28 Eylül 2014 Pazar

Sol, 12 Eylül ve Travmatik Yas

Yoksulluk ve benzeri toplumsal sorunları istismar ederek harekete geçen komünistler toplumdaki ‘huzur ve sükûn ortamını’ bozmuş, kitle katliamları ve terör hareketleri ortalığı kaplamıştır. Meclislerin ve hükümetlerin etkisiz kalması karşısında artık ikazların da bir işe yaramadığını gören ordu yönetime el koymuştur.[1]

*
Bir kaybın ardından bireyin yaşadığı psikolojik bir uyum süreci olan yas, toplumlar, toplumsal gruplar için de geçerli olabilir mi? Aynı kaybı kolektif olarak eşzamanlı yaşayan bireyler kendi içlerinde tekil keder süreçleri yaşarken taraf oldukları grup da paralel bir psikolojik yas sürecinden geçebilir mi? Ya da birey kaybın ortaya çıkardığı değişikliği ancak yas gibi istemdışı bir tepki ile içselleştirebiliyorsa, bireylerin bir araya gelerek oluşturdukları ama toplamlarından daha farklı bir anlam taşıyan grup, kayıplara nasıl tepkiler üretir, hangi süreç ya da süreçler aracılığıyla kaybedilene uyum sağlar?

12 Eylül darbesi Türkiye solu için ardından yas tutulmasını gerektiren bir kayıp yaratmış mıdır? Tarihi boyunca birçok kayıp yaşayan sol için 12 Eylül farklı bir anlam taşımış mıdır ya da bir farklılık varsa bu nereye dayanmaktadır? Türkiye’de sol 12 Eylül sonrasında aşağılandı, şiddet gördü, yaralandı ama bir yandan da en çok kendisiyle uğraştı. Yas sürecinin aşamalarını, yas sorunlarını 12 Eylül öncesindeki ve sonrasındaki Türkiye soluna uyarlamak ve toplumsal, siyasal, kuramsal sonuçlarının yasla olan paralelliklerini aramak bir yanıt oluşturabilir mi? Bu yazı solun artık belki de geride kalmış bir kederine yine kederin kendisinden yola çıkarak ışık tutmaya çalışıyor.

Ancak daha fazla ilerlemeden yönteme dair zorunlu bir parantez açmak gerekiyor. Aslında psikoloji ve psikiyatri içinde siyasal süreçleri, kendi sınırları içinde ele alan bir altbirim bulunuyor: politik psikoloji/psikiyatri. Ancak yöntem burada bir sorun içeriyor. Bireyler üzerinden tanımlanan psikolojik süreçleri, örneğin Türkiye solu gibi geniş, heterojen, sınırları ve iç ilişkileri değişken kitlesel gruplara uyarlarken yöntemin, siyasal ana hattın üstünü örtme riski bulunuyor. Bir diğer risk ise yöntemin günümüz dünyasında oturduğu yerden kaynaklanıyor. Keza politik psikoloji/psikiyatri daha çok ABD ve Avrupa merkezli enstitülerde ele alınıyor ve bu kurumlar ağırlıklı olarak üzerinde çalışılan toplumların içyapısını çözümleyerek ve olası emperyal açılımlar konusunda nerelerden hareket edilebileceğine dair veri sağlayarak yollarına devam ediyorlar. Yani yöntemin egemen anlayışı oldukça riskli alanlardan çıkıyor ve tabii ki riskli kuramsal çıktılar taşıyorlar. Ancak bu risklere rağmen yöntemin siyasal süreçlere ek girdiler sağlamasını zorlamak gerekiyor, çünkü ilginç kesitlerde örneğin günümüzde Latin Amerika’da ya da 1 Mart tezkeresinde Türkiye’de olduğu gibi kişisel yargılar, psikolojik süreçler tarihte rol oynayabiliyor. Yine de 12 Eylül’ün içeriğine dair bir kez daha hatırlatmada bulunmak kaçınılmaz oluyor: 12 Eylül, öncesiyle ve sonrasıyla, Türkiye toplumuna, Türkiye’nin ilerici birikimine yönelik bir saldırıdır. Hiçbir çözümleme yöntemi bu siyasal ve tarihsel gerçeğin üstünü örtmemelidir.

Gidenin Ardından
Her ne kadar yas basit olarak bir ölümün ardından ortaya çıkan üzüntü hali olarak görülebilse de psikolojik bağlamı daha geniş bir alana oturuyor. “Yas tutma, basitçe herhangi bir yitim ya da değişikliğe verilen psikolojik yanıt, iç dünyamız ile gerçeklik arasında bir uyum sağlayabilmek için yaptığımız uzlaşmalardır. Keder yas tutmaya eşlik eden duygudur ve yaşamımız boyunca karşımıza çıkan alelade kayıplar karşısında keder duyma, tekrarlayıcı biçimde başımıza gelen bir olaydır.[2] Bu anlamda bir nesnenin kaybının uyandıracağı keder ile bir yenilginin, başarısızlığın ortaya çıkaracağı keder, şiddetleri farklı olmakla birlikte benzer oluyor. Çünkü “Birincisi, her kayıp bizi kaçınılmaz bir keder içine sürükler. İkincisi, her kayıp tüm geçmiş kayıpları canlandırır. Üçüncüsü, her kayıp, eğer tam olarak yası tutulabilirse, büyüme ve yenilenme için araç olabilir.[3]

Yas iki aşamalı bir süreç olarak işliyor. İlk aşama olan kriz döneminde inkâr, derin üzüntü ve hatta psikolojik anlamda şok nedeniyle kaybı kabullenme ya da kabullenmeme ön planda yer alıyor. Bu aşamada birbirinin içine geçmiş karışık duygular, tepkiler ortaya çıkıyor. Bu tepkilerden yadsıma ilk şoku emen bir tampon görevi görürken bir yandan da kayıp inkâr edilir. İnkarı dengeleyecek yüzleşmeler ya da vedalaşmalar (ölü evini ziyaret, cenaze töreni gibi) eksik kalırsa yadsıma, yani kaybı kabullenmeme uzayabiliyor. Bölme ise yadsımanın bir türevi olarak zihnin bir yandan kaybı bilmesini ama diğer yandan da yadsımasını anlatır. Pazarlık etme, yitime dair artmış bir farkındalığı temsil eder ve bir iç değerlendirmeyi, yapılabilecek olanların gözden geçirilmesini, direnci, suçluluğu içerebilir. Ancak her ayrılığın iç dünyadaki karşılığı, ‘tehlike’ anlamına gelebilir ki bu nedenle kriz döneminde kaçınılmaz olarak endişe ortaya çıkar. Bu nedenle kayıp, kontrol etme ve öngörme yeteneğine darbe indirip reddedilme ve güçsüzlük duygularını hareketlendirebilir; endişeye, tehlike algısına, isimlendirilemeyen ya da yolunu şaşıran kaygılar, korkular eklenebilir. Bu nedenle bir başka evre olan öfke ise geride kalmaya, bırakılmaya dair ortaya çıkar ve bırakana karşı olan öfke nadiren kabul edilebilir.

İkinci aşamada, yani yas işinde ise sağlanması gereken iç ve dış uyumlar için yitirilenin ne olduğu, nasıl bir anlam taşıdığı değerlendirilir. İlişkinin yüzlerce öğesi anılarda, düşlerde, hayallerde yeniden kurgulanarak kaybın duygusal varlığı zihinde dolaşır durur. Bir ya da iki yıllık süre sonunda, çeşitli yıl dönümlerinin kaybedilen olmadan yaşanmasıyla kaybın iyi yönleri içselleştirilerek (özdeşim) uyum sağlanır. Kaybedilenle ilgili düşünceler artık her gün hatırlanmaz ve bu düşüncelere duygusal olarak yanıt vermez hale gelindiğinde keder sonlanır. Sıklığı azalan hatırlamalar, kaybı bir daha ‘öldürme’ gibi hissedilebilir; ancak aşırı öfke, suçluluk ya da bağımlılık içermeyen ilişkilerde öldürme hissi nedeniyle ortaya çıkacak olan suçluluk, ihanet duyguları da geride bırakılabilir ve ayrılma tamamlanır. Artık kayıp, yokluğu nedeniyle bir acı ortaya çıkarmadan anımsanabilir. Yas çözümlendikçe kayba uyum sağlanır ve zihinsel enerji artar, beraberinde kaybın boşluğunu anlamlandıran bir olgunluk ortaya çıkar.[4]

Bazı sorunlar ise kaybın uyumlu biçimde çözülmesine ve yasın aşılmasına engel olabilir: Ani ve travmalı kayıplarda (intihar, cinayet, trafik kazası, siyasi-ulusal köken nedeniyle öldürülme), kayıp edilene karşı derin bağlılık, suçluluk, utanç, aşağılanma ve çaresizlik duyguları olduğunda, yas tutma kapasitesini zorlayan dış koşulların (duyguların dışavurulmasına kısıtlama getirilmesi, mekânsal ayrılık gibi) varlığında, kaybedilenle ilgili çözümlenmemiş sorunlar bulunmasında, geçmişte daha önceden varolan çözümlenmemiş kayıpla olduğunda yas süreci sorunlu bir hal alabilir. Yas tutmadaki sorunlar sürekli yas halinin yerleşmesine, içe çekilme, az iletişim kurma, benlik saygısında azalma gibi belirtileri olan depresyona, kayba dair yaşanan acılı olayın sürekli hatırlanması, olay yeniden yaşanacakmışçasına tedirginlik duyma gibi belirtileri olan travma sonrası stres bozukluğuna yol açabilir. Bitmeyen yastakiler ilişkiyi yani bir anlamda geçmişteki kendilerine ait zihinsel tasarımlarını sürekli gözden geçirirler. Özellikle katliam, idam gibi yitimle başa çıkılamayacak durumlarda bu gözden geçirmeler hiçbir zaman çözüme ulaşmaz. Anma törenleri düzenlemek, anıtsal yapılar inşa edebilmek çaresizlik duyguları uyandıran kayıpların ardından yasa anlam katarlar ve uyumu, toparlanmayı kolaylaştırırlar; ancak bunların mümkün olmadığı, yasaklandığı, zorla ayrı kalındığı durumlarda yas tamamlanamayabilir ve hatta ağır saldırıların olduğu durumlarda kayba dair değerler, anlamlar parçalanabilir.[5]

Kalanlar
Türkiye solunun tarihi hep kesintili olmuştur; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken, çok partili sisteme geçerken, 12 Mart öncesi ve sonrası ile sol Türkiye’de hep toplumsallaşmanın olanaklarını yeniden ve yeniden aramış ve genellikle zor aygıtının devreye girmesiyle örgütsel, düşünsel yapısı yeniden ve yeniden parçalanmıştır. Bu anlamda 12 Eylül farklı bir yere oturmuyor, yani yine zor aygıtı devreye giriyor ve tutuklamalar, sorgulamalar alıp başını yürüyor. 12 Eylül bu anlamda, kesintilerden en çok 12 Mart ile benzeşiyor. Ancak 12 Mart darbesinin ardından özellikle 1974’ten itibaren toplumsallaşma kanallarını yeniden yaratabilen sol aynı çıkışı 12 Eylül’den sonra yapamıyor, bu anlamda ise 12 Eylül darbesinin Türkiye solunun üzerindeki etkisi daha farklı oluyor. Bu farklılık yani 12 Eylül ile Türkiye solunun yaşadığı tıkanma ne kadarıyla bir psikolojik güçsüzlük, kırılmışlık ve keder olarak okunabilir?

Bir kayıp varsa bu kaybın ne olduğu ve ne zaman başladığı konusunda solun 12 Eylül’ün hemen öncesindeki tablosuna bakıldığında daha fazla fikir sahibi olunabilir. Sol “12 Mart 1971’de yediği ilk darbeden sonra yeniden örgütlenirken, politik hedeflerini zorunlu olarak anti-faşist mücadeleye indirgemesiyle birlikte, bir ufuk yoksunluğu ve kavramsal kısırlık içine düştü.[6] ya da “12 Eylül’ü hazırlayan en önemli koşullardan biri olarak, 1977-78 yıllarına varıldığında, işçi sınıfı hareketinin 60’lı yılların ortalarından itibaren gösterdiği yükselmenin durmuş olduğunu hatırlatmak gerekiyor.[7] Ayrıca 1977 kanlı 1 Mayıs’ı, hemen ardından 1978’de başlayarak artan faşist saldırılar, toplumunun sol siyasal mücadeleyle olan ilişkisini zayıflatmıştır. Çok somut olarak 12 Eylül öncesinde profesörden gazeteciye, emniyet müdüründen militanına, savcısına kadar 2109 sol düşünceye sahip insan öldürülmüştür.[8] Diğer yandan artan saldırılara rağmen sıkışan Türkiye nesnelliğinde sol, yaygın ve çeşitli bir örgütlülüğe kavuşmuş, sokakta ve aynı anlama gelmek üzere ülkede belli bir meşruiyet sağlamıştır ama toplumun karşısına “alternatif bir toplumsal düzeni savunan, bütünsel bir dünya görüşüyle pozitif program ve taktiklerle ortaya çıkamamış[9] yani son adımı atamamış, devrimini yapamamıştır.

Son adımı atamıyor olmak farklı tepkileri ortaya çıkarmıştır. 12 Eylül öncesinde TKP’den İşçinin Sesi, TİP’ten Sosyalist İktidar ayrılırken TSİP bölünür, Dev-Yol, Dev-Sol ayrılığı ortaya çıkar ve birçok başka bölünme yaşanır. Ayrışmalar yaklaşanın ne olduğu konusunda solun bir kısmında bir iç tartışma, farklılaşma olduğunu göstermektedir göstermesine ama “TİP, TSİP, TKP yönetimleri ‘yaşanan’dan çok, ‘yaklaşmakta olan felaket’e işaret etmek gerektiğine karar vermişlerdi… TİP, TSİP, TKP yaşananın bilgisine sahip olmakla beraber yaşananın adını koyamadı… Her üç partinin Yurt ve Dünya, İlke, Ürün gibi yayınlarına baktığınızda bırakın yanıtı, sorunun kendisiyle dahi karşılaşamazsınız… TİP, TSİP, TKP bunun için gerekli enerji bulamadı. Kaybettiklerini hissetiler ve hiçbir şey yokmuş gibi davrandılar.[10] Ancak kadrolardaki, militanlardaki, sempatizanlardaki duygular daha farklıdır: Örneğin şair Yılmaz Odabaşı 1979’da hukuk fakültesini kazanır “ama en geç bir yıl sonra gerçekleşecek devrimin üniversitelerinde öğrenimini sürdürmeyi yeğlediği için[11] gitmez ve bir yıl sonra içeri alınır.

Anlaşılan o ki solun birçok farklı bölmesinde Türkiye’de olağan olmayan bir dönemin 12 Eylül öncesinde yaşanmakta ve çaresizlik içinde kapanmakta olduğuna dair bir değerlendirme var. Sonuçta hangi sebebe bağlı olursa olsun daha 1980’e varmadan devrim, ulaşılamayan, gitgide uzaklaşılan bir düşe dönüşmüştür.

Yani diğer kesintilerden farklı olarak 12 Eylül’ün hemen öncesi Türkiye solu için devrimin yakın olduğuna dair bir öngörü yaratıyor; kurtarılmış bölgeler, Tariş direnişi, faşizme karşı mitingler, Fatsa örneği, örgütsel genişlemeler bu dönemde yaşanıyor ve sonra devrim öngörüsünün hakkı verilemiyor, dönemin kaybedilmekte olduğu daha 12 Eylül darbesi olgunlaşmadan belirginleşiyor. O zaman bu kaybın ani olduğunu söylemek mümkün olmamaktadır. Mümkün olan ise Türkiye solunun kaybedilen fırsatın, devrimin kederini daha 12 Eylül öncesinde yaşamaya başladığı olabilir. Bu nedenle 12 Eylül’ü Türkiye solu için günümüze kadar ulaşan yansımalarıyla yaralayıcı yapan, darbenin ani ve travmatik olmasından çok yaklaşmakta olana müdahale edememek, çaresizlik, kayıpta doğrudan bir sorumluluk taşımak olabilir.

Burada bir ayrıştırma yapmak zorunlu oluyor. Türkiye solu içinde bazı bölmeler, gelen karşı devrimci dalgayı görmüş ve farklı örgütsel, kuramsal arayışlara yönelmiştir; kopmalar, yeni yayınlar, örgütlenmeler bunu gösteriyor. Ancak yine de Türkiye solunun tamamı inisiyatif kaybetmeye devam etmiştir. İnisiyatif kaybederken bir yandan da daha öncesinden taşıdığı eksiklikleriyle uğraşmıştır. Çünkü “12 Mart askeri darbesi ile gelen 3-4 yıllık aradan sonra Türkiye sosyalist hareketi yeni bir yükseliş-kitleselleşme dönemine girmiştir. Ancak, genel olarak sol düşüncenin daha geniş kesimlere ulaşması gerçeği bir kenara bırakılacak olursa, 1975-80 dönemine, 1961-68 dönemindekine benzer bir düşünsel canlılığının ve arayışçılığın eşlik ettiğini söylemek mümkün değildir.”[12] Yani Türkiye solu eksikliklerinin daha da büyümesini önleyemeden toplumsallaşmış ancak yine eksiklikleri nedeniyle toplumu devrimci bir kalkışmaya taşıyamamıştır. İnisiyatif kaybederken 12 Eylül’e dair psikolojik bir hazırlık dönemi bile yaşayamamış ve sonrasında süreç sorunlu hale gelmiştir. 12 Eylül öncesinde Türkiye solu genel anlamıyla kaybetmiştir ve kaybettiğini izlemek zorunda kalmıştır. Daha 12 Eylül öncesinde beliren kederin üstüne darbeyle birlikte yaşanan saldırıların beklenmedik boyut ve kapsamda olması, travmatik etkiler taşıması eklenmiştir. Darbe, bu anlamıyla ani ve örseleyici olmuştur.

İzlemek, darbe sırasında ve sonrasında geniş bir moral gücü eksikliği, çaresizlik ise kendine dair bir suçluluk hissi ortaya çıkarmıştır. Geçmişe yönelik müdahale edememe, çaresizlik ve suçluluk duyguları nedeniyle Türkiye solunun ana gövdesi karşıdevrimi yadsımıştır; 12 Eylül sonrasında birkaç küçük direniş dışında büyük çaplı bir karşı duruşun örgütlenememiş olması ya da darbenin ardından gelen karşılıksız demokrasi arayışlarını aslında bu yadsımanın bir diğer anlamı olarak görebiliriz. Türkiye solu kendini bölmüş, kendine öfkelenmiş, kendini inkâr etmiş ve sonra da geçmişle olan ilişkisine dair inkârcı bir aşamaya gelip takılmıştır. Yas tutma kapasitesini zorlayan dış koşulların etkisiyle yas uzamış, kaybın yarattığı darbenin öngörülemez ve kontrol edilemezliği karşısında hissedilen güçsüzlük geriye dönük ‘Başak türlü davransaydım, neden engel olamadım?’ biçiminde sorgulama ve suçlanmalara yol açmıştır. Birçok belirti bir araya gelip neredeyse bir hastalık oluşturmuştur. ‘12 Eylül Sonrası Sendromu’nun belirtilerini Bülent Somay şöyle tanımlıyor: “(1) Birey terimiyle kamufle edilen ‘ben’i her şeyin merkezine koymak; (2) Sosyalizm ve Marksizm kavramlarının radikal ya da utangaç reddi; (3) Bu reddin ve yeni gündeme gelen ‘birey/ben’ merkezliliğin keskin, ‘en doğrusunu ben bilirim’ tavrıyla, imanla, eleştiriye kapalı bir şekilde savunusu.” ve ekliyor “12 Eylül Sonrası Sendromu’nun temel özelliği ‘dogma’nın değişmeden kalması, yalnızca dogmacıların iman cephesinden red cephesine geçmiş olmalarıdır.[13] Aslında tüm belirtiler içe kapanmayı, inkârı ve uyum arayışını işaret ediyor.

12 Eylül’e yanıt olarak güçlü ya da güçsüz ama yaygın olan bir halk direnişi örgütleyebilen bir Türkiye solu hiç kuşkusuz çok daha farklı olacaktı; en azından kayıpla vedalaşmayı, hesaplaşmayı ve yas için kendi içinden enerji yaratmayı sağlamış olacaktı. Belki de kendini bu kadar yargılayıp inkârı doğrudan kendi varlığına yöneltmeyecekti. Ama direniş yerine tüm ülkede ortaya çıkıveren sessizlik tablosu varolan derin kederin de belirtisi gibi okunabilir. Ayrıca Türkiye solu için anmalar, törenler, anıtlar inşa etme gibi uyum araçları, yasaklar ve şiddet nedeniyle mümkün olmamıştır. Bunun yanı sıra solun birçok kadrosu (sempatizanından, yöneticisine kadar) ya içeriye tıkılmış, tutsak edilmiş ya da dışarıya zorunlu bırakılmış, mülteci edilmiştir ve süreç daha karmaşık hale gelmiştir.

Hep Eksik Kalan
1974’te toparlanabilen sol bu kez 1984’te ya da izleyen yıllarda neden benzer bir yükselişi gerçekleştirememiştir? Öncelikle 1974’teki solun, yıkım çözümlendikçe enerjisinin arttığı ve uzamış bir yasta takılıp kendi içine gömülmek yerine varolan siyasal, düşünsel kaynaklarından olgunluk ve eşduyum çıkardığı söylenebilir.* 1985 sonrasında ise örgütsel toparlanma arayışları baskın hale gelse de öncelikle “12 Eylül darbesinin etkilerinden sıyrılmaya başlayan sol, bu kez ezberini bozan bir dünyanın ve Türkiye’nin içine yeniden doğmak zorunda kalmıştır.[14] İçine doğduğu ise toplumu ve dünyayı değiştiren neoliberal sağ politikalar olmuştur. “80 sonrasında Türkiye’yi bir sis kapladı; birçok şey görünmez oldu. Sisin örttüğü insanlardı, ilişkilerdi, nesnelerdi. Sis dağıldığında, her şeyin net birer görüntü haline geldiğini fark ettik. Bakılanla kurulan ilişki aslen bir seyir ilişkisine, sözün kendisi bir vitrine dönüştü.[15] Sol içeriye ya da dışarıya tıkılırken toplum ise geliri düştükçe evine çekildi, bireyler birbirinden koptu ve eve tıkıldı. Bu çeşitli tıkılmaların bir diğer anlamı da solun toplumla olan temas yüzeylerinin daralması oldu. “80’lerin ilk yarısına darbenin, baskının, şiddetin; ikinci yarısına görece özgürleşmenin, daha modern, daha sivil bir iktidarın damgasını vurduğu söylenebilir. Bu iki strateji 80’ler boyunca hiçbir zaman birbirinin yerini almadı; her birini çağıran, etkili olabilmek için birbirine ihtiyaç duyan, meşruluklarını birbirine borçlu biçimler olmayı sürdürdüler. İlkinin bastırdığını ikincisi kışkırttı, dönüştürüp içermeye çalıştı. İkincisinin kışkırttığını ilki bastırmaya çalıştı.[16] Bastırılan bir yandan da toplumun örgütlü siyaset kanallarıydı, yani emekçilerin kendi yaşam koşullarından başlayarak tüm toplumu dönüştürecek bir canlılığı ülkeye yaymalarıydı. Tabii ki bu kanalların kapatılması söylem zenginliği, sözün yasaklanması ve söz patlaması, özgürlük vaadi, kültürel çoğullaşmayla birlikte yol alıyordu. Bu yeni toplumsal doku, imkânlar dünyasında hep daha fazlasını isteyen ama istekleri hep belli sınırlar içinde eriyen bu yeni toplum, sosyalist hareketin eski meşruluğunu kaybetmesi, kendi içine dönmesiyle beraber ortaya çıkmıştır. Ya da 12 Eylül’ün toplum üzerindeki dönüştürücü hedefini gerçekleştirebilmesi ancak solun, sosyalist siyasetin içine kapanması, kapatılmasıyla mümkün olabilmiştir. Bu aynı zamanda kadrolara, sempatizanlara iç muhasebe döneminin daha fazla derinleşmesi olarak yansımıştır ve topluma seslenemeyen solun kendi içine suçluluk, çaresizlik salgılamasına yol açmıştır. Tutulamayan, liberalizmin yeni toplumu tarafından da kabul edilmeyen, yok sayılan yas ancak farklı yollardan ifade bulabilmiştir ve geçmişten kalan eksikliklerle buluşmuştur.

Bu sırada tamamlanamayan ve uzayan yas süreci başka kayıplarla da çakışmıştır. 1985’ten itibaren hem partileşmeye yönelen sol için hem de kamu emekçileri hareketliliğiyle, madenci eylemleriyle evlerinden yeniden çıkmaya yeltenen emekçiler için arayışların yeniden başlar gibi olduğu dönemde reel sosyalizm çözülmüştür ve çözülüşün popüler ifadesi “Gördük işte!”olmuştur. Sol bir kez daha huzur isteyen toplum karşısında huzursuzluk yaratan ve sonunda cezasını çeken olmuştur. Ayrıca solun gücünü toplamakta geciktiği, kendi içinden dışarıya dönmekte zorlandığı bir kesitte Kürt hareketindeki güçlenme solun yetişmekte zorlanacağı, eksik kalacağı bir alan daha çıkarmış ve suçluluk hissini alevlendirecek bir kayıp imgesi daha yaratmıştır. Yani başını kaldıran sol aslında bir bütün olan ama farklı yönlerden gelen, yetişmek ve kapatmak zorunda kaldığı başlıklarla karşılaşmıştır. Aradaki açı teorik alanda söylem çokluğu ile kuramsal derinleşememenin yeniden üretilmesine neden olmuştur. “Soldaki tıkanıklık esas olarak 12 Eylül darbesinin ya da sosyalizmin çözülüşünün değil, Türkiye sol hareketinin iç evriminin, içsel zayıflıklarının ürünüdür… Eylül terörü ve sosyalizmin çözülüşü bu iç zayıflıkların üstüne gelmiş ve üç etkenin birleştiği noktada Türkiye sosyalist hareketi büyük bir likidasyon boşluğuna düşmüştür.[17] Yani sol bir diğer darbeyi de yine psikolojik olarak hazırlıklı olamadığı, yenilgi ve suçluluk, değersizlik ve özgüven eksikliği gibi duygularını üzerinden atamadığı 1985 sonrasında yemiştir.

Kapanmayan
Haklı olana değil de güçlü olana hayran bir toplum. Dayanışma, paylaşma ve adalet gibi değerlere sanki bir zamanlar hiç sahip olmamış bir toplum. Ve bir milat: 12 Eylül 1980, öncesiyle ve sonrasıyla bir karşı devrim. Türkiye solu 12 Eylül darbesi ile önemli bir kayıp yaşamıştır. Dış koşullar, ülkesinin koşulları duygularını yasaklamıştır, kederi dile gelmekte zorlanmıştır. Kendi koşulları, çözümlenmemiş sorunlarını geleceğe yeniden taşımasına yol açmıştır. Hesaplar, hesaplaşmalar bir türlü solun kederini dindirmeye yetmemiştir. Kederi darbeden önce başlamış, ancak darbenin şiddetiyle birleşince yas tutmadaki sorunlar sürekli yas halinin yerleşmesine, içe çekilmeye, benlik saygısında azalmaya yol açmıştır. Sol, solculuk, yani eşitlik, özgürlük ve kardeşlik isteği aşağılanmış, değişen dünyada arkaik kaldığı söylenmiştir. Türkiye solu yineleyen bir çaresizlik içinde hep dönüp kendine bakmıştır ve öfkesini, inkârı sıkça kendi varlığına da yöneltmiştir, kendini sevmekte zorlanmıştır. Bu zorlu süreç, solun dünya ölçeğinde yaşadığı geri çekilmeyle ve Türkiye solunun güçsüzlüğüne karşıt daha büyük bir genişliğe ulaşan Kürt yoksullarının mücadelesiyle birleşince varolan güvensizlik kendini yeniden ve yeniden üretmiştir.

12 Eylül döneminin belirsiz günlerinde sol uzunca bir süre içine kapanmış, kapanmak zorunda kalmış, kendini sorgulamış, kendini suçlamıştır. Bu içe kapanmayı aralamaya başladığında ise ne ülkesini ne de dünyayı eskisi gibi bulabilmiştir. 12 Eylül komutanlarının, darbe destekçilerinin en büyük hayalleri herhalde solun toplumsal algıdan tamamen, bir daha ayaklarına dolaşmayacak şekilde silinmesiydi.

Bu konuda ne kadar başarılı oldukları uzun bir tartışmayı gerektirir ama sol Türkiye’de hâlâ ABD’ye en çok gerektiği bir zamanda tezkere reddettirebiliyorsa, yaşadığı yıkıma, eksiklerine, hep dönüp geriye bakmasına ve bu nedenle de kendisine güvenmek konusunda bocalamasına sebep olan yaralayıcı geçmişine rağmen günümüzdeki partileriyle, dernekleriyle, eylemleriyle toplumsal algıda kendine yer açabiliyorsa darbecilerin olası bir başarılarından yine de şüphe etmek gerekiyor ve Türkiye solunun tutamadığı yasına dair kapanmayan bir hesabı varsa özellikle yitimle başa çıkılamayacak durumlarda bu hesap sormanın hiçbir zaman için tam anlamıyla çözüme ulaşmayacağını düşünebiliriz. Ama yine hatırlatmakta fayda var: Yapılanlara rağmen sol bu topraklardan kazınamıyor ve 12 Eylül bu kazıma girişiminin en şiddetli noktası olarak tarihte hak ettiği yeri er ya da geç bulmayı bekliyor.

Birikim, Ekim 2005, sayı 198, sf. 79-84

---------------------------------

Değiniler
[1] 12 Eylül Öncesi ve Sonrası (MGK Genel Sekreterliği tarafından hazırlanan bu kitap, o dönemde toplam 40000 adet basılmış); aktaran Koç, Ferda.1989. Çuvaldaki Mızrak, Türkiye Sorunları Dergisi, Alan Yayıncılık, sayı 2, sf.23

[2] Volkan, Vamık ve Zintl, Elizabeth. 2003. Gidenin Ardından, çev. Işıl Vahip, Müge Kocadere, sf. 2

[3] Volkan ve Zintl. 2003. A.g.e., sf. 3

[4] Volkan ve Zintl. 2003. A.g.e., çeşitli sayfalar

[5] Volkan ve Zintl. 2003. A.g.e., çeşitli sayfalar

[6] Somay, Bülent. 1997. Geriye Kalan Devrimdir, Metis Yayınları, sf. 65

[7] Savran, Sungur. 1987. Toplumsal Mücadeleler, Askeri Müdahaleler, 11. Tez içinde, sayı 6, sf. 153

[8] Savunma 12 Eylül’ü Yargılıyor. 1989 (Devrimci-Yol davasında yapılan toplu savunmadan bir bölüm; savunmacılar aynı dönemde öldürülen sağ görüşlü insan sayısını 1286 olarak veriyor), Türkiye Sorunları Dergisi, Alan Yayıncılık, sayı 2, sf. 40

[9] Yurtsever, Haluk. 1992. Marksizm ve Türkiye Solu, Sorun Yayınları, sf. 227

[10] Okuyan, Kemal. 2001. Sosyalizm Mücadelesinin Neresindeyiz?, Gelenek, sayı 66, sf. 12-13

[11] Odabaşı, Yılmaz. 1998. Cehennem Bileti, Cem Yayınevi, 2. basım, sf. 75

[12] Çulhaoğlu, Metin. 2004. Dört Gösterge Işığında Türkiye Sosyalist Hareketi, Sürekli Kriz Politikaları, Türkiye’de Sınıf, İdeoloji ve Devlet içinde (haz. Neşecan Balkan, Sungur Savran), Metis Yayınları, sf.181

[13] Somay, Bülent. 1997. A.g.e., sf. 30 ve 34

* Gün Zileli’nin 1974 çıkışını başlatanları İsa’nın ölümünün ardından İsa’nın öğretisini yaymaya girişen Havarilere benzetmesi hatırlanabilir.

[14] Çulhaoğlu, Metin. A.g.y., sf. 182

[15] Gürbilek, Nurdan. 1993. Vitrinde Yaşamak, Metis Yayınları, 2. basım, sf. 25

[16] Gürbilek, Nurdan. 1993. A.g.e., sf. 7-8

[17] Yurtsever, Haluk. A.g.e., sf. 231

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder