18 Eylül 2014 Perşembe

Kâğıt Bardak, Kâğıt Mendil*

Mehmet, Gülabi ile Dil-tarih'in avlusunda. Sene büyük ihtimalle 1996...
Şu fani hayatta tanıdığım az sayıdaki Bakhtinyen insanlardan bir tanesiydi Mehmet; şenlikli, şölenliydi. Hayatı bir karnaval haline getirirdi. Uğraştığı, ilgilendiği, elinin değdiği her şey, her an, bir şenliğe dönüşüverirdi. Dostumdu, sesi aklımın bir köşesinde hep yankılanan bir dostumdu.

Hatta, aklım beni yanıltmıyorsa, tanışmamız bile şenlikliydi: Sanırım 1996 yılıydı. 1997 de olabilir, tam emin değilim. 1 Mayıs da olabilir, bir başka eylem, yürüyüş, miting de... Ama Ankara'da Sıhhıye meydanına yürünen bir miting vardı. Sıhhıye'deki tren köprüsünün hemen altına yakın bir yerde durmuş alana doğru ilerleyen kortejlere bakıyordum. Bayraklar, flamalar, pankartlar, sloganlar geçiyordu önümden. Köprü altında sesler yankılandığı için her kortej köprüye yaklaştıkça daha yüksek sesle bağırmaya başlıyordu. Dolayısıyla coşku da artıyordu. Ekiplerden bir tanesi köprüye yaklaşınca Dil-Tarih'in önünde bir süre durdu. Üzerinde herhangi bir yazı, amblem olmayan kızıl bayraklar taşıyorlardı. Sonra 'devrim' diye bağırarak aniden koşmaya başladılar. Gençlik ateşi, cümbüş ve sloganlar kaplamıştı ortalığı. İşte o sırada bir kızıl bayrak sopasından çıkıp havada dalgalanmaya başladı ve sonra da süzüle süzüle önüme düştü. Flamanın taşıyıcısı ise koşturarak çoktan köprüyü geçmiş ve alandaki kalabalığa karışmıştı.

Yerdeki kızıl bayrağı ne yapacağımı düşünürken birisi seslendi: "Şişşt, şişşt... Çocuk! Bakıp durma! Al bayrağı yerden!" Bir an tereddüt ettikten sonra bana seslenen kişinin yüzündeki sevecen muzipliği görünce aldım bayrağı yerden. "Bayrak yere düşmemeli çocuk!" diyordu hem ciddi hem de ironik gülümsemesiyle. Baktım, bir pankartın ucundan tutuyor. Üstünde 'Tiyatro Hareketi' yazan bir pankart. Kafamı sallayıp gülümsedim ve elimde kızıl bayrakla pankartın arkasına geçtim ben de. Dört ya da beş kişilerdi. "Ben" dedi bana yarı muzip gülümsemesiyle bayrağı yerden aldıran ses, "Ben, Mehmet." İşte böyle şenlikli tanışmıştık O'nunla, Tiyatro Hareketi'yle. Ve o bayrak hâlâ durur bende, yere düşmesin diye...

Sanırım miting sonrasında bir-iki yıl karşılaşmadık Ankara'da. Gel zaman, git zaman gönül kontenjanından Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü'ne kaydoldum ve sanırım daha okulun ilk günü Mehmet'le yeniden karşılaştık. Tiyatro Kuramı bölümündeydi. Ben onu hatırlamıştım, O da beni. "Sokak tiyatrosu yapıyoruz biz. Bir ara uğrasana." demişti. Hakikaten de bir ara  Kıbrıs Caddesi boyunca, elimde ev adresinin yazılı olduğu bir kağıtla uzun uzun yürümüştüm. Ve bulmuştum Seda ve Çiğdem'le birlikte yaşadıkları evi. Kapıyı Çiğdem açmıştı. Çekingen bir sevinçle merhabalaşmıştık, Ankara'nın odaları salona açılan, siyah-beyaz filmlerden kalmış kareleri andıran apartman dairesinin eşiğinde. Mehmet salondaki çekyatlardan birisine uzanmıştı. Yüzünde beyaz bir mask vardı. Ortopedik alçı sargısından -ki salonda hangi hastaneden yürütüldüğü belli olmayan epeyce ortopedi sargısı vardı- maskeler yapıyorlardı, Mehmet'in yüzünde. Konuşmuyor ve tüm ciddiyetiyle yüzündeki ıslak maskenin kurumasını bekliyordu. Maske kuruyacak ve süslenecekti.

Duvarlarını rengarenk maskelerin süslediği o eve takip eden 2-3 yıl boyunca çok gidip geldim. Beni, sağolsunlar dostlukla, şenlikle ağırlıyorlardı. Bir aile gibi... Her yazdığımı beğenerek dinlerlerdi. Sunay Akın'dan esinlenip -hatta aşırıp- Nâzım Hikmet üzerine tatlı, çocuksu bir anlatı yazmıştım örneğin. Hâlâ unutmam, sanki büyülenerek dinlemişlerdi. Ve bir de rakılı bir gecede Cemil Kavukçu'dan okuduğum Aslangöz'ü.

İşte o evde dinlemeye başlamıştım ben de Mehmet'i. Oyunlarını, öykülerini, şiirlerini, hayata yönelttiği sivri dilini ve değdiği yerleri rengarenk yapan coşkulu bakışlarını... Tutku doluydu. "David Mamet diye bir adam var, Tolga. Bir başka..." derdi örneğin. Sonra "Esas kahraman Sancho Panza'dır" derdi. Don Kişot'u yanlış okuduğumuzu, Che'yi, Deniz Gezmiş'i, ezilenleri, devrimi arayanları esas temsil edenin Sancho Panza olduğunu söylerdi. Sonra oturdu Sancho Panza'nın değişimini anlatan bir oyun yazı. Ve o oyunu kimsenin uğramadığı köylerde dahi oynadı. Tabii ki Mehmet o köye gittikten sonra o köy bir başka oldu, şenliklendi...

Oyunlar, şiirler, öyküler demişken, pek bilinmez belki ama aklımda kalan iki öyküsü vardır özellikle. Bir tanesinin adı "Cenazemiz Var" idi. Gecelerce içinde yaşamıştı öykünün Mehmet. "... düşününce ne oldum biliyor musun?" diye anlattığı her paragrafı biz de yaşardık onunla birlikte. Bir masaüstü Mac almıştı o zamanlar, ikinci el. Bir tek Mehmet için değil, bizim için de büyülü bir klavyeydi artık o Mac. Çünkü sevdi mi sevgisi herkese bulaşırdı Mehmet'in.    

Aklımda hâlâ dolanıp duran ikinci öyküsü ise "Kâğıt Bardak, Kâğıt Mendil"dir. Benim de en çok sevdiğim öyküsüdür. Bir gencin gözlerindeki ihtiyarlığı, vazgeçmişliği ve bir ihtiyarın gözlerindeki gençliği, diriliği, hevesi başka hiç bir öyküde bir daha öyle çarpıcı okumamışımdır.

İçine girdiği yeri bir anaforcasına sallar, hoplatır, zıplatır ve yeni bir biçimde yeniden yerine oturturdu Mehmet. Kendi rüzgârı herkesi çeker çevirirdi. İşte yine böyle balıklama daldığı bir mimarlık ofisine bizi de çekmişti: Gece Yayınları'nı yeniden ayağa kaldırmak için. Olmayacağını belki de daha en baştan bildiğimiz bir serüvene bizi de katmıştı, Mehmet. Altı, yedi ay boyunca koşturup durmuştuk Vecdi Abi'nin ofisinin içinde. Depoya kaldırılmış kitapları tek tek elden geçirip ciddi literatür taramaları yapmıştık. Ne basılır ne basılmaz diye kafa yoruyorduk artık gece ve de gündüz. Hatta hiç unutmam İletişim Yayınları'nın dahi kapısını çalmıştık, Tanıl Bora ve Ahmet Çiğdem'den akıl fikir almak için. Mehmet'in elinde koca bir dosya, biz de rüzgârına kapılıp dolaşmıştık yayıncılık dünyasında.

Bir de yoldaşlık vardı, Mehmet'le üstünde bir türlü anlaşamadığımız. Sonra sonra anlamıştım ki Mehmet için devrim, yoldaşlık, sosyalizm hep şenlikli bir eylemdi. Bakhtinyenliği orada da vardı ve ben bunu bir türlü anlayamamıştım. O zamanlar... Sonra beş altı yıl kadar önce İstanbul'daki bir 1 Mayıs'ta yan yana geldik, şenlik alanında. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde tiyatro dersleri veriyordu, heyecanla, coşkuyla... Eli omzumda, "Tabii ki yoldaş olduk, oğlum!" demişti, yine muzip ve ironik gülümsemesiyle.

Dediğim gibi Mehmet, sesi aklımın bir köşesinde hep yankılanıp durmuş dostlarımdandı. Uzun zamandır sadece telefonlaşırdık, ara ara. Hayat telaşı diyelim, ayrı düşmüşlük diyelim. Çocuklardan, hayattan, neler yapıp ettiğimizden bahsederdik. Hatta bir telefon görüşmemiz sonrası, O İzmir'deyken görüşecek bile olmuştuk; olmamıştı. Sonra geçen gün Çiğdem haber verdi; söylemeye dili varmaya varmaya... Kalbi durmuş Mehmet'in. O şenlikli, Bakhtinyen yüreği durmuş...

Sesi geldi aklıma hemen. Çoşkulu, dost canlısı, sevecen, muzip... "Şişşt, şişşt... Çocuk! Bakıp durma! Al bayrağı yerden!" diyen...

Dostum... Ah, dostum...

* Kağıt Bardak, Kağıt Mendil, Mehmet Yurdal, Adam Öykü, 28. sayı, Mayıs-Haziran 2000, s. 156-157

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder