4 Haziran 2016 Cumartesi

Simirna Kızılı


Polisiyenin müptelası çoktur ama pek edebiyattan görmeyeni de vardır. Bir polisiye okuru olduğumu söyleyemem. Yaratıcılık anlamında zekice, edebiyat anlamında biraz risksiz bulduğumu söyleyebilirim. Ayrıca modern insanın bastırmak için uğraştığı dürtülerini ya da bazı olaylar karşısındaki anlık yoldan çıkmalarını başka türlere göre çok daha iyi işlediğini de söyleyebilirim. Yine de bilgim ve ilgim kısıtlı. Ve adının da bende bir tür alerji yarattığını ekleyebilirim.

Aklımın bir kenarında tuttuğum polisiye kitapları vardır; çok değil, birkaç tane. İlki aslında tam olarak bir polisiye kitabı değil; polisiye üzerine yazılmış bir kitap. Aslında başucu kitaplarım arasında olduğunu da söyleyebilirim. Çünkü, bir tek polisiyse üzerine yazılmış bir kitap değil. Evet, temel derdi polisiye edebiyatı ama Marksizmin farklı bir alanda nasıl yeniden üretilebileceğini de gösteriyor.

Ernst Mandel’in “Hoş Cinayet” kitabından bahsediyorum. Polisiye ve marksizm ile tanışmak isteyenler için sağlam bir kaynak olduğunu söyleyebilirim. Ekonomi-politikteki değişim ile toplumların değişimi ve polisiye içeriğinin, biçiminin değişimini yalın bir yetkinlikle anlatıyor Mandel. Polisiye edebiyatının 2000lere kadar olan değişimini iz bırakan kitaplar eşliğinde tanımak isteyenler için de Marksizmi tanımak isteyenler için de tavsiye edebilirim.

Mandel, polisiye edebiyat tarihine Marksizm ile bakarken Marksizmden yola çıkanların bu edebiyat türünde pek sevilmediğini de görüyorsunuz. Gerçi bir tek polisiyede değil genel olarak edebiyatta “bizimkiler” kötüdür. Ama polisiyse aleminde işin dozunun birkaç tık fazla olduğu söylenebilir. Pek sevilmez bizimkiler.

Kimler mi? Devrimciler, sosyalistler, komünistler. Örneğin KGB ajanları hayatta en uzak duracağınız tiplerdir. Kaba, estetik yoksunu ve anlık istekleri için her şeyi satabilecek tiplerdir bunlar. Genelde erkektirler. Kadın olanları ise yılan gibi sinsi ve aldatıcıdır. Bazen ise gözü dönmüş, öç almak için çoluk çocuk dinlemeden orayı burayı bombalayabilecek, hödük kişilerdir. Polisiye edebiyatında, kapitalist dünyanın haber alma teşkilatlarının ne kadar kirli taktiği varsa hemen hepsi tersine çevrilir ve bizimkilere yıkılır.

Edebiyatta, sinemada bunun tutmadığını söylemek ise pek mümkün değil. Bir KGB ajanını, aslında sosyalizm mücadelesi veren bir insan olarak hayal edebiliyor musunuz? Biraz zor. Halbuki tarif edilen yer, bir sosyalistin hayatıdır. Ama ne yazık ki sonuçta kaba, ilkel ve kötü olan taraf bizim taraftır sanat dünyasında. Buna çanak tutacak işlerin, hallerin olmadığını söylemek ise ne yazık ki pek mümkün değil. Nesnel bir yanı da var bu durumun.

Devrimcilerin kötü olarak tasvir edilmediği durumlarda ise melankolik bir kaybetmişlik, sonu gelmez bir kendini sorgulama, inancını yitirme, etrafındaki “devrimci” ikiyüzlülüğü keşfetme devreye giriyor. Ne yazık ki bu tür kitaplarda, yani dürtülerini dizginleyemeyen bir yarı-insan olmadığı durumlarda devrimci disconnectus erectus, yani tutunamayan oluyor. Ahmet Ümit’in Kar Kokusu bu yitirme, bunalım ve sorgulama için iyi bir polisiye örneğidir.

Tüm bu olumsuzluklar üst üste gelince polisiye bizim cenahın az çok uzak durduğu bir alan oluyor. İşte böylesi bir kısırlık, çöl hali içinde yukarıda tarif etmeye çalıştığım koordinatlara sığmayan yapıtlarla karşılaşmak ise bir başka oluyor. Suphi Varım’ın geçtiğimiz aylarda yayınlanan “Simirna Kızılı” kabalık, kötülük ve kaybolmuşluk sarmalına hiç uğramadan Bolşevik bir polisiye sunuyor.

Evet, kitabın ana kahramanı bir Bolşevik militan. Zevk ve sefa düşkünlüğü yerine incelikli gözlem, samimi bulduklarına yönelik insanca bir yakınlık tarif ediyor Sergey Andreyev’i. Bir Çeka ajanı olan Sergey sustalısını ve yumruklarını kullanmak zorunda kalıyor ama mecburen. Ve kitap boyunca çocukluğu, annesinin dindarlığı, babasının gün görmüşlüğü, papazların yobazlığı ve kızkardeşinin öldürülüşü gidip geliyor aklında. Kendi öyküsü dünyanın düzeniyle olan derdine de ışık tutuyor.

1919 İzmir’inde geçiyor roman. Savaş sona ermiş ve İngiliz’idir, Fransız’ıdır, İtalyan’ıdır, ne kadar işgal gücü varsa İzmir’e çıkmıştır. Şehrin kime verileceği ise belirsizliğini korumaktadır. İtalyanlar ile Yunan hükümeti arasında sinsi ve örtülü bir rekabet sürüp gitmektedir.

Kitabın arkaplanında işgal, belirsizlik ve boyun eğme ile ayağa kalkma arasında gidip gelen bir güç savaşı varken yine İzmir’de Sovyet hükümeti için çalışan Pyotr, Sergey kendisiyle görüşemeden öldürülür. Rumların tedirgin bekleyişleri ve Türklerin dipten yürüyen ama işbirliğine, özellikle de İngilizlerle işbirliğine açık direniş arayışları arasında bu cinayetin peşine düşer Sergey. Bir yandan olası katilleri ve işbirlikleri araştırırken bir yandan da bilgi toplayacaktır ve yolu birçok sıkışmışlıkla kesişecektir.

Emperyal güçlere yaranmayı garipsemeyen Türk direnişçiler, onları yönlendirmeye çalışan ve palyaçoluktan imamlığa kadar her şeye bulaşan Alman ajan ve Rumların kurtarıcı beklentilerini eski İzmir sokaklarıyla birlikte işliyor kitap. Şehrin sakinliğini işgal, direniş, işbirliği ve tedirgin bekleyiş sarmalarken olaylar yavaş yavaş karışacak ve en sonunda da katil ortaya çıkarılacaktır.

Bir bakıyorsunuz, yaşadığınız sokaktan geçiyorsunuz ve o sokakta, esnaf bir Türk subayı kovalıyor. Ya da İzmir’de tek tük kalmış ve önünden sık sık geçtiğiniz bir konağın kapısı açılıyor ve evin çekmecelerinden Rizospastis (daha sonra KKE’ye dönüşen Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi’nin yayın organı) nüshaları çıkıyor.

Simirna Kızılı, Suphi Varım’ın altıncı polisiye kitabı. Varım, kitaplarında büyük yangın öncesi İzmir'in büyüleyici atmosferini ve çok kültürlülüğünü işlemesiyle de biliniyor ama Simirna Kızılı’nın bir başka olduğunu, gerçek bir Bolşevik polisiyse olduğunu söylemeliyim. Kitabın kapağı bile bir başka: İzmir’in simgesi saat kulesinin tepesine bir kızıl yıldız kondurulmuştur ve kule kendisini bekleyen belalara karşı sanki boynuna orak-çekiçli bir bayrak dolamış. Sanki tarihi, güncelin buz kestirici etkisinden korumak istermişcesine.

 soL Portal, 04.06.2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder