soL Dergisi, Temmuz 2009, sayı: 286
Anti-komünizmin özgürlüğü
Ama Michael Jackson’ın bizim tarafta ayrı bir önemi vardır ve elbette ki küçük bir ayrıntı olarak hiç bir yerde kendisine yer bulamamıştır. Belki Jackson’ın bu önemli özelliği artık tedavülden kalktığı için, belki de nakit değeri artık pek bir şey tutamadığı için. Bilmiyoruz! Ama Jackson’ın özellikle 1982'de yayınlanan Thriller albümünden sonraki on yılı anti-komünist bir sembolik anlamla da örtüşmüştür. Artık popüler müzik tarihçileri tarafından çoktan klasikler müzesine kaldırılmış olan dansındaki (Moonwalk) duruşuyla özdeşleştirildiği üzere (ayak uçlarında duran, hafif öne eğilmiş ters y şeklinde zayıfça bir melez imgesi) o özgür dünyanın sembolüydü. Nasıl ki bürokrasi, hantallık, sıkıcılık komünizmin sembolleriyse Jackson da canlı, hareketli, özgür, keyifli olmanın sembolüydü. Bu sembol öylesine işe yaradı ki Prag'a tepeden bakan ve II. Dünya Savaşı'nın acı dolu faşizm deneyimlerinin bitişini simgeleyen Stalin heykelinin yerine Jackson’un 1994 yılında çıkan HIStory albümünün devasa tanıtım heykeli dikildi. Basit bir yer değiştirmeden öte bir anlamı vardı Stalin'in yerine dikilen Jackson heykelinin: İç sıkıcı, despot ve bezdirici komünizm gitmişti ve yerine kıpır kıpır, kıvrak ve eğlendirici piyasa özgürlüğü gelmişti. Hürriyet gazetesi o dönem boşuna keyifle “Stalin Gitti, Jackson Geldi!” manşeti atmamıştı, çünkü Jackson McDonalds kadar, kola kadar karşı-devrim sarhoşluğunun bir bileşeniydi.
Ama sonra olanlar oldu. Nasıl ki Türkiye dış politikası Sovyetler Birliği çözülünce uzunca bir süre yönsüz kaldıysa Jackson da reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte çözülenler kervanına giriverdi. Deri rengi değişti, yüzü değişti, davranışları değişti. Toplum içine çıkamayacak kadar çok ameliyat olduğu (ya da “Ameliyat olmadı, bir deri hastalığı vardı ve bu nedenle burnu eridi, gitti!” gibi son söylenceleri dikkate alırsak bu çarpıcı fiziksel değişimin toplumda fazlasıyla kendisine yer bulduğu) ve çocuk istismarıyla suçlandığı sıralarda takvimler 1993 yılını gösteriyordu. Jackson da demir perdenin yıkılan duvarlarının altında kalanlardandı. Ama hiçbir zaman açık bir anti-komünizm beyanında ya da uğraşısı içinde bulunmamıştı Jackson. O bizzat simgelediği tavırlar ve salgıladığı arzularla anti-komünistti. Onun derdinin her şeyin üstünde (sınıflar, toplumlar, tarih vs.) görülmesi gerekiyordu ve tam da bu nedenle merhum başarılı bir ürün olmanın yanısıra bonkör bir yardımseverdi de… Örneğin daha kariyerinin parladığı ilk yıllarda Afrika’daki açlar için yazılan “Dünya Biziz!” (We are the world) şarkısına imza atmıştı. 1992’de yeni dengeler ortaya çıkarken de “Dünyayı İyileştirin Vakfı”nı kurdu ve küçük bir bakanlık bütçesine eşdeğer bütçelerle kampanyalar yürüttü. Dilimizde “Ne olacak bu dünyanın hali?” olarak da söylenebilecek bir şarkıyla (Earth Song) savaşlara, çevre kirliliğine dikkat çeken klipler çekti. Yani Jackson, Reagan döneminin vites düşürmeyen ve orta sınıfların akıllarını meşgul eden tüm politikalarının popüler kültürdeki temsilciliğini yaptı. Bu arada önemsiz bir ayrıntı olabilir ama Jackson ölümüyle de açık kalmış bir çemberi kapattı. Çünkü ölümünün ardından götürüldüğü hastanenin adı Ronald Reagan Tıp Merkezi’ymiş. İronik bir tesadüfle karşı-devrimin iki şahsı yıllar sonra son bir kez daha buluşmuş oldular böylece.
Piyasaya beden tahribatı servisi
Kendisinin ne olduğundan ziyade Jackson’ın hikâyesinin kimi ayrıntıları popüler müzikle ilgili bir gerçeği hatırlatmaktadır: Popüler müziğin kabına sığmaz yapısı, 80ler boyunca dünyanın ve toplumların değişmesi sürecine birinci elden ideolojik destekte bulunmuştur. Bu anlamda Jackson’ın ya da benzerlerinin ajandalarında anti-komünizmden ziyade piyasa özgürlüğünü parlatmanın yer aldığını hatırlamak gerekiyor. O dönemin kıvrak dansları, dünya meselelerine kafa yoran şarkıları dinleyicilerin herhangi bir çözüme odaklanmadan sadece söylenenlerle eğlenmesini sağlarken neye, kime karşı olduğu önemli olmayan muhalif bir hava da yaratabiliyordu. Şarkılar çevre kirlenmesine karşıydı ama çevre kirliliğinin nasıl engelleneceğinin düşünülmesine de gerek bırakmıyorlardı. Sonuçta örneğin 80ler boyunca yürütülen onlarca kampanyalardan geriye kalan görüntü, ortadan kalkması mümkün olan bir açlık değil de ihtiyaç sahibi insanların derdine eğilen bir grup müzisyen olmuştur. Bu sayede dinleyiciler, kitleler müzisyenlerin lüks içinde yüzen şımarıklar toplamının yanısıra toplumsal duyarlılığı olan iyilikseverler gibi davranmalarına da olanak sağlamışlardır. Popüler müzik tarihi bir yandan da bedenin sergilenmesi ve sınırlarının zorlanmasının da tarihidir. Peter Wicke “Mozart’tan Madonna’ya: Popüler müziğin bir kültür tarihi” isimli kitabında popüler müziğin dışavurumcu beden kültürünü üretim süreciyle ilişkilendiriyor: “Otomatlaşmanın ve bant işçiliğinin değersiz kıldığı beden kendisini sergileyerek toplumsal açıdan büyük prestij kazanmaktadır!” Yani, çalışma etkinliğinin içinde sıkıcı bir sürecin basit bir parçası olan beden, eğlencenin içinde, sahnede hayran kalınan bir nesne haline geliyor. Gösteri dünyasında boy gösteren bedenin kişiyi sıkıcı rutinlerin dışına taşıması Elvis Presley’in kıvrak hareketleriyle başladıysa da bedenin işlenmesini üç kişi zirveye taşıdı ve üçü de 80li yılların popüler müziğini meşgul etti: Madonna, Prince ve Michael Jackson. Bu üçlüden sonuncusu için, ölümünün ardından iç organlarını da etkileyen bir deri hastalığına (vitiligo ve lupus) sahip olduğu için renk değiştirmek zorunda kaldığı söylense de kariyerinin tamamı boyunca bir popüler imgenin değişemeyeceği kadar çok değişti. Popüler müzikte bedenin önemli bir anlatım aracı olduğunu belirten Wicke’a göre beden, kültürel sergilenmenin içinde “mükemmel işlenebilecek ve tüketilebilecek bir zevk alma kaynağı” olarak ortaya çıkmaktadır. Ama yine de işin püf noktasını Jackson gibi kişilerin bedenlerinin sınırlarını denemesinin bizzat toplum tarafından onay görmesi ve istenmesi oluşturmaktadır. Piyasa bedenin sınırlarının zorlanmasını ve aynı anlama gelmek üzere bedenin tahribatını gösteri için zorunlu kılıyorsa eğer Jackson uzunca bir süre bu işi en önde göğüsleyen kişi olmuştur. Jackson sergilemenin de ötesine geçip bedeninin geçirdiği değişimleri, başkalaşımı başka hiçbir insanın yapamayacağı kadar paylaşmıştır ya da paylaşılmasına çanak tutmuştur. Belki pazarlama stratejisi belki doğal bir hastalık süreci, ama bizzat Jackson’ın bedeninde görülebileceği üzere piyasa için gösterinin bir bileşeni olan beden, bir yandan erişilmez bir mükemmellik imgesine dönüşmüştür. Ama aynı zamanda hastalıklı bir uğraşının da nesnesi haline gelmiştir. Tahribata uğratılan beden, gösterinin bir parçası olarak başkalaştırılmasıyla olduğu kadar hastalanmasıyla da piyasanın boyunduruğuna açılmaktadır. Bu nedenle Wicke’ye bir ek yapmak gerekiyor: Çalışmanın işlevsel, ama üretim ilişkilerinin değersiz kıldığı beden, popüler salgılar içinde tahrip edilerek bir keyif aracına değil toplumsal açıdan büyük bir tehdide dönüşmektedir. İlaçlar, ameliyatlar, dolmuşlara kadar yayılan söylentilerle akılları meşgul eden bir tehdide.
Yıllar yıllar konuşulacak artık ne zaman ve nasıl öldüğü? Efsaneler alıp başını yürüyecek. Hatta Elvis Presley örneğinde olduğu gibi bizzat ölümü bile büyük bir alışveriş furyasına dönüşecek. Birileri çıkıp aslında ölmediğini, basit, sıradan bir hayat sürebilmek için (ki zaten hayatı boyunca, milyon dolarlar yerine hep bunu istediğini de araya sıkıştırarak) ölüm haberinin bizzat kendisi tarafından yayıldığını söyleyecek. Bir kaç yıla kalmaz, gökten parlak bir ışık huzmesi içinde yere indiğine dair tanıklar da çıkarılır haber bültenlerine. Popüler müziğin ışıltılı çarkları yeni bir solukla yeniden ve yeniden dönecek. Çünkü bilindiği üzere Michael Jackson öldü. Hatta ortalığı kaplayan söylencelere ve dolmuş sohbetlerine kadar yayılan akıl yürütmelere bakılacak olursa Michael Jackson o kadar çok ilacı içe içe en sonunda kendisini öldürdü. Her ne olduysa oldu ama siyahî doğup bir şekilde beyaz ölmeyi başaran Jackson için, son zamanlarda her cenazede işleyen bir mekanizma da yürürlüğe kondu.
Yakın zamanlı ölümlere bakılacak olursa ortak bir özellik öne çıkıyor: Ölümlerin ardından ölen kişilerle ilgili büyük uzlaşılar ortaya saçılıyor ve bu uzlaşılar sayesinde uzun yıllar içinde oluşmuş görüntüler bir anda zıddına dönüşüveriyor: Halk düşmanları büyük hizmetlerde bulunmuş kahramanlara, sağlığında yerden yere vurulanlar sütten çıkmış ak kaşığa çevriliyor. Ölüm girince gündeme, bir on yıl öncesine kadar aynı toplum tarafından yüzüne tükürülen kişi hiç yaşamamış ya da bizzat o toplum o yüze hiç tükürmemiş gibi derin bir elem, keder ve kıymet bilirlik havası içinde yazılıyor, çiziliyor, atıp tutuluyor.
Benzer bir uzlaşı Michael Jackson için de gazetelerdeki köşe başlarından kafasını uzatıp dil çıkardı. Bir tek ABD'de falan değil, bizzat Türkiye'de de... Gençlik idollerinin öldüğüne hayıflananlar mı istersiniz yoksa en yakın arkadaşıymışçasına ilaç kullanımının boyutlarına girenlerini mi okursunuz! Gazetecilik bir tür uzun atma uğraşısı artık nasıl olsa! Ölünün ve ölümün arkasından atıp tuttular.
Yakın zamanlı ölümlere bakılacak olursa ortak bir özellik öne çıkıyor: Ölümlerin ardından ölen kişilerle ilgili büyük uzlaşılar ortaya saçılıyor ve bu uzlaşılar sayesinde uzun yıllar içinde oluşmuş görüntüler bir anda zıddına dönüşüveriyor: Halk düşmanları büyük hizmetlerde bulunmuş kahramanlara, sağlığında yerden yere vurulanlar sütten çıkmış ak kaşığa çevriliyor. Ölüm girince gündeme, bir on yıl öncesine kadar aynı toplum tarafından yüzüne tükürülen kişi hiç yaşamamış ya da bizzat o toplum o yüze hiç tükürmemiş gibi derin bir elem, keder ve kıymet bilirlik havası içinde yazılıyor, çiziliyor, atıp tutuluyor.
Benzer bir uzlaşı Michael Jackson için de gazetelerdeki köşe başlarından kafasını uzatıp dil çıkardı. Bir tek ABD'de falan değil, bizzat Türkiye'de de... Gençlik idollerinin öldüğüne hayıflananlar mı istersiniz yoksa en yakın arkadaşıymışçasına ilaç kullanımının boyutlarına girenlerini mi okursunuz! Gazetecilik bir tür uzun atma uğraşısı artık nasıl olsa! Ölünün ve ölümün arkasından atıp tuttular.
Anti-komünizmin özgürlüğü
Ama Michael Jackson’ın bizim tarafta ayrı bir önemi vardır ve elbette ki küçük bir ayrıntı olarak hiç bir yerde kendisine yer bulamamıştır. Belki Jackson’ın bu önemli özelliği artık tedavülden kalktığı için, belki de nakit değeri artık pek bir şey tutamadığı için. Bilmiyoruz! Ama Jackson’ın özellikle 1982'de yayınlanan Thriller albümünden sonraki on yılı anti-komünist bir sembolik anlamla da örtüşmüştür. Artık popüler müzik tarihçileri tarafından çoktan klasikler müzesine kaldırılmış olan dansındaki (Moonwalk) duruşuyla özdeşleştirildiği üzere (ayak uçlarında duran, hafif öne eğilmiş ters y şeklinde zayıfça bir melez imgesi) o özgür dünyanın sembolüydü. Nasıl ki bürokrasi, hantallık, sıkıcılık komünizmin sembolleriyse Jackson da canlı, hareketli, özgür, keyifli olmanın sembolüydü. Bu sembol öylesine işe yaradı ki Prag'a tepeden bakan ve II. Dünya Savaşı'nın acı dolu faşizm deneyimlerinin bitişini simgeleyen Stalin heykelinin yerine Jackson’un 1994 yılında çıkan HIStory albümünün devasa tanıtım heykeli dikildi. Basit bir yer değiştirmeden öte bir anlamı vardı Stalin'in yerine dikilen Jackson heykelinin: İç sıkıcı, despot ve bezdirici komünizm gitmişti ve yerine kıpır kıpır, kıvrak ve eğlendirici piyasa özgürlüğü gelmişti. Hürriyet gazetesi o dönem boşuna keyifle “Stalin Gitti, Jackson Geldi!” manşeti atmamıştı, çünkü Jackson McDonalds kadar, kola kadar karşı-devrim sarhoşluğunun bir bileşeniydi.
Ama sonra olanlar oldu. Nasıl ki Türkiye dış politikası Sovyetler Birliği çözülünce uzunca bir süre yönsüz kaldıysa Jackson da reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte çözülenler kervanına giriverdi. Deri rengi değişti, yüzü değişti, davranışları değişti. Toplum içine çıkamayacak kadar çok ameliyat olduğu (ya da “Ameliyat olmadı, bir deri hastalığı vardı ve bu nedenle burnu eridi, gitti!” gibi son söylenceleri dikkate alırsak bu çarpıcı fiziksel değişimin toplumda fazlasıyla kendisine yer bulduğu) ve çocuk istismarıyla suçlandığı sıralarda takvimler 1993 yılını gösteriyordu. Jackson da demir perdenin yıkılan duvarlarının altında kalanlardandı. Ama hiçbir zaman açık bir anti-komünizm beyanında ya da uğraşısı içinde bulunmamıştı Jackson. O bizzat simgelediği tavırlar ve salgıladığı arzularla anti-komünistti. Onun derdinin her şeyin üstünde (sınıflar, toplumlar, tarih vs.) görülmesi gerekiyordu ve tam da bu nedenle merhum başarılı bir ürün olmanın yanısıra bonkör bir yardımseverdi de… Örneğin daha kariyerinin parladığı ilk yıllarda Afrika’daki açlar için yazılan “Dünya Biziz!” (We are the world) şarkısına imza atmıştı. 1992’de yeni dengeler ortaya çıkarken de “Dünyayı İyileştirin Vakfı”nı kurdu ve küçük bir bakanlık bütçesine eşdeğer bütçelerle kampanyalar yürüttü. Dilimizde “Ne olacak bu dünyanın hali?” olarak da söylenebilecek bir şarkıyla (Earth Song) savaşlara, çevre kirliliğine dikkat çeken klipler çekti. Yani Jackson, Reagan döneminin vites düşürmeyen ve orta sınıfların akıllarını meşgul eden tüm politikalarının popüler kültürdeki temsilciliğini yaptı. Bu arada önemsiz bir ayrıntı olabilir ama Jackson ölümüyle de açık kalmış bir çemberi kapattı. Çünkü ölümünün ardından götürüldüğü hastanenin adı Ronald Reagan Tıp Merkezi’ymiş. İronik bir tesadüfle karşı-devrimin iki şahsı yıllar sonra son bir kez daha buluşmuş oldular böylece.
Piyasaya beden tahribatı servisi
Kendisinin ne olduğundan ziyade Jackson’ın hikâyesinin kimi ayrıntıları popüler müzikle ilgili bir gerçeği hatırlatmaktadır: Popüler müziğin kabına sığmaz yapısı, 80ler boyunca dünyanın ve toplumların değişmesi sürecine birinci elden ideolojik destekte bulunmuştur. Bu anlamda Jackson’ın ya da benzerlerinin ajandalarında anti-komünizmden ziyade piyasa özgürlüğünü parlatmanın yer aldığını hatırlamak gerekiyor. O dönemin kıvrak dansları, dünya meselelerine kafa yoran şarkıları dinleyicilerin herhangi bir çözüme odaklanmadan sadece söylenenlerle eğlenmesini sağlarken neye, kime karşı olduğu önemli olmayan muhalif bir hava da yaratabiliyordu. Şarkılar çevre kirlenmesine karşıydı ama çevre kirliliğinin nasıl engelleneceğinin düşünülmesine de gerek bırakmıyorlardı. Sonuçta örneğin 80ler boyunca yürütülen onlarca kampanyalardan geriye kalan görüntü, ortadan kalkması mümkün olan bir açlık değil de ihtiyaç sahibi insanların derdine eğilen bir grup müzisyen olmuştur. Bu sayede dinleyiciler, kitleler müzisyenlerin lüks içinde yüzen şımarıklar toplamının yanısıra toplumsal duyarlılığı olan iyilikseverler gibi davranmalarına da olanak sağlamışlardır. Popüler müzik tarihi bir yandan da bedenin sergilenmesi ve sınırlarının zorlanmasının da tarihidir. Peter Wicke “Mozart’tan Madonna’ya: Popüler müziğin bir kültür tarihi” isimli kitabında popüler müziğin dışavurumcu beden kültürünü üretim süreciyle ilişkilendiriyor: “Otomatlaşmanın ve bant işçiliğinin değersiz kıldığı beden kendisini sergileyerek toplumsal açıdan büyük prestij kazanmaktadır!” Yani, çalışma etkinliğinin içinde sıkıcı bir sürecin basit bir parçası olan beden, eğlencenin içinde, sahnede hayran kalınan bir nesne haline geliyor. Gösteri dünyasında boy gösteren bedenin kişiyi sıkıcı rutinlerin dışına taşıması Elvis Presley’in kıvrak hareketleriyle başladıysa da bedenin işlenmesini üç kişi zirveye taşıdı ve üçü de 80li yılların popüler müziğini meşgul etti: Madonna, Prince ve Michael Jackson. Bu üçlüden sonuncusu için, ölümünün ardından iç organlarını da etkileyen bir deri hastalığına (vitiligo ve lupus) sahip olduğu için renk değiştirmek zorunda kaldığı söylense de kariyerinin tamamı boyunca bir popüler imgenin değişemeyeceği kadar çok değişti. Popüler müzikte bedenin önemli bir anlatım aracı olduğunu belirten Wicke’a göre beden, kültürel sergilenmenin içinde “mükemmel işlenebilecek ve tüketilebilecek bir zevk alma kaynağı” olarak ortaya çıkmaktadır. Ama yine de işin püf noktasını Jackson gibi kişilerin bedenlerinin sınırlarını denemesinin bizzat toplum tarafından onay görmesi ve istenmesi oluşturmaktadır. Piyasa bedenin sınırlarının zorlanmasını ve aynı anlama gelmek üzere bedenin tahribatını gösteri için zorunlu kılıyorsa eğer Jackson uzunca bir süre bu işi en önde göğüsleyen kişi olmuştur. Jackson sergilemenin de ötesine geçip bedeninin geçirdiği değişimleri, başkalaşımı başka hiçbir insanın yapamayacağı kadar paylaşmıştır ya da paylaşılmasına çanak tutmuştur. Belki pazarlama stratejisi belki doğal bir hastalık süreci, ama bizzat Jackson’ın bedeninde görülebileceği üzere piyasa için gösterinin bir bileşeni olan beden, bir yandan erişilmez bir mükemmellik imgesine dönüşmüştür. Ama aynı zamanda hastalıklı bir uğraşının da nesnesi haline gelmiştir. Tahribata uğratılan beden, gösterinin bir parçası olarak başkalaştırılmasıyla olduğu kadar hastalanmasıyla da piyasanın boyunduruğuna açılmaktadır. Bu nedenle Wicke’ye bir ek yapmak gerekiyor: Çalışmanın işlevsel, ama üretim ilişkilerinin değersiz kıldığı beden, popüler salgılar içinde tahrip edilerek bir keyif aracına değil toplumsal açıdan büyük bir tehdide dönüşmektedir. İlaçlar, ameliyatlar, dolmuşlara kadar yayılan söylentilerle akılları meşgul eden bir tehdide.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder