin kara delikleri


Kara delik derken "her türlü maddenin ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan" yoğunlaşmış maddeyi kastediyorum. Kara deliklerin güçlü çekimini ve yoğunlaşmışlığını ideoloji çözümlemelerine de uygulayabilir miyiz? Sanırım deneyebiliriz.

Bazı kelimeler vardır. Bazı tavırlar, jestler, söylemler, kalıplar, rutinler. Tüm bunlar ve benzerleri kendilerine yönelen eleştiriyi içine alan, yutan ve etkisizleştiren bir etkiye sahiptir. Örneğin Erdoğan'ın Davos'taki one minute çıkışı böylesi bir kara deliktir. Yüksek bir çekim gücüne sahiptir. Kendisine yönelen her eleştiriyi yutar ve etkisizleştirir. Hatta yutmakla da kalmaz, o eleştiri tam da eleştirdiği, tutarsızlığını ortaya çıkarmaya çalıştığı durumun, olayın altını çizer. Deyim yerideyse gücüne güç katar.

Örneğin siyasi bir söylem olarak demokrasinin de yutucu ve etkisizleştirici bir yanı vardır. Herkes demokrasiden bahsedebilir, demokrasi isteyebilir. Ama sağın ya da solun demokrasi söylemini sınıflara dayanan yanından değil de başka bir yönden, örneğin demokratik haklar yanından eleştirmeye kalkıştığınızda demokrasi kavramı etrafında kurulmuş olan toplumsal söylem eleştirinizi yutar ve etkisizleştirir.

Egemen siyasetin demokrasi söylemini etkisizleştirmek ve ideolojiniz, siyasetiniz için kurucu bir öğeye çevirmek istiyorsanız hiç tereddüt etmeden tek bir şey yapmalısınız: Egemen demokrasi söylemine tutarsız olduğu tek yerden yani sınıfsal arkaplanından yaklaşmanız gerekir. Sınıfsal arka planı atladığınız zaman ise eleştiriniz egemen söylem tarafından bir tek yutulmakla kalmaz bir de egemen demokrasi söylemini güçlendirmiş, beslemiş olursunuz.

4 Aralık 2012 Salı

Altı Şarkıda Piyasaya Düşmek ya da Düşmemek

Öncelikle, arkadaşlarımı kutlamama izin verin; önemli bir meseleye dair can alıcı bir uyarı yayınladıkları için. Hemen ardından da kolaylıklar dilememe izin verin. Köşelerinde demlenip gitmek varken onca yıldan sonra kendilerini politik müzik kulvarına attılar.


Bandosol'un 'Piyasaya Düşme!' albümünden bahsediyorum.

Biz dinleyiciler genelde şarkıların, albümlerin ortaya çıkış aşamasını, sancılarını, heyecanlarını pek bilmeyiz. Şarkıları ilk duyduğumuzda tereddütler, tartışmalar, vazgeçişler çoktan geride kalmış olur. Bandosol albümü ise benim için biraz farklı. Şarkıların ardındaki süreci uzaktan da olsa az çok biliyorum.

Bandosol ekibi, müziğe sıfırdan başlamadı. Ama oraya çok yakın bir yerden yola çıktılar. Politik mücadeleye müzikle başlamadılar ya da müzik onları politik mücadeleye taşımadı. Yıllardır içinde oldukları politik mücadele onları müziğe taşıdı. Çok güzel flüt çalıyorlardı, yetinmediler, saksafon eklediler enstrümanlarına. Gitar çalıyorlardı, perdesiz bas gitar eklediler.

Duvarların yıkıldığı, köşelerin dönüldüğü, herkesin ve her şeyin piyasaya düştüğü bir dönemde onlar ‘bırak bu işleri’ ayartıcılıklarına aldırmadan devam ettiler. Arkadaşları, dostları zamanla şiirlerden, şarkılardan vazgeçti. Birçoğu akıllarını gündelik telaşlara, endişelere, konfora, bahanelere kaptırdı, yitti gitti. Onlar ise siyasette ve müzikte inat ettiler.

Piyasaya nasıl düşüldüğüne dair oldukça deneyimliler yani. Bu nedenle meseleye tam da en can alıcı yerinden girmeyi tercih etmişler. Ne de olsa bir insanın (ki bu insan herhangi bir insandır, mutlaka solcu, devrimci, sosyalist olması gerekmiyor) piyasaya düşmesinde kritik aşama 'bu işler böyle gelmiş böyle gider, fazla kasmamak lazım' demeye başlaması değil midir? Bu akıl tutulması insanın en başta kendisine kazık atması değil midir? İşte bu nedenle ‘Piyasaya Düşme!’ çok da yerinde bir uyarı. Çünkü piyasa, çeşitli kılıklara bürünerek, çaktırmadan içimize işleyiveriyor ve birçoğumuz da 'uçuyorum' diye havalara girerken aslında düşmekte oluyoruz.

20 Kasım 2012 Salı

Ya kral ve şürekâsı için müzik yaparsınız ya da mülksüzler için

Müzikal tavrını "Ya kralın hoşuna giden bir müzik yaparsınız ya da duvarın dibinde bekleyen kölelerin" diye açıklayan GY!BE kapitalizmin giderek artan baskılarından bunalan, çıkış arayan en öndekiler için ve onlarla birlikte müzik yapıyorlar.


Reel sosyalizmin yenilgisi ve neoliberalizmin dört bir yanda elde ettiği muzaffer hegemonya müzikte de bir bocalama dönemine tekabül eder. Şarkıların birbirinin tekrarına dönüştüğü, dinamik tarzların bile tekdüzeleştiği, pazarlama ve yıldız sisteminin her aşamayı ve herkesi çabucak tükettiği can sıkıcı bir dönemdi 1990lar.

Dünyanın dört bir yanı gibi dinleme alışkanlıklarımız da fethedilmeye hazır bir pazara dönüşüyordu. Müzik piyasası önceden yüzüne bile bakmadığı herşeyi parlatmaya başlamıştı: etnik, rock, folk, punk farketmiyordu. Şarkılar hap niyetine alınmak üzere çoktan kısalmıştı. Beş dakikayı aşan bir şarkının, örneğin bir rock albümünde yer alması adeta yasaklanmıştı. Her şarkı, ambalajından çıkarılıp çabucak tüketilebilmeliydi.

Piyasaların kulakları da fethettiği 1990larda özü, çekirdeği tüm bu fetihçi sürece dayanıklı müzikler yapanlar da vardı. Kanadalı Godspeed You! Black Emperor (GY!BE) bunlardan bir tanesiydi. Yaratıcı seslerin nadiren çıktığı rock müziğinde Kanadalı topluluk yaklaşık 20 yıldır müziğin ve işitsel deneyimin sınırlarını genişletmeye devam ediyor.

9 Kasım 2012 Cuma

Mali: Çöl Havaları Tehdit Altında

Mali, dünyaca tanınmış bir çok müzisyeni olan yoksul bir Batı Afrika ülkesi. Çölden esinlenen blues müziğinin etkileyici temsilcileri 1980lerden itibaren bu ülkeye ait ezgileri, çöl havalarını, yerel müzik aletlerinin tınısını tüm dünyaya ulaştırdılar. Çöl aşkıyla yanan Tinariwen, kora üstadı Toumani Diabaté, Amerikan bluesu ile Afrika bluesu arasında köprü olan Ali Farka Touré, kraliyet kökenli bir aileden geldiği için Mali kast sistemi içinde şarkıcı olması uygun görülmeyen ama töreleri çiğneyerek Afrika’nın Sesi olmayı tercih eden Salif Keita, “Yé Ké Yé Ké” isimli şarkısı uzun yıllar dillerden düşmeyen Mory Kanté bu isimlerden sadece bir kaçı. Şimdi bu müzisyenler İslamcı silahlı kişiler tarafından parmaklarının kesilmesiyle tehdit ediliyor. Evleri basılıp gitarlarına, mikrofonlarına, amfilerine el konuyor ya da kayıt aletleri, çalışma odaları kullanılamaz hale getiriliyor.

Mart 2012 içinde Mali'nin kuzeyinde yer alan Timbuktu, Kidal ve Gao'da kontrolü ele geçiren İslamcı silahlı gruplar ülkenin zengin bir kültüre dayanan ve dünyanın dört bir yanında önem verilen müzik birikimine savaş açmış durumda. Birçok kez farklı ödüller kazanan Toumani Diabaté, İngiltere’de yayınlanan Guardian gazetesinden Andy Morgan'a endişelerini "müzik bu ülkenin doğal bir zenginliğidir. Günümüz dünyasında Mali müzisyenler tarafından kazanılmış tek bir büyük müzik ödülü kalmamış durumda iken olanlar ürkütücüdür" diye dile getiriyor. Timbuktu’da Ağustos ayında yayınlanan bir şeriat fetvası, Kur'an dışındaki tüm müzikal sesin şeytanın işi olarak değerlendirileceğini ve şeytanın sesini duyuranların şeriat kanunlarına göre cezalandırılacağını bildirmişti.

2 Kasım 2012 Cuma

Hassas Tarayıcılar ve Devrime Çıkmayan Kısa Yollar


Geride bıraktığımız birkaç yıl içinde karşımıza çıkan olayların neye tekabül ettiğiyle, nasıl sınıflandırılacağı ya da devrim olup olmadığıyla o kadar çok meşgul olduk ki bir süre sonra ne olduklarından çok, ne olmalarını istediklerimizle uğraşır hale geldik.

Arap Baharı devrim miydi değil miydi? Yunanistan'da Syriza'nın en yüksek oyu alan parti olmayı zorlaması iyiye mi işaretti yoksa devrimci bir durumun sönümlenmesine mi? Occupy Wall Street modern kapitalizmin bir gösterisinden, süsünden mi ibaretti yoksa kapitalist sistemin merkezinde dahi toplumsal bir uyanışın öngününde olduğumuzun mu habercisiydi? Yaşananların bağlamı ve dinamiklerinden çok bunlarla uğraştık daha çok.

Evet, sol uzun sürmüş bir kıpırtısızlığın içinde sıkışmış durumda. Ama kabul etmek lazım ki, hani teşbihte hata olmazsa eğer, bir tür derin evren tarayıcısı gibiyiz. Geçtiğimiz yüzyıldan kalma teçhizatlarımızın başına kurulmuş tarayıcılarımıza düşen en ufak kıpırtıyı bile "Kara göründü!" sevinciyle karşılıyoruz. İşte bu tetikte bekleme hali, bir aşırı yorumlamayla cızırtıları senfoni sanıyoruz.

Yakın zamanda okuduğum kitaplar da bu derin evren tarayıcısı olma durumundan etkilenmiş gibi geldi bana. Kabaran toplumsal hareketlerin etrafında dolanıyor ve tabii ki aynı girdaba, yani aşırı yorumlama hatasına ve bir türlü devrime çıkamayan kısa yollara hapsaolma tehlikesi barındırıyorlardı.

30 Ekim 2012 Salı

Şu yanan çayırların külleri nereye düşer?

Mâlum, Karadeniz artık doğal çevrenin yağmalanması ve buna karşı çıkanların direnişleriyle anılır hale geldi. Yüzlerce hidroelektirik santrali, kentleri denizden koparan bir otoban, termik santraller ve nükleer santralle atağa geçen bir yatırımcı, girişimci toplamı karşısında doğa ve insan ses veriyor. Ama yetmiyor. Her yağmurda Karadeniz'in herhangi bir yerinde bir sel, bir heyelan oluyor. Konutlarda, sulara kapılan araçlarda insanlar can veriyor. Yani, Karadeniz'in hemen hemen her kilometresinde doğaya acımasızca inen bir kazma ve o kazmaya doğanın verdiği yanıtlar var artık.

Felaketler ve direnişler bir arada yaşıyor. Karadeniz'de gözü kârdan başka bir şey görmeyen sermaye yok sadece. Bireysel, topluca, köylüce ve şehirlice direnişler de var Karadeniz'de. Bunlar arasında en çok bilinenlerinden bir tanesi Gerze direnişi. Anadolu Grubu (Efes Pilsen, McDonalds, Faber Castel vb. üreten sermaye grubu) uzunca zamandır Gerze'nin Yaykıl Köyü'ne bir termik santral kondurmak için uğraşıyor. Köylüler ve Gerzeliler ise yaşam alanlarının, evlerinin, mezarlıklarının, ağaçlarının, çayırlarının elden çıkmaması için direniyor. 

24 Ekim 2012 Çarşamba

Bir Geceliğine Erik Truffaz Olmayı Düşleyen Arkadaşım

Tuhaf birisiydi işte. En büyük hayali, küçük loş bir barda, bir geceliğine Erik Truffaz olmaktı. Sanki günlerinin getirdiği bütün sıkıntıyı Truffaz olarak çaldığı trompete üfleyecek ve gecenin sonunda, gün ağarırken yeni birisine dönüşecekti. Ya da gün ağarıp da Truffaz olmaktan çıktığında bedeni yanmaya başlayacak ve külleri sabah serinliğinde bomboş sokaklarda savrulacak, kayboluverecekti. Öyle düşler dururdu kendisini.

Truffaz'ın yaşadığı Paris'e gitmişliğini bırakın kendi şehrinden dışarıya adım atmışlığı bile yoktu. Bir ırmağı vardı şehrinin. Ve o şehirde, Erik Truffaz'a dönüştüğü o belirsiz geceyi düşlediği bir mekanı vardı. Pencere kenarından ırmağı izleyebildiği bir bar.

Öğleden sonraları ortalıkta kimsecikler yokken gelirdi bara. Çölden çıkıp gelmiş yorgun, mağlup ve de kırgın bir Mağrip gibi pencere kenarına dertli dertli kurulurdu. Bir, bilemediniz iki bira içerken dudakları mırıldanır dururdu. My Funny Valentine olsun Manon olsun, Truffaz'ı, Truffaz'ın içli şarkılarını dinlerken hem dudakları kıpırdanır hem de sanki kendi ağır dertlerine dalar ve gözleri dolardı. Sonra O gözyaşlarını silerken Flamingos başlardı. Yanık nağmelerle eşlik ederdi Truffaz'a. Hatta Mounir Troudi'den daha içli söyleyebilmek için bir ara Arapça öğrenmeye bile kalkışmıştı. Troudi havalandırdığı şarkırlarla kendinden geçerken sanki çalan, söyleyen hakkaten de kendisiymiş gibi alnı boncuk boncuk ter içinde kalırdı. Tabii ki Fransızca öğrenmeyi de her zaman çok istemişti. Sanki siyah-beyaz bir Fransız filminde oynuyormuş gibi gırtlaktan çıkardığı kelimeler mırıldanırdı kendi kendine.

Mırıldanır ve Truffaz'ı dinlerken çeşit çeşit düşlere dalıp gittiği için önünde öylece bekleyen birasından birkaç yudum alırdı. Sonra gözlerini ayırmadan dışarıya bakardı bir süre. Hayat oradaydı, dışarıda. Ama kendisini Erik Truffaz olarak düşleyip pencereden o hayata bakarken, hayat herkese ve herşeye çok uzak kalırdı. Sanki hayat, bir filmin girişine, ilk sahnelerine dönüşür ve o da o filme şarkılarla katılırdı. Sanki paltosunun yakasını hafifçe yukarı kaldırıp saçlarını incecik dişleri olan bir tarakla tarardı. Ve Truffaz çalarken O sanki şiir okurdu: L'enfent Seul. Sanırım kendisini ara ara Truffaz olarak Truffaut'un 400 Darbe filminde de hayal ediyordu. Antoine filmin son sahnesinde özgürlüğüne koşarken sanki trompetiyle ona eşlik ediyordu.

Bizim gibi iş bilenlere göre onun iş bilmeyen bir yanı vardı. Hani "önüne çıkan fırsatları iyi değerlendirse şimdi nerelerde olurdu, kim bilir?" denilenlerdendi. Herkes onda sönüp gitmiş, kurumuş ayrı bir cevher sezer ve kendince dertlenirdi. Hani ne bileyim, önemli bir yazar olabilecekken yararı olmayan işlerde, sadece kendi etrafını ışıtan yazılarda eğlenmişti. Aslında O ne kaybetmek için bir uğraş vermişti ne de kazanmaktan fellik fellik kaçmıştı. O kendini, kendisine bırakmıştı. Sadece kendisi olmakta ısrar etmiş ve geriye kalanlarla aklını hiç yormamıştı.

Tuhaf birisiydi işte. En büyük hayali, küçük loş bir barda bir geceliğine Erik Truffaz olmaktı.

Nikbinlik, Bahar 2016, sayı: 40, sf. 82

21 Ekim 2012 Pazar

16 Ekim 2012 Salı

Afili Yönetmenlerin Ekran Hayaletiyle Raksı

İnce bir hiciv var. Başarılı bir senaryo, iyi bir sinema dili var. Oyunculuklar pek aksamıyor. Kamera, görüntü, teknoloji desen o da var. O zaman sorun nerede?

Sanırım her yönetmen az ya da çok televizyon seyircisine hitap etmek zorunda. Bunun dışına çıkabilenler o kadar az ki. Tabii ki bu televizyon seyircisinin de hayali olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bu hayali seyircinin hayali beğenilerine seslenmek, ucundan az da olsa dokunmak, gıdıklamak gerektiği için de ortalamayı yakalamak, vasatta kalmak kaçınılmaz oluyor.

Yakın zamanda "Nar" ile "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi" filmlerini izledim. İkisi de geçtiğimiz yıl festivallerde ortalığın karışmasına, ödül aldıkları ya da alamadıkları için festival jürilerinin sorgulanmasına yol açmışlardı. Ödül almadıklarında ana akım eleştirmenler tarafından göz ardı edildikleri dile getirilmişti. Ödül aldıklarında ise aynı dönemde çekilen filmlere göre ülke sinemasının ana eğilimlerine uymamalarına rağmen jüri tarafından fazla gözetildikleri tartışılmıştı.

Kendi adıma Onur Ünlü'nün yere göğe sığdırılamayan her filminde hayal kırıklığı ve şaşkınlıktan başka bir şey bulamamışımdır. Celal Tan familyası da bu anlamda farklı olmadı. Ama günümüz Ümit Ünal'ının gençliğindeki filmlere göre televizyon seyircisinin beklentilerine daha fazla yer açtığını görmek başka türlü bir hayal kırıklığı yarattı.

İki filmin de senaryo açısından bir sorunu yok. Hatta alttan alta, inceden inceye yetkinlikle işledikleri okkalı bir sinizm eleştirisi de var. Günümüzün gündelik hallerine iyice yerleşen toplumsal ikiyüzlülüğü hiç de çaktırmadan topun ağzına da koyuyorlar. Onur Ünlü, Tan ailesinin trajikomik hikayesi üzerinden kentli, laik, ulusalcı orta sınıfları ve dine mesafeli gibi duran bu kesimlerin el altında tutuverdikleri sıkışmış diniliğe, ilgili sembollere tatlı tatlı giydirmiş. Oyunculuklar pek de aksamıyor. Gerçi Ümit Ünal'ın filmini kurtaran Serra Yılmaz ve onun her zamanki oyunculuğu olmuş ama filmler bir şekilde idare de etmişler. Kamera, görüntü, teknoloji desen o da var. O zaman sorun nerede? Ruh yok, ruh. Plastiklik var, cesaret yok. Yüksekten atıp tutmanın hemen dibinde ortalamadan kopamama var. Dönüp dolaşıp yine de prodüksiyonu sağlama alma arayışı var.

Peki kimdir bu hayali televizyon izleyicisi? Bu kadar belirleyici olan, en alternatif, aykırı kişileri bile etkisine alan beğenileri nelerdir? Kestirim bir yanıtı yok bu hayaletin Keza kimi zaman bu hayalet güzel işler de kotarıyor ama ortalaması vasat. Popüler kültür ve beğeniler her zaman kötü olmak zorunda değil ama çoğu zaman ihtiyatla yaklaşılması gereken değerler toplamı. Örneğin Onur Ünlü filmini "Devletin önerdiği ortalama aile yapısının karanlık yanları, ailenin içine düştüğü pespaye durum ve aile fikrinin zorlayıcılığı, inandırıcılıktan uzak olmasıyla ilgili bir film bu" diye parlatırken filmin dağıtım/pazarlama şirketi tam da filmin eleştirdiği aile teşkilatına alternatifmiş gibi öne çıkan günümüz orta sınıf ailesinin marketing alışkanlıklarına sesleniyor. Filmin afişinde yer alan her ayrıntı bu yeni ailenin değerlerine hitap ediyor. Böyle olunca da yönetmenin parlak eleştirel fikri daha afişte yıpranıyor. Ve tabii ki filmin içinde de "Celal Tan ve ailesi, plastik bir dekorun içinde gezinen, kara film ve salon komedisi arasında gidip gelen bir filmin karakterleri" olabiliyorlar.* Hepsi o kadar. Daha fazlası yok.

8 Ekim 2012 Pazartesi

123

"Kemiksiz bir müzik yapıyorlar. Ispanak yemeği, bir çeşit tavuk yemeği, kocaman ağaçlar gibi bir ses, bir akış. Nasıl büyük bir müzik ve modern."


Mevsimi çoktan geçmiş olsa da fanzinlere ayrı bir düşkünlüğüm vardır. Başka yerlerde bulamayacağım şeyleri o sayfalarda, o tayfalarda bulacağımı bilirim. Köprülerin altından çok sular akmış olsa da ne zaman fotokopi bir dergi görsem hemen alırım. Pek bilinmeyen, tarihin tozlu raflarına çoktan kalkmış böylesi bir derginin adıyla söyleyecek olursam bu tür dergiler dergi değil delgidir.  İşte böyle bir delgi dergi vesile oldu 123 ile tanışmama.

26 Eylül 2012 Çarşamba

HayatKıran

Yürüyorum ve ayağıma gövdeler çarpıyor. Eller, ayaklar, bacaklar. Omurgalar ve de kıkırdaklar.

Yürüyorum ve kaburgalar çarpıyor ayağıma. Hangi dalgaya kapıldılarsa. Hangi selde toplanıp buralara aktılarsa. Başıboş makineler dolanıyor etraflarında. Kışa hazırlık ya yakacak kemik topluyorlar.

Yürüyorum ve pencereler düşüyor binalardan. Yırtık parçalar, mukavva ve karton.
Yürüyorum ve çocukların yarım gövdeleri uzanıyor caddeye. Bir adamın eli gövdelerin kaşınacak yerlerini arıyor.
Yürüyorum ve zaman dolanıyor gövdeme. Çın çın kahkaha konuyor asfalta. Sahipsiz haykırışlar sekiyor direklerden. Bir çukura akıyor abdesthanenin suyu.
Yürüyorum ve terden ıpıslak sokak. Bir dil uzanıyor kolalı gömleğin yakasından içeriye. Bir kemer dalları kırıyor, sıkarak.
Yürüyorum ve bir mermi kulak arıyor. Kolye yapacak.
Yürüyorum ve eksik dişler. Bir ağız seni üflüyor gırnataya.

Yürüyorum ve bir nefes çıkıyor karşıma, bir soluk. Çırpınıyor. Morarmış moraracak. Oh olsunlar uçuyor etrafında.
Yürüyorum ve bir rozet parlıyor bir anlığına.
Yürüyorum ve bir parmak uzanıyor karanlığa.
Yürüyorum ve bir öfke fırlıyor taştan. Kayıp ve serkeş. Kafasından tutup sallıyor öfkeyi ızdırap.

Yürüyorum ve camlar uçuyor havada. Mendiller, eşarplar, tülbentler gövdelere yetmiyor. Tüyler yas tutuyor.
Yürüyorum ve bir bıyık sırıtıyor yanan arabanın kaportasında. Gıcır gıcır.
Yürüyorum ve bir çocuk bezi sallanıyor tankın namlusunda.
Yürüyorum ve menzile giriyorum. Kara kış. Kaygan yol. Dergâhtan vahlar yükseliyor.
Yürüyorum ve çatılardan namlular sarkıyor.

Yürüyorum ve molozlardan bahçeler. Harfriyatlardan yapraklar. Biyatlardan çit. Yatlardan çat. Öylece bırakıyorum enkazı, gövde kendi yolunu buluyor.

Yürüyorum ve bacalar olukları tıkıyor. Kadavralardan barajlar yükseliyor.
Yürüyorum ve bir kılçık saplanıyor boğaza. Bir kemik giriyor aramıza.

Yürüyorum ve bir kelime arıyorum, bir harf. Tek bir harfte anlatabilmeyi arıyorum günlerimin gövdesini. Nafile. Bir kürek bulur boşa çekerim diyorum. Ben, ben değilim nasıl olsa.

Yürüyorum ve kendimle karşılaşıyorum. Sahte. Kalp. Kürdan sokuyor aralara. Et kalmış tarihten. Onu arıyor deşerek kendini.

Yürüyorum ve bir dudak seni üflüyor gırnataya.
Yürüyorum ve kollar alkış tutuyor. Aksak.
Yürüyorum ve bir top bırakıyorum sokağa. Az sonra patlayacak.

16 Eylül 2012 Pazar

Marksizm ve Psikanaliz: Tarihsel Kaderlerinin Benzerliği


Açıkçası yola çıkarken temel derdim Marksizm ve psikanaliz arasındaki ilişkiyi geleneksel sol açısından incelemekti. Sonuçta zor bir konuya el atmıştım ve ulaşabileceğim kaynakların kısıtlı olacağını öngörebiliyordum. Marksizm ve psikanaliz arasındaki ilişkiye dair okudukça işimin sandığımdan da zor olduğunu anladım. Çünkü bu konuya dair geleneksel soldan tek bir kaynak bulmam dahi mümkün olmamıştı. Geleneksel sola yakın görülebilecek bir ya da bilemediniz iki kaynağın içeriği ise hem oldukça yetersizdi hem de örneğin yeni sola dahil edilebilecek kaynakların yanında oldukça yüzeysel kalıyordu. Yani Marksizm ve psikanaliz mevzu bahis olduğunda sadece ve sadece "Marksizm psikanalizin boğucu kuşatması altındadır" demekle yetinmeyecektiysem eğer Marksizm ve psikanaliz arasındaki ilişkiyi geleneksel sol açısından incelemek için köksüz bir yerde durmaktaydım. Geleneksel sol cenahtan yazılmış derli toplu bir yazı, bir başlangıç noktası bulmak mümkün olmadı.

Bulduğum kaynakların önemli bir kısmı ise Marksizm, reel sosyalizm, tarihsel ve diyalektik materyalizm konularında farklı bir konumlanışa sahiptiler. Bu kaynaklardan yola çıkarak bir yerlere gidebilmek en azından başlangıç için dile getirdikleri köklü eleştiriler nedeniyle pek mümkün olmuyordu. Bu nedenle yazıdan vazgeçtim. Ama bulduklarımı da okumaya devam ettim.

Bu okumalar sırasında Marksizm ve psikanaliz arasındaki bazı biçimsel benzerlikler dikkatimi çekmeye başladı. Örneğin her iki kuramsal alanın ortodoksları ve de revizyonistleri bulunmaktaydı. Her iki kuramsal alanın da kendine has, bilmeyen için oldukça yadırgatıcı bir dili bulunmaktaydı. Ve ayrıca dini siyasal akımlar (hristiyan ya da islami) tarafından her iki kuramsal alan toplumları yozlaştıran, insanları tanrıdan soğutan şeytan işi olmakla itham ediliyordu. Bu tür benzerliklerden hareket etmeye karar verdim. Althusser'in peşine düşerek Batı Aklı'nın gösterdiği reflekslerin, devreye soktuğu önlemlerin her iki kuramsal alanın tarihsel kaderlerinin benzeşmesine, ortak özellikler göstermesine neden olduğu üzerine odaklandım.

15 Eylül 2012 Cumartesi

Yeni Türkiye’de Psikiyatri: Bizim Size Çok İhtiyacımız Var!

Psikiyatrinin hep gelgitli bir toplumsal tarihi olmuştur: Aynı anda hem baş tacı edilmiş hem de kıyasıya eleştirilmiştir. Bazıları için modern toplumun gardiyanlarından birisidir, bazıları için ise keşfedilmemiş, bakir bir bilimsel dünyadır. İşin ilginç yanı ise bu çetrefilli durumun içinde psikiyatri hem ermiş hem de günahkârdır.

Batı toplumlarında psikiyatri, toplumsal eleştirinin bir konusu olmaktan çıktı. Tesadüfler sonucunda bulunan ilk ilaç tedavilerinin ardından özellikle 80li yıllarda, tam da neoliberal ideolojinin hegemonyasını kurduğu dönemde, psikiyatri geçmişte kendisine yöneltilen eleştirilerden kurtuldu. İlginç biçimde neo-liberal dönemin psikiyatrisi kendisine daha önce yöneltilen eleştirilerin önemli bir kısmına bünyesinde yer açtı: Kötü koşullardaki hastaneler kapatıldı, damgalamaya karşı yoğun kampanyalar düzenlendi, tedaviye ulaşımın önündeki kimi engeller kaldırıldı, tedavi süreçleri konusundaki sorumluluk hastalar ve aileleriyle paylaşılmaya başlandı (Nesser, 1995).

9 Eylül 2012 Pazar

İmkânsızın Şarkısı

Sonra aklıma günlerimize eşlik eden ve o günlerin içine yerleşen, o günlerin kokusuna, tadına sinen, hatta bizzat o günlerin kendisine dönüşen şarkılar geldi. Hani bir daha dinlemeye kıyamazsın. Belki de korkarsın, o şarkıyı, o ezgiyi duyunca geçmişin bir daha geri gelmeyecek kadar uzakta kaldığını farketmekten. Ne de olsa zor gelir insana, geçmişin, hesabını kapatamadığı bir geçmişin geçmişte kalmasını kabul etmek.
 
Geçmişin taşlaştığını kabul etmek ne zor? Bazen geçmiş yok gibi yaparız. Sanki hiç olmamıştır. Ama geçmiş varolmuş mudur? Yaşanmış mıdır? Geçmiş var mıdır?
Sana bir yanıt yazmaya oturunca bunlar geldi aklıma. Hani sormuşsun ya "Bazı ayrıntıların fotoğraflarını çektim, istersen geri gönderebilirim" diye. Neyi isteyeceğimi bilemedim. Hangi birisini isteyeceğimi...
 
Bana geçmişi verebilir misin? Sana 19 yaşımızı geri verebilir miyim? Sanırım ben bunu isterdim. Bir imkansızı.

[İbrahim Maalouf - Beyrut]

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Marksizm ve Psikanaliz: Tarihsel Kaderlerinin Ortaklığı

Louis Althusser ve Kara Tahta'sı
Marksizmin psikanaliz üzerine konuştuğu ender bir an
Üniversite Konseyleri Derneği, sosyal/alternatif kongre üssü haline gelen Karaburun'da bir sempozyum düzenliyor. Bilim Üzerine Marksist Tartışmalar Sempozyumu'nun ilki 31 Ağustos-2 Eylül tarihleri arasında. Yanlış bilmiyorsam Türkiye'de bu konuya odaklanan bir toplantı ilk kez düzenleniyor. Kendi adıma Marksizm ve bilim faslının üzerinden koca bir yüzyılın geçtiğini ve bu geçen koca yüzyılda Marksizm'den 'bilim'e katkının sınırlı kaldığını düşünüyorum. İşte bu tartışmaya bir katkısı olması amacıyla aşağıdaki özet sunumu hazırladım.

*
Louis Althusser, Lacan üzerine yaptığı bir konuşmada XIX. yüzyılda Batı Aklı'nın hegemonik yüzeyini delen, bu yapıyı zorlayan, "beklenmeyen iki ya da üç çocuk" yani iki ya da üç yeni bilimin doğduğunu söyler. "Törelere, ilkelere, ahlâka ve terbiyeye aykırı düşme anlamında gayri meşru" olan bu çocuklar Marx, Nietzsche ve Freud'dur. Yine Althusser'e göre Batı Aklı'nın bu soykütüksüz çocuklarına babasız, yani öncesiz olmanın bedeli çok ağır ödetilmiştir: "ayakta kalabilmenin kimi zaman çok korkunç olan ceremesini çektiler: karşılığını, her şeyin dışına atılmakla, mahkûm edilmekle, aşağılanmakla, sefalet çekmekle, açlıkla ve ölümle ya da çıldırarak ödediler." Keza Marx hayatının önemli bir bölümünü sürgünde ve ekonomik zorluklar içinde geçirirken, Freud kendi meslektaşları tarafından önce göklere çıkarıldı, daha sonra ise neredeyse aforoz edildi.

Ancak zorluklar her iki ismin ardında, iki bilimsel alanın yükselmesine engel olmadı. Yani ne doğum engellenebildi ne de bu bilimlerin serpilip etkisini arttırması. Marksizm ve psikanaliz, XX. yüzyılda Batı Aklı'nı şekillendiren iki ana kuramsal alan oldu. Bu durumda başka tedbirler devreye girdi. Söz konusu tedbirler ve bu tedbirlerle birlikte bu bilimsel alanların gelişimi bir nevi kader ortaklığının oluşmasına, her iki bilimsel alanın tarihsel kaderlerinin ortaklaşmasına yol açtı.

12 Ağustos 2012 Pazar

Vinicio Capossela'nın Denizleri


Vinnicio Capossela İtalya dışında yeni yeni tanınmaya başlayan bir modern zaman ozanı. Bir tarafı şiire çıkıyor, bir tarafı Tom Waits'e, bir tarafı ise yersiz, yurtsuz gezginliğe. Üç tarafı denzilerle çevrili sanki. Bir önceki albümü Marinai, Profeti e Balene (Denizciler, Peygamberler ve Balinalar) tekinsiz sulara açılmıştı. İçinde korkutucu efsaneler, uydurma destanlar, tetikte bekleyen gemiciler, sislerde kaybolan filikalar ve gözüyaşlı elvedalar vardı. Günümüz egemen tarzına aykırı biçimde doksan dakika süren bu albüm-kitap, Mobydick'ten girip gerçeküstü hikayelerden çıkıyor ve geçerken Ulyssess'e, İncil'e selam veriyor. şarkılar da bu geniş rotada cazdan, folka, operadan ragtime tınılarına uzanıyor. Bazen gerilim öne çıkıyor, bazen gamsız kahkahalar meyhane duvarlarını dövüyor. Böylece Capossela, denizlerinden bir tanesine dinleyicilerini de sürüklemiş oluyor. 
Geçtiğimiz günlerde ise tekinsiz denizlerden geçip tanıdık limanlara geldi Capossela. Yeni albümü Rebetiko Gymnastas buzuki, caciki ve rakidan muteşekkül bir sofraya davet ediyor bizi. Asmaların altında, kollar havada, dizlerden kıra kıra dans ediyoruz. Bir elimizde şişe, ceketimiz omzumudan hafif düşer gibi. Havada bir acı, keder var ama bu acının, bu kederin içinde de eğlenmek, ahdetmek, ahdederken hep birlikte olmak mümkün. Parmaklarımızı şıklatırken dostlar alkışlarla tempo tutuyor Ege'nin ve denizin bu delikanlı ezgilerine. Capossela'nın Rebet tercihi bir tesadüften de öte: Bunalan Yunanlılara (ve bizlere) hatırlayın diyor sanki, sizi siz yapan günleri, sizi siz yapan ezgileri.Bu hatırlatma için Arjantin'e kadar gitmiş ve Mercedes Sosa ile Atahualpa Yupanqui'i almış yanına. Dimitris Patrinos ile kolkola girmiş, sene 1927. Daha Pulp Fiction çekilmemiş o zaman, ah habibi. Sovyet Rusya'ya uğrayıp elinde gitarla dolaşan bir Hamlet bulmuş.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Kapitalist kara safra

"Psikolojik" bir toplum olduk. Ve giderek de daha çok "psikolojik" oluyoruz. Kapitalizm yol aldıkça "çatışmaların başka ifade biçimleri" geride kalıyor ve psikoloji daha çok öne çıkıyor. Kapitalizmin yol alması ise yeni olanakların ortaya çıkmasını ve yıkımı bir arada barındırıyor: üretim araçlarının mülkiyeti olmayan yığınlar büyüyor, üretilen "zenginlik" büyüyor ve toplumsal zenginliğin paylaşımı konusunda devasa bir mücadele veriliyor. Örtük bir mücadele. Anlayan anlıyor, anlayamayan milyonlar sürünüyor. Anlayamama hali psikolojik olana ilgiyi besliyor.

Gazeteler kişilik, depresyon, kaygı üzerine bir çok yazı ile dolu. Hap yazılar, hap kitaplar, hap bilgiler bunlar: "Acil durumlarda çıkarıp okuyunuz" tarzında. Günümüz "orta sınıf" insanının gündelik (ve aslında farketmesek de tarihsel) acısını dindirmesi, geçiştirmesi için küçük birer hap gibi bunlar. Okuyacak ve içindeki illetten, lekeden, kara safradan kurtulacak sanki.

Ama nereden geliyor bu "kitlesel" ilgi? Nereden geliyor bu kara safra? Yoksa "koşullar [bireylerin ] iç dünyalardaki çatışmaları arttırıyor mu?"

Psikanaliz üstbenin toplumsal gerçekliğin temsilcisi olarak yapılandığını belirtir. Üstben bireylere sadece dış dünyadaki değil içdünyalarında gidebilecekleri sınırları da gösterir. Bu özelliği nedenyile sanki "olumsuz/kısıtlayıcı" bir niteliktedir. Ben, üstbenden gelen sınırlayıcı, kısıtlayıcı, tehdit edici temsillerle başa çıkamadığında ise depresyon ortaya çıkar. Dizginlenemeyen arzular, dürtüler beni sıkıştırıyorsa da kaygı ortaya çıkar.

Bu durumda günümüzün toplumsal psikesi, kısıtlayıcı ve cezalandırıcı mı? Üstben aynı zamanda günümüzün gerçekliğinin temsilcisi değil mi? Bir yanıyla öyle. Ama üstben, yani "vicdan, ahlak, mantık" kişiden kişiye, kişinin hayatındaki farklı aşamalara göre değişir. Günümüzün toplumsal gerçekliğinde ise üstben "doğrucu" olarak değil "kaypak" olarak yapılanmıştır.

Zizek, üstbenin "keyfine bak!" diye seslendiğini belirtir. Psike sabit değildir: Herhalde en büyük handikaplardan birisi bu: eğilimleri ardır, yönelimleri de vardır ama  sabit değildir. Değişir. Deneyimlerle şekillenir ve her dönemin toplumsal deneyimleri farklıdır. Kıyaslama önemlidir: işini kaybetmek, kaybedenlerden olmak. Örneğin "eşitsizlik" gruplar arasındaki fark daha fazla olduğunda daha etkilidir, daha görünürdür.

Richard Sennet günümüzde ortalama bir kişinin hayatında üç kez mesleki niteliğini geliştirmek/değiştirmek zorunda kaldığından bahsediyor. Süreklileşmiş bir sınav, rekabet, risk ve yer değiştirme içinde geçiyor günler. Rainer Funk ise "postmodern kişilik" olarak tanımlıyor bu insan dokusunu. Ekonomik bir temel sunuyor. Hatta kapitalizmin uzun dalgaları bazı toplumsal olayların, durumların bir çerçeve gibi, bir kalıp gibi  tekrarlanmasına neden olur: Bu nedenle Mandel, çocukların toplumsal kaderlerinin (buraya zihinleri de eklenebilir) babalarından çok büyükbabalarına benzediğini belirtir.       

20 Haziran 2012 Çarşamba

Warning


When I am an old woman I shall wear purple
With a red hat which doesn't go, and doesn't suit me.
And I shall spend my pension on brandy and summer gloves
And satin sandals, and say we've no money for butter.
I shall sit down on the pavement when I'm tired
And gobble up samples in shops and press alarm bells
And run my stick along the public railings
And make up for the sobriety of my youth.
I shall go out in my slippers in the rain
And pick flowers in other people's gardens
And learn to spit.

You can wear terrible shirts and grow more fat
And eat three pounds of sausages at a go
Or only bread and pickle for a week
And hoard pens and pencils and beermats and things in boxes.

But now we must have clothes that keep us dry
And pay our rent and not swear in the street
And set a good example for the children.
We must have friends to dinner and read the papers.

But maybe I ought to practice a little now?
So people who know me are not too shocked and surprised
When suddenly I am old, and start to wear purple.

Jenny Joseph

15 Haziran 2012 Cuma

Stupid

"He came on television and said that he had seen God
So I stopped channel surfing immediately
He said he had seen God, and God told him to raise 8 million dollars
God was broke!
" - (Sooken by Gil-Scott Heron)


Preacher is preaching
How you should live
Instead of teaching
With the love they give
They ask for money
In the name of the Lord
And they line their pockets; keep coming back for more
Dragging you down
Chipping away
Misleading you all with the things they say
What they feed you
Strive to believe
Giving you just enough to make you needy
By the time you wake up they're already gone
Looking for the next fool to come along

Dragging you down.
Chipping away
Misleading you all with the things they say
Shatters your world
Spoiling your mind
Keeping your heart
Prayer divine

Dragging you down
Chipping away
Misleading you all with the things they say
Shatters your heart
Foiling your mind
Prayer divine

Bobby Womack | The Bravest Man In The Universe | 2012

6 Haziran 2012 Çarşamba

Yapma doktor, tıp bu değil!

“Tıp Bu Değil” adlı kitap aynı adlı oluşumun topluma ilk çağrısı. Arka kapak yazısında şunlar ifade ediliyor:

“Modern tıbbın verdiği zarar, yararıyla yarışır hale geldi. Dünya ölçeğinde ve ülkemizde yürütülen ‘sağlıkta dönüşüm’ün toplum karşıtı politikalara dayandığı giderek açığa çıkıyor. Ne var ki, o politikaların temelinde de günümüzün insanı metalaştıran tıbbı yatıyor. Hekimlerimizin bile ezici çoğunluğu bunu bilmiyor ya da kabul etmek istemiyor. Tıbbın acilen sorgulanması, bilimselliğinin tartışılması, temelden yeniden ele alınması gerek. Böyle bir başlangıç hedefiyle bir grup hekim bu kitabı başta öğrenciler olmak üzere tıp camiası ve halk için yazdı."

Şimdi gelin, bu kısa iletinin kodlarını açalım:
  • Modern tıp ciddi zararlar veriyormuş demek ki insanlara, topluma. Demek ki, tıbbın olanaklarından, sağlık hizmetlerinden sınırsız yararlanmak pek de o kadar güzel bir şey değilmiş.
  • O halde “herkese sınırsız, parasız sağlık hizmeti” sloganı pek de toplum yararına bir slogan değilmiş. Daha çok uluslar arası ve ulusal medikal şirketler yararına bir sloganmış. Bunun doğrusu ne olabilir? Kitapta “herkese ihtiyacına göre parasız sağlık hizmeti” ilkesi öneriliyor.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Elixir: Bu işin tılsımı nerede?

Mircan Kaya, neredeyse her şarkısını bir hikayeye dönüştüren, her şarkısı bir film karesine eşlik edebilecek bir müzisyen. 2008 tarihli Once Upon A Time In Mingrelia albüm-kitabı için "şarkılar ve hikâyeler, bazen de anılar, mırıldanmalar birbirini izlerken kimi zaman da müziğin içine bir gerilim gelip yerleşiyor. Kayıp zamanın, ağıta dönüşemeyen donmuş bir hali gibi." demiştim. Geçen yıl Gülten Akın şiirlerini besteleyerek hazırladığı albümü, elixir de bir hikaye denizi gibi. Daha önceki albümlerinde yaslandığı caz, rock, folk bileşiminin yerini bu sefer -Gülten Akın şiirlerinin etkisiyle olsa gerek- geleneksel sanat müziği motifleri almış. Gülten Akın'ın dizelerinde kendilerine yer bulan hikayeler Kaya ve ekibinin ezgileriyle canlanıvermiş. Albümde yer alan tüm şarkılar bu sinematografik canlılığı taşırken özellikle "B....... İçin İlahi" ve "Bunalan Ozan İlahisi" ezgileri diğerlerinden biraz daha fazla öne çıkıyor. Diğer albümler gibi elixir de Mircan Kaya'nın kendi yapım firmasından yayınlanmış. Müziğe adanmış bir idealizmle üretimde bulunmayı amaçlayan firmasında (Kataloglanmamış Müzik) piyasanın öğütücülüğünde kaybolup gidecek üretimler için de yer bulunuyor.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Sinema filmleri ve kendilik

Çok önemli bir etkisi var sinema filmlerinin ve sonlarında çalan piyano ezgilerinin. Eskiden tüplü televizyonların tüpü biterdi de şok yaptırılınca bir süre canlanırlardı. İşte kendilik de reel hayatın sıkıcılığında renklerini kaybederken bu fimlerde ve müziklerde hissettiğimiz ve ödünç aldığımız başka kendiliklerin libidinal enerjisiyle şarj oluyor. Buna -bir saatliğine de olsa- bir başkası olmanın, bir başka yerde olmanın, kendimizin ve kendiliğimizin dışına çıkmanın ferahlığı diyebiliriz. Köleleştirildiğimiz dünyanın toksik düzeniyle zehirlenen ruhumuza bir nefes aldırıyor, sahte bir kurtuluş yaşatıyor bizlere. Düzen kendiliklerimizi üzerimize giydirdiği rollerle, hergün yaptığımız işlerle bizden çalıyor. Bizlere de yılda 20 gün izin ve her ay düzenli para veriyor. Ve biz sistemin esirleri, onu yaşatmak için kendimizi öldürüyoruz.

Mustafa Özden, 21.05.2012

***
Dostum, [Another Earth üzerine yazdıklarında] çok yakın temaları işlemişiz farkında olmadan. Hoş olmuş. Tesadüf olmuş. Rastlantı olmuş. Bir anlamı yok. Yani kalp kalbe karşı felan değil :) Rastlantı işte. Akıllı iki adamın aynı şeyleri düşünmesi şaşılacak şey değil. Geçenlerde Timur Oğuz'a kendilik psikolojisi ile ilgili tanımladığım bir fenomeni anlattım. Buna da "kendilikte kompartmanlaşma" adını verdiğimi söyledim. Meğer o da aynı fenomeni aynı adla tanımlamış. Yani burada da kalp kalbe karşı değil, akıl akıla komşu demek istiyorum. Ya da aklın yolu bir. Neyse ben de bunu duyunca şöyle dedim. "Birbirinden bağımsız iki kişi aynı adla aynı fenomeni tanımlıyorsa, doğada gerçekten bu fenomen vardır."

Selamlar.

Mustafa Özden, 22.05.2012

15 Mayıs 2012 Salı

Yo Roberto Fonseca Yo


Ne zaman Roberto Fonseca dinlesem aynı anda hem hayranlık hem de öfke duyuyorum. Bir yanım şarkıları, şarkılardaki havayı çok seviyor, hemen o havanın içine giriyor. Bir yanım ise yaratıcılığını ve yeteneğini pazarlamak konusunda bu kadar istekli bu adamın hallerine öfkeleniyor. Bu nedenle her Roberto Fonseca albümü aynı duyguları hatırlatıyor: Hayranlık ve öfke. Geçtiğimiz aylarda yayınladığı yeni albümü "Yo" (Ben) ise hayranlıktan çok öfkeyi hatırlattı.

Tanımayanlar için söyleyeyim, Roberto Fonseca Küba'lı bir caz piyanisti. Caz dünyası içinde ismi gittikçe daha fazla duyulan Fonseca uluslararası alanda adını ilk olarak meşhur Buena Vista Social Club ile duyurdu. Grubun emektar piyanisti Rubén Gonzaléz'in yerini aldı ve grubun dünyanın dört bir yanındaki konser turnesi sırasında pişti. Sonrası ise Fonseca için daha hızlı gelişti. 2007 yılında kendi ezgi dünyasının içinden kopup gelen melodilerle yoğurduğu ilk albümü Zamazu'yu çıkardı. Albüm aslında Fonseca'nın kendi müzikal evreninde işlemeye odaklandığı kültürel parçaları bir araya getiriyordu: Küba'daki Afrika kültürü, caz ve klasik müzik ile Latin havalarının bir karışımı. 2009 tarihli Akokan albümü ise müzisyenin bulduğu bu geniş kültürel damarı daha derinlemesine işlediği bir uğrak oldu.

Yeni albümü "Yo" işte bu kaynakları yeni bir enerjiyle harmanladığı bir altyapıya sahip. Hatta Fonseca bu yeni albüm ile Küba ve latin cazından daha fazla uzaklaşırken müziğinde Afrika etkilerine daha çok yer açmış.

31 Mart 2012 Cumartesi

Giovanni Mirabassi: Devrimci Şarkılar Geçidi


Toplumsal mücadeleler için yazılmış devrimci şarkıların Fransız Devrimi’ne kadar uzanan bir geçmişi var. İnişli çıkışlı bu geçmişin içinde hemen her ülkede mutlaka ama mutlaka bir şarkı, bir marş ya da bir türkü popüler olmuş, dillere dolanmış, kulakları dolaşmış. Okullar, işyerleri, sokaklar ve meydanlar, bu mücadelelerin taşıyıcıları kadar şarkıları, türküleri ve marşları da ağırlamış.

Ancak bir çok ezgi, sesi oldukları kalabalıklar dağıldığı için unutulmaya da yüz tutmuş. Bu nedenle geçmişin tozlu raflarında acılar ve sevinçler kadar geniş bir müzikal hazine de yatıyor. Ama sanmayın ki bir zamanların bu direngen ezgileri hoş bir seda olup kaldılar şu gök kubbede. Ara sıra hünerli bir el, bir ses, bir topluluk çıkıyor ve sihirli bir dokunuşla geri çağırıyor onları.

Caz piyanisti Giovanni Mirabassi, devrimci müzikal geçmişi yeniden işleyen ender isimlerden bir tanesi. İtalyan kökenli olmasına rağmen uzun yıllardır Fransa’da yaşıyor. Alaylı bir piyanist. Çocuk yaşlardan itibaren, kendi kendisinin öğretmeni olmuş ve herhangi bir eğitim almadan öğrenmiş piyano çalmayı. Folklorik İtalyan kantatlarının yanına Fransız şansonları eklenmiş ve gittikçe yetkinleşen piyanistin parmakları zamanla Oscar Peterson, Charles Mingus, Charlie Parker, Pat Metheny, Astor Piazzolla gibi isimlere de uzanmış.

Mirabassi’nin melodik, dokunaklı ve lirik bir tarzı var. Kendisi tarzında Amerikan caz piyanistleri Bill Evans ve Keith Jarrett kadar bir başka İtalyan caz piyanisti Enrico Pieranunzi’nin de etkisi olduğunu belirtiyor. Geçmişte Chet Baker gibi isimlerle çalmış olması da hüzünlü, karanlık bir yan katmış şarkılarına.

İlk dönemlerden itibaren devrimci şarkılara özel bir ilgi duymuş Mirabassi. Bu gönül vermişlik, daha ilk solo albümünde caz piyanonun devrimci şarkılarla buluşmasını sağlamış. 2000 yılında yayınlanan ‘Avanti!’ bir tek caz dünyasında değil, müzik camiasının genelinde çok ender rastlanabilen türden bir eser. Şili’deki Halk Cephesi’nden II. Dünya Savaşı’nın partizanlarına, Fransız devriminden Komün’e kadar uzanan geniş bir müzikal hazineyi içerdiği için.

Farklı müzisyenlerle ve kendi caz üçlüsüyle albümler kaydetmeye devam eden Mirabassi, yayınladığı albümlerde bir-iki politik şarkıya yer vermeye devam etmekle birlikte sadece devrimci şarkılara adanmış yeni bir albüm kaydetmeyi de istiyormuş. Araya giren bir düzine albüme ve giderek artan tanınırlığa rağmen o heyecan, o istek devam etmiş.

Geçtiğimiz yıl, 1 Mayıs arifesinde, uzun zamandır gitmek istediği Küba'nın yolunu tutmuş. Havana sokaklarında, Malecon’da yürümüş. Devrim Meydanı’nda kalabalıklara karışmış ve ardından piyanosunun başına oturup yeni albümünü, Adelante’yi 1 Mayıs’ta, Havana’da kaydetmeye başlamış.

Yayın tarihi Ekim 2011 olan Adelante aslında Avanti ile aynı adı taşıyor. Birisi İspanyolca’da, diğeri ise İtalyanca gibi bir dizi Güney Avrupa dilinde ‘ileri’ anlamına geliyor. Albümde yer alan parçalar, yüzyıllardır dört bir yanda süregiden toplumsal mücadelelerin zengin tarihini bir kez daha yansıtıyor.

Enternasyonal ile, yani tüm devrimci mücadelelere selam vererek açılan Adelante’de piyanist, daha önce solo piyano olarak yorumladığı Hasta Siempre’ye bir kez daha yer vermiş. Bu sefer Kübalı müzisyenler de eşlik etmiş kendisine. ‘The Partisan’ ya da orijinal Fransızca adıyla ‘La Complainte du Partisan’ (Partizanlar İçin Ağıt) ise II. Dünya savaşı sırasında Nazi işgaline karşı örgütlenen direniş hareketiyle özdeşleşmiş bir şarkı. 1960lı yıllarda Leonard Cohen tarafından da yorumlanmış ve yeniden popüler olmuştu.

‘A Luta Continua’ (Mücadele Devam Ediyor) Afrika’da bağımsızlık mücadelelerinin sembol şarkılarından. Sözleri ve bestesi Güney Afrika’daki ırkçılık karşıtı mücadelenin yine sembol isimlerinden şarkıcı Miriam Makeba ve kızkardeşine ait. Portekizce olan şarkıyı Makeba, Mozambik’in Portekiz’den bağımsızlığını kazanmasının hemen ardından 1975 yılında yazmış.

‘Le Déserteur’ (Asker Kaçağı) savaş karşıtı bir Fransız şarkısı. Sözleri, daha çok romanlarıyla bilinen ama kısacık hayatına farklı yaratıcılıkları sığdırmayı bilmiş Boris Vian’a ait. 1954 tarihli parça, Fransa’da uzun yıllar yasaklı kalmış. Bir yandan da, Fransız sömürgelerindeki savaşlara anlam veremeyen ve askerliğe gitmek istemeyen halk arasında yayılmış.

Katalan şarkıcı Lluís Llach’ın bestesi olan “La Estaca” (Istaka - Kazık), 1968’de Franco diktatörlüğüne karşı yazılmış. Uluslararası popülaritesini ise 1980li yıllarda Polonyalı Solidarność (Dayanışma) hareketine borçlu. Keza şarkı yönü, doğrultusu ve anlamı halen tartışmalara konu olan 20. yüzyılın bu son kitlesel işçi hareketinin yarı-resmi marşı olmuş.

Politik şarkılar arasında en meşhurlarından olan ‘Lili Marleen’ sıradan bir Alman aşk şarkısı iken tarihin ironik tesadüfleri sonucunda savaş karşıtı bir şarkıya dönüşmüş. II. Dünya Savaşı’nda farklı cephelerde, farklı ülkelerin askerleri tarafından çok sevilerek dinlenen şarkı ne zaman radyoda çalınsa cephede tüm çatışmalar dururmuş ve herkes vatanındaki sevdiklerini düşünerek kısa bir süreliğine de olsa cepheden uzaklara gidermiş.

Albümde Latin Amerika’nın kızgın topraklarına ve o toprakların dinmek bilmeyen toplumsal mücadelelerine ses veren şarkılar da var. Örneğin “La Carta” (Mektup) Şilili ozan Violeta Parra’ya ait bir ağıtsal bir mücadele şarkısı. “Assentamento” askeri diktatörlük boyunca uzun yıllar sürgünde yaşamak zorunda kalan Brezilyalı ozan Chico Buarque’ye ait. Modern tangonun en önemli ismi Arjantinli Astor Piazzola’nın ‘Libertango’su, Kübalı Pablo Milanes’in ‘Yo Me Quedo’su (Kalıyorum), Venezuela’dan “Uno de Abajo” (Bir Altta) albümün Latin Amerika kısmını oluşturan diğer şarkılar.

Mirabassi’nin albüm için seçtiği İspanyol şarkısı ‘Gallo Rojo Gallo Negro’ (Kızıl Horoz, Kara Horoz) faşist Franco güçlerine karşı bir araya gelen Uluslararası Tugay’ın marşlarından bir tanesi. Avrupa’daki devrimci mücadeleler söz konusu olunca Mirabassi Fransa’ya ağırlık vermiş. Leo Férré’nin sinik burjuva dünyasına yönelik keskin dilini yansıtmak için büyük ozanın ‘Graine d'Ananar’ını (Ananar Tohumu) seçmiş. Hemen ardında yer alan ‘Le Temps du Muguet’ (Zambak Zamanı) ise Sovyetler Birliği’nin savaş sonrası Fransa’sındaki popülerliğini temsil ediyor. Zira 1959 tarihli şarkı, o dönemde farklı Avrupa dillerine aktarılan bir çok Rus şarkısından bir tanesinin, dokunaklı Moskova Geceleri'nin Fransa’da o dönem çok meşhur olan bir yorumu. ‘Le Chant de Canuts’ ise 19. yüzyılda oldukça ağır koşullarda çalışan Lyonlu ipek işçilerinin şarkısı.

Albüm yine Latin Amerika’ya uzanarak Violeta Parra’nın ‘Gracias a la Vida’sıyla bitiyor. Hayata, tarihe ve dört bir kıtada süregiden mücadelelere teşekkür ederek. Avanti ve Adelante, mutlaka İleriye!

soL Portal, 17 Kasım 2012

27 Şubat 2012 Pazartesi

Alternatif hayatlarımız ne âlemde?

Senaryosundaki bariz gediklere, eksikliklere ve de mantıksızlıklara rağmen Another Earth sık sığındığımız bir düşe, yaygın bir arzuya seslendiği için izleyeni yakalayıveriyor. "X olmasaydı ben ne olurdum?" ya da "X olsaydı ben ne olurdum?" soruları etrafında dolanan bir düş bu. Çeşitli farklı biçimleri de oluşturulabilir, bu düşün, bu sorunun. Hatta sorunun içine biz de katılabilir: "X durumunda nasıl bir toplum olurduk? Nasıl bir dünya olurdu? Nasıl bir tarih olurdu?" gibi. Ama kurulacak farklı düşlerin de farklı soruların da içerdiği arzu aynıdır: Alternatif ben arzusu.
Aynı tema, beyaz perdede çok geniş bir yelpazede yeniden ve yeniden işlenmiştir: "Yaşadıklarınızın bir başka versiyonu, bir başka seçenek olsa ne isterdiniz? Elinizde bir fırsat olsa hayatınız nasıl olurdu?" gibi. Alternatif ben, alternatif hayat denince akla ilk olarak Przypadek, Butterfly Effect, Groundhog Day, Sliding Doors, Lola Rennt, Donnie Darko, The Devil's Advocate gibi olası benlerin, yani benin farklı versiyonlarının filmin ana temasını oluşturduğu filmler geliyor. Ancak Matrix, Inception gibi bilimkurgu kabilinden filmlerin de ana izleği benzer değil midir (sanal ben ve gerçek ben ya  da uyuyan ben ve uyanık ben)? Hatta bu yelpazeye Ah Belinda da katılamaz mı? Çünkü alternatif ben olumlu bir düşten çok bir kâbusa da benzeyebilir. Tıpkı Black Swan'de olduğu gibi. Ancak arayış aynıdır: Ben, bir başka ben olabilir miydim?

18 Şubat 2012 Cumartesi

Avanti Musica: Politik müzikte yeni arayışlar ve olanaklar

Politik müzik her şeyden önce mücadele edenlerin, çıkış arayanların sesi, türküsü olmaya çalışır. Dinleyicisi siyasal bir müzik ararken politik müzik de dinleyicileriyle buluşmanın yollarını arar. Dinleyicisine ulaşmanın farklı yolları olmakla birlikte bir tanesi popüler müziğe ait öğeler içermektir. Örneğin politik bir şarkı, popüler bir şarkı gibi dinleyeni kolayca yakalayıverir. Nakaratı ya da sözleri bir kez dinlendiğinde bile akılda kalıverir. Ritmi hemen harekete geçirir. Hep beraber dinlenmeye, söylenmeye ve eşliğinde dans edilmeye de yatkındır genellikle. Popülerliğini bazen geleneksel temaların kullanılmasına borçludur bazen de zamanın ruhunu taşıyan tarzların içinden çıkıp gelir politik müzik. Örneğin bir türkü kadar artık bir rap şarkısı, bir rock şarkısı da politik müziğin gezinme alanındadır. Sözleri ise doğrudan siyasal özellikler taşımak zorunda bile değildir. Besteleyenin, temsilcisi olduğu kesimin konumu itibariyle sıradan bir ezgi, sıradan bir şiir ya da gündelik hayatın içindeki küçük yaşantılarla ilgili dizeler dinleyicileri için siyasal bir anlamla özdeşleşiverir [1].

21 Ocak 2012 Cumartesi

Dikkat, dinleniyorsunuz!


Bandista [Daima!]; James Blake [James Blake]; Midlake [The Courage of Others]; Zaz [Zaz]; Erik Truffaz [In Between]; Lisa Ekdahl [At The Olympia, Paris]; Paul Motian [The Windmills Of Your Mind]; Charles Lloyd Quartet [Mirror]; Alina Orlova [Mutabor]; Caro Emerald [Deleted Scenes From The Cutting Room Floor]; PJ Harvey [Let England Shake]; Sonbahar; Pink Martini and Saori Yuki [1969]; The Tree Of Life; Tom Morello [Union Town]; Ibrahim Ferrer [Bueno Vista Social Club Presents Ibrahim Ferrer]; Charles Lloyd MariaFarantouri [Athens Concert]


Let Me Go - Erik Truffaz; Limit To Your Love - James Blake; Lotus Flower - Radiohead; On Battleship Hill - PJ Harvey; Taya Tan - Pink Martini; Guateque Campesino - İbrahim Ferrer; Roscoe - Ellie Goulding; Rulers, Ruling All Things - Midlake; Les Passants - Zaz; Funeral Canticle - John Tavener; Oratoryo - Khacadur Avedisyan; Pembe Mezarlık - Model; A Sunday Smile - Beirut; Back It Up - Caro Emerald; Senden Bana Yar Olmaz - Nim Sofyan

10 Ocak 2012 Salı

Uydular ve de Uzak Komşu Gezegenler

Kapıdan içeriye girdiğinde akşamsütü kuşları da girdi seninle. Kozalarından yeni çıkmış kelebekler kanatlarını telaşla çırparak masalara dağıldı. Yağmurda ıslanmış saçlarında da geldi seninle. Ardından hafif bir esinti masalardaki mumları dalgalandırdı ve bardakları ışıldatan kısa bir aydınlanma oldu. Bir süre kapıda durdun ve içeriye baktın. Gözlerini sanki teleskopuna dayamıştın da kendi dünyandan çıkmadan başka dünyalara, başka evrenlere bakıyordun. 

O sırada Ed'in seçtiği şarkıdan anlamalıydım. Denizleri olmayan bir harita gibi, ağırçekimde kalmış bir ırmak gibi senin sevginin de bir sınırı vardı. Halbuki ben o haritalarda kendime bir ırmak bulmuş ve su boyunca günlerimi savurarak dolanıyordum. Gamsız ve de kedersiz, aklımda neşeli şarkılar vardı. Ama daha ilk görüşümde seni, anlamalıydım. Ben ancak senin dünyana komşu bir gezegen ya da en iyi ihtimalle senin dünyanın uydusu olabilirdim. Ama gökyüzünde seni ısıtacak bir güneşe yer yoktu. Bilemedim ve sen, Take Five'ın o loş ve de boş salonunda gelip yanıma oturdun. Bana bakıp gülümsediğinde James Blake hâlâ seni anlatıyordu.

James Blake - Limit To Your Love | Imam Baildi - O Pasatempos

When you were in, evening birds also entered inside with you. Clumsy butterflys, just left their cocoons, scattered through the tables while flapping in a flurry. Also your hairs, dampen in the rain entered inside with you.

PJ Harvey: Sallan İngiltere Sallan!

Açıkçası 2007 tarihli albümünden sonra ne yapacağını merakla bekliyordum. White Chalk (Beyaz Tebeşir) o kadar yoğun, iç acıtıcı, tek kişilik bir trajedi albümüydü ki sonrasına ne kaldığını kestiremiyordum. Albümün içinden dinmeyen ağıtlar, tutulamamış yaslar, sonu gelmeyen taziyeler çıkıyordu. Şarkılar, söylendiği uçsuz bucaksız kırları dolaşıp yaşadığım kente geliyordu ve tıkış tıkış apartmanların duvarlarına çarpıyordu bu ağıtlar, yaslar, taziyeler. Bu nedenle White Chalk'ı dinlerken bir yandan da Polly Jean Harvey'in gitarıyla, piyanosuyla, arpıyla, bonjosuyla yeni bir albümde nerelere gideceğini, nerelere varacağını ve ardına düşenleri nerelere götüreceğini merak ediyordum.


Sonra zamanı geldi çattı. Bir ay kadar önce yeni albümünü yayınladı. Kendi içine baktığı ve hırçın, asi, uslanmaz, acılı yönlerini anlattığı yıllardan sonra tıpkı kendi içine bakarkenki gibi keskin bakışlarını yaşadığı topraklara, parçası olduğu tarihe dikmiş Harvey. Dobra dobra, dolaysız, pazarlıksız ve derinden şarkılarla çıkıp gelmiş. Yeni albümü ile hem dinleyenlerini hem de ülkesini, ülkesinin her coğrafyaya en az bir kez değen yayılmacı geçmişini sallamaya, havalandırmaya karar vermiş. Bu nedenle olsa gerek albümün ismi Let England Shake! (Bırakın İngiltere sallansın) olmuş.
Devamı >>