24 Nisan 2010 Cumartesi

Nazi Almanyası'nda şizofreni neden ve nasıl azaldı?

İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden neredeyse yetmiş yıl geçti. Ama tartışmalar ara ara hâlâ devam ediyor. Özelikle anti-komünist propagandanın malzemesi olarak yeniden ve yeniden gündeme girebiliyor bu büyük trajedi. En son, ülkesinde pek sevilmeyen Polonya Cumhurbaşkanı’nın uçak kazasında ölümü sonrası tarih yeniden masaya kondu ve yeniden yazılmaya çalışıldı.

Ocak 2010 tarihli Schizophrenia Bulletin dergisinde sessiz sedasız bir makale yayınlandı [*]. E. Fuller Torrey ve Robert H. Yolken imzalarını taşıyan makale savaşın ve Nazi zihniyetinin gözlerden uzak kalan bir yanına dikkat çekiyordu.

Nazi yönetiminin Avrupa Yahudilerini sistematik bir biçimde ortadan kaldırma çabaları iyi bilinmektedir. Ancak Naziler toplumlarını saf hale getirmek, düzeltmek adına bir tek Yahudilerden kurtulmaya çalışmamıştı. Nazi saldırganlığı ve katliamı, devrimcilerden Çingenelere, direnişçilerden eşcinsellere kadar farklı kesimlere uzanmaktaydı. Nazilere göre ise hepsinin ortak bir noktası vardı: Toplumu bozmaktaydılar. Nazilerin toplumu bozan bir toplam olarak gördükleri bir diğer kesim ise kronik akıl sağlığı sorunu yaşayan kişilerden oluşmaktaydı. İşte söz konusu makale Nazilerde tarafından katledilen bu kesime dair ilk kez yayınlanan bir bilimsel çalışma olarak önem taşımaktadır.

Çünkü Nazi yönetimi kronik akıl hastalığı olan kişileri (yazarlar şizofreni hastalarına odaklanmakla birlikte bu kesim zekâ özürlüleri, şizofreniye benzeyen belirtiler gösteren diğer psikotik bozukluk hastalarını da kapsamakta) 1934 ile 1945 arasında oldukça sistemli bir biçimde kısırlaştırdı ya da öldürdü.

Söz konusu yıllarda ve yirminci yüzyılın başında şizofreni gibi hastalıkların Mendel genetiğine uygun bir kalıtım gösterdiği geniş kabul görebilen bir düşünceydi. ABD’de ve Avrupa’da hâkim olan bu görüşe göre şizofreni çekinik bir kalıtımla kuşaktan kuşağa aktarılmaktaydı. Bu nedenle, çalışmaları Rockefeller Vakfı tarafından da desteklenen Alman Ernst Rüdin örneğin, şizofreni hastalarının çocuk sahibi olmaması gerektiğini savunmaktaydı. 1935’de ABD’ye göç eden bir diğer doktor, Franz Kallmann, ise şizofreni hastalarının tüm yakınlarının inceleme altına alınmasını ve küçük anormallikler saptananların kısırlaştırılmasını savunmaktaydı. Benzer iddia ve tavırlar ABD’de ya da diğer Avrupa ülkelerinde öjeni akımı olarak kendisine yer bulmaktaydı. Hatta ABD’de daha 1930'lara gelmeden yirmiyi aşkın eyalet kronik akıl hastalığı olan kişilerin kısırlaştırılmasını yasal bir zorunluluk haline getirmişti.

Almanya ise benzer bir yasal düzenlemeyi (Kalıtsal eksikliklerle giden nesillerin önlenmesi hakkında kanun) 1933’te kabul etti. Yasa çıktığında Hitler hükümeti sadece 6 aydır işbaşındaydı. Yasanın bir amacı oldukça kalabalık olan akıl hastanelerinde yeni hastalar için yer açmak olarak görülmekteydi. Ayrıca ekonomik anlamda sıkıntılı günler yaşayan Alman hükümeti de bazı masraflardan kurtulmuş olacaktı.

Almanya’da psikiyatri hastanelerindeki hastaları kısırlaştırmanın da ötesinde öldürme düşüncesi ise daha eskilere dayanmaktaydı. Ekonomik kazanım vurgulanmakla birlikte tartışmalar değerli olan ve olmayan insan hayatı merkezinde odaklanmaktaydı. Şizofreni hastaları zihinsel açıdan ‘ölü’ olarak nitelendiriliyor ve sözkonusu değersiz hayatın sona erdirilmesi hem bakımverenler hem de toplum açısından bir kazanım olarak görülüyordu.

Bu tartışmaları referans alan Nazi yöneticileri Polonya işgalinden sadece birkaç ay önce, Temmuz 1939’da “değersiz hayatların tıbbı yöntemlerle ve acısız bir biçimde sona erdirilmesi” isimli bir yasa taslağı hazırladılar. Taslak akademisyenler ve psikiyatristler arasında tartışmaya açıldı. Büyük çoğunluğu tıbbi sona erdirmeden yana olan kişilerin görüşleriyle de taslak desteklendi.

Ve ilginç bir tarihte, Polonya işgalinin başladığı gün olan 1 Eylül 1939’da Hitler, Aktion T-4 isimli programın başlaması emrini verdi. Ekim ayında Almanya’daki tüm hastane yöneticilerinden hastanelerinde yatmakta olan her bir hastanın tanısı ve işe elverişliliği hakkında görüş istendi. Toplanan bilgi formları bir komisyonun değerlendirmesinden geçtikten sonra ise öldürülmek üzere 70.000 hasta seçildi. Bu sayı o dönemde Alman nüfusunun 1/1000’ine karşılık gelmekteydi.

Tıbbi yöntem olarak duş salonu biçiminde düzenlenmiş kapalı bir odaya karbon monoksit verilmesi yöntemi seçildi. Ocak 1940’ın ilk günlerinde ilk 20 hasta, hastanelerinde inşa edilen bu odalarda ‘duşa’ gönderildi. Yöntem çok başarılı bulundu ve kısa sürede Almanya genelinde duş odası olan hastane sayısı altıya çıkarıldı. Özenli kayıtlar tutuldu ve uygulama konusunda merkezler birbirleriyle yarış içine dahi girdi. Örneğin bir merkezde duşa gönderilen on bininci hasta, işlemde görev alanların yer aldığı bir kutlama seremonisi eşliğinde ölüme gönderildi. Ölenlerin altın dişleri toplandı ve programı finanse etmek için kullanıldı. Ağustos 1941’e gelindiğinde toplam 70.273 hasta öldürülmüş ve yakılmıştı.

Başlangıçtaki hedefler tutturulunca Aktion T-4 durduruldu. Nisan 1941’den itibaren, altı merkezden seçilen elemanlar daha önemli ve daha büyük bir programda görevlendirilmek üzere seçildiler. Bu personeller (doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar, sekreterler vb.) psikiyatri hastanelerinden toplama kamplarına sevk edildiler. Böylece Almanların kronik akıl hastalığı olan kişilerden kurtulma yöntemi Naziler tarafından istenmeyen herkese uygulanacak bir programa evrildi.

Aktion T-4 resmi olarak 1941 ortalarında sona ermiş olsa da şizofreni hastalarına yönelik uygulamalar savaş boyunca farklı yöntemlerle (aç bırakma, öğünlerindeki kaloriyi azaltma ya da yüksek dozda morfin verilmesi gibi) devam etti.

Bu öldürme programları o kadar etkiliydi ki örneğin Ağustos 1942 ile Mart 1945 arasında bir akıl hastanesine yatan tüm hastaların yüzde 92’si ölmüştü. Yemekten mahrum bırakma gibi yöntemler dışında ise bazı hastanelerde şizofreni hastalarının öldürülmesini doğrudan bizzat SS birlikleri üstlendi. Örneğin kayıtlara göre SS subayları hastane binasını karargâh yapmak istedikleri için Pomerania’daki 3000 hasta kurşuna dizildi.

Yazarların bir başka kaynaktan aktardıkları gibi ‘psikiyatri hastalarının Almanya’da kısırlaştırılması ve öldürülmesi, modern toplumlarda psikiyatri hastalarına yönelik uygulanan en sistematik, en kapsamlı ve en programlı proje’ olarak tarihe geçti.

Peki, toplam kaç kişi öldürüldü ya da kısırlaştırıldı? Ve bu programın şizofreni hastalığının daha sonraki dönemlerdeki yaygınlığı üzerine nasıl bir etkisi oldu? Yazarlar bu sorulara da bilimsel bir yanıt bulmaya çalışmışlar.

Yazarların kayıtlara dayanarak verdiği tahmine göre 1934-1945 arasında Almanya’da tıbbi kurumlarda toplam 600.000-675.000 kişi kısırlaştırıldı ya da öldürüldü. Yine tahmini olarak kısırlaştırılanların 132.000’i ve öldürülenlerin 100.000-137.500’i şizofreni ya da benzer bir psikotik bozukluk hastasıydı. Buna göre 12 yıllık süre içinde Almanya’da yaklaşık 270.000 şizofreni hastası kısırlaştırılmış ya da öldürülmüş oldu.

Yazarlar makalelerinde ilginç bir noktaya daha dikkat çekiyorlar: Savaş öncesi rakamlarla karşılaştırıldığında söz konusu rakam (kısırlaştırılan ya da öldürülen hasta sayısı) Nazilerin iktidarda kaldıkları süre boyunca Almanya’daki şizofreni hastalarının hemen hemen tamamının aynı yazgıyı paylaştıkları anlamına gelmektedir. Yani savaş sonrası dönemin ilk yıllarında Almanya, muhtemelen tarihte şizofreni hastalığının en çok azaldığı ilk toplumdu.

Peki, sonra ne oldu? Yani Naziler ve onları önceleyen ideologları haklı çıktı mı? Alman toplumu bu hastalıktan kurtuldu mu? Şizofreni hastalığında sadece genetik etkenler rol oynasaydı haklı olabilirlerdi. Ama artık iyi bilinmektedir ki şizofreni gibi psikotik bozukluklarda genetik yatkınlık ancak bazı çevresel koşulların varlığında etkide bulunabilmektedir. Genetik yatkınlığın yansıra çocukluk çağında zorlu yaşam olayları (örneğin erken ebeveyn kaybı), anne karnında beslenme yetersizliği (örneğin annenin vitamin depolarının yetersiz olması), kentsel bir yerleşim biriminde doğup büyümek (özellikle toplum içi ilişkilerin dağıldığı ve çözükleştiği semtlerde) gibi çevresel etkenler gerekmektedir.

Aktion T-4 o kadar etkili oldu ki savaş sonrası yıllarda Almanya’da şizofreni diğer ülkelere göre bir süre düşük kaldı. Ama toplumsal yıkım, siyasi belirsizlik, ekonomik zorluklar ve onarılması imkânsız bireysel trajediler dört bir yanı sarmıştı. İşte o koşullarda büyüyen çocukların bir kısmı savaştan yirmi yıl kadar sonra hastalandılar. Yazarların yapılan çalışmalara dayanarak verdikleri rakamlara göre her yıl yeni şizofreni hastalarının ortaya çıkma olasılığı 1970’li yıllarda Almanya’da diğer ülkelere göre daha yüksekti.

Böylece tarih acı bir biçimde de olsa insanlığı tehdit eden düşünce ve eylemlerin bir kez daha mahkûm olmasını sağlamış oldu. Ama neler pahasına…

* Torrey EF, Yolken RH. Psychiatric genocide: Nazi attempts to eradicate schizophrenia. Schizophr Bull 2010, 36 (1): 26-32.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder