24 Eylül 2014 Çarşamba

Sanrısal Fısıltılar Yılkısı

Dimska geldi az önce. On gün oldu ve on gündür hep burada. Şarap getirmiş. Ev yapımı. Nereden bulur bunları? Sağolsun, küçük bir hazine gibi.

İçeriye girince uzun uzun yüzüme baktı. Ağlıyordu. Ağlıyordum. Ellerimden tutup ‘Sen otur biraz!’ dedi. Bir kenara kıvrıldım. Şarap renkten renge giriyor. Kırmızı olurken birden mavileşiyor, sonra sararıp gül kurusu oluyor ve tekrar kırmızı, tekrar mavi… Dimska arada yüzüme bakıyor, bir şey söyleyecekmiş gibi ama susuyor. Belki de senin renkten renge giren şu küçük hazineyi ne kadar çok sevdiğini söylemek istiyordur ama susuyor. Zor geliyor.

Eşyalarını toplamak zor geliyor çünkü. Seni kendimden ayırmak gibi. Hepsini O paketliyor şimdi. Sanki senin ellerini, ellerindeki özeni de getirmiş yanında. Bir yandan gözyaşlarını siliyor bir yandan da bellekkaplarını, anısaklarını, görmüşlüklerini, duymuşluklarını, biriktirdiğin kırık dökük eski bibloları, ağırlıksız taşlarını, kurumuş eskizlerini teker teker ayırıp paketliyor. Hepsi geçmişsilicide yakılacak bu akşam. Sen yokken, artık sen yokken, senden kalanlara dayanamayacağım için. Her şey ama her şey sesini, gülüşünü, susuşunu, ellerini hatırlatırken…

Haftalardır yaşamkabından çıkamıyorum. Cesaret edemiyorum. Bir anlığına, küçük bir an için bile ayrılacak olsam sanki seni terkedecekmişim gibi geliyor. Dışdünya soğukmuş. Buzul soğuğu gelmiş yeniden. Buzkeserler gökyüzünde aralıksız çalışıyormuş. Ay dolunaymış. Anlamsız. Çok anlamsız. Dışarısı beni ilgilendirmiyor. İhanet gibi geliyor. Bir tek yaşamkabında kalıp seni beklemek istiyorum. Dışarısını düşününce, ay, soğuk, buzkeserler… Düşünmek bile sana ihanet etmekmiş gibi geliyor.

Pamirset, çiçeğim, düşlediğimiz her şey o kadar farklı ki burada. Hatırlar mısın? Bir gün gölü yaşamıştık beraber. Sonbahardı. Kurumuş yaprakların içinde birbirimizi kovalayarak saatlerce oyunlar kurmuştuk kendimize. Sen ısrarla güneşe bakmaya çalışıyordun, çıplak gözle. Çıplak gözle güneşe bakamayan bir nesilden geliyoruz diye, bütün oyunlarımızda, güneş dağların ardında kayboluncaya kadar uğraşıp durmuştun. Suyun içine de çıplak gözle bakamıyoruz diye uslandırmaya çalışmıştım seni. Hâlbuki bir bilsen güneş nasıl da yakıcı burada! O kadar korumaya, yansıtıcı panellere rağmen dış kabuktaki sıcaklık 1000°C’nin altına düşmüyor. Dışarıya çıktığımızda ise güneş varsa ter içinde kalıyoruz, yoksa donuyoruz. İkisi de yakıyor çiçeğim. O gün gölde oyunların içinden geçerken bu kadar sıcak ve bir o kadar da soğuk olabileceğini hiç düşlememişiz. Önceden düşlediğimiz her şey, hiç de düşlediklerimiz gibi değilmiş.
Herkes susuyor. Konuşacak ne var ki? Söylenecek? En çok gözdaşlarmız susuyor. Olup bitenleri hiç beklemediklerine dair bir iki kırık söz söylemeye çalıştılar. Çok şaşkınlar. Çok şaşkınız.

Dimska yaşamsaklarına kaydettiklerini de alacaktı. Sanırım silecekti. Bana baktı. Sorar gibi. Gözyaşlarımı görünce durdu. Onların yine de kalmasını istedim. İz yapacağım onları. Yarın sabah. Belki bir gün isterim diye. Sonra silinecekler. En azından buradan ayrılmadan önce bana, benim için sakladıklarını saklamak istiyorum. Fısıltılar gibi. Anlaşılması zor ve belki de anlamsız fısıltılar gibi. Sesine benzesin istiyorum. Onları duyar gibi oldukça en azından seni hatırlar gibi olacağım Otare.

Ama seni içimden çıkarmalıyım. Sen yokken senin yokluğuna dayanmak git gide zorlaştığı için. Ama küçük bir izin içinde saklayacağım seni hatırlamayı. Kalbimin hemen üstüne yerleştirecekler izi. Senin izin olduğunu bilmeden, sesine benzer bir sesgibiyle, adımı çağırıp duran fısıltılarla belli belirsiz saklayabileceğim seni. Tek atışta yerleştirebiliyorlarmış izi. Yarın sabah, yaşam izleri merkezinde ilk beni alacaklar. Çok küçük bir işlem dedi anımsatıcı bayan, görüştüğümüzde. Kalırsa bir iz kalsın istedim senden. Eskiler unutmak diyorlarmış. O zamanlar istermişsin ama silemezmişsin yaşanmışlıklarını. Tanıdığı, bildiği ve yeniden ama yeniden anımsadığı yaşanmışlıklarla nasıl geçirir bir insan günlerini? Bilmiyorum. Fısıltılarda kalmanı istiyorum Otare.

Senin yokluğunu ne yapacağımı bilemediğim için. Yokluğun yaşanmışlıklarıma işlediği için artık bana ait olmamalısın. Artık sana ait olmamalıyım. Çünkü acım, sen bana, ben sana ait kaldıkça sürüp gidecek. Benim bir parçam olmamalısın artık. Sendeki ben, seninle birlikte gitti. Ama bendeki sen, bendeki senler hala buradalar. Mırıldanmaların, sayıklamaların, sesin, ah, evet sesin yaşamsaklarımda tekrar ve tekrar dönüp duruyor. Geçmişin bir plağı gibi. Eskilerin dediği gibi. Hiçbir yağmurun hiçbir seli, senin kumlarını götürmeyecek sanki içimden. Onca uzağa gidebilmene rağmen Otare, kendini neden bende bıraktın? Niye? Ama bu akşam geçsin istiyorum. Bu akşam…

Burada en çok neyi seviyorum biliyor musun Pamirset? Ayın arkasına geçtiğimizde yansıtıcı panellerin açılmasını. Önce bütün gemiyi titreten bir gürültüyle paneller hareketleniyor ve küçük pencereler aralandıkça cılız bir ışık dolmaya başlıyor içeriye. O cılız ışığın içinde masmavi bir zerre beliriyor. Halimizi görmelisin Pamirset. Neutan’ı görünce hepimiz çocuklar gibi seviniyoruz. Çığlıklar, ıslıklar geminin metal gövdesinde çınlayıp duruyor. Ama beni esas büyüleyen ise yıldız takımları oluyor. Berrak, ışıl ışıl yıldız takımlarını Neutan’dakinden bin kat daha parlak, karşımızda öylece salınırken görmeni çok isterdim çiçeğim. 
Hatırlıyor musun? Bir gece Vedakal’da, sahilde senin doğumgününü bekliyorduk, Dimska ve Sergınt’la birlikte. Birden bütün sahildeki ışıklar sönünce nasıl da heyecanlanmıştın? Sanki yıldızlar saklandıkları yerlerden çıkıp teker teker aramıza inivermişti. Saçlarına konmuşlardı sanki ve elimle uzansam toplayabilecekmişim gibi olmuştu. Şimdi burada olsaydın ağır ağır önümden çekilen panellerin ardına saklanan yıldızları tek tek saçlarına takmak isterdim. Önce gözlerini kapatırdım ellerimle, sonra ellerimi çekip o gece Vedakal'da gözlerinde ışıldayan yıldızlardan daha parlak yıldızlarla baş başa bırakırdım seni. 
Kanbağlarından kalan yaşanmışlıkların içine almıştın beni, gitmeden hemen önceki günlerde. ‘Senin yerin burası!’ demiştin, bir hediyeyi uzatır gibi. Bir dağın eteklerine gitmiştik beraber. Bahardı ve kiraz çiçekleri uçuşuyordu etrafımızda. Uzun yeleli atlar uçsuz bucaksız bir düzlükte koşturuyorlardı. Yılkıya bırakılmışlardı. Yılkıya… Özgürdüler ve ait değildiler kimseye. Hiç duymamıştım daha önce. Nasıl da şaşırmıştım! Eskilerin acıları ne kadar da yakın geliyor şimdi bana bir bilsen. Yılkıya bırakılmış gibiyim Orate, ama özgür değilim. O uçsuz bucaksız düzlükte koşuyorum, koşuyorum, koşuyorum ama aştığım her tepenin ardından sen çıkıyorsun. Bulutları sen sanıyorum, ağaç gölgelerinde seni arıyorum.

On gündür sesler duyuyorum Orate, senin sesinden yapılmış sesler. Durup durup sen varsın yaşamkabında diye dolanıyorum. En küçük sesi bile sen sanıyorum. Söylesene Orate, her şey nasıl bitebildi? Biz daha yeni başlamışken… Dimska yaşamsaklarına kaydettiğin son yaşanmışlıkları alabilir miyim diye soruyor. Sana sorsa! Eskiler hayalet dermiş. İnsan anlayamayınca uyduruyor Orate. Keşke Dimska sana sorsa. Yaşamçalarda içine girelim ve bitsin istiyorum. Dimska’ya sarılıp yaşıyoruz. Seni.

Bu akşam geçsin istiyorum Orate. Bu akşam…

[17.06.2007]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder