17 Ekim 2009 Cumartesi

İçtenlikle istemek ama hep ıskalamak

soL Dergisi, Ağustos 2009, sayı: 291

Benim nefret ettiğim ilkelliktir!” Temel derdini farklı sayfalarda, biraz da haykırarak böyle açıklıyor Fazıl Say. AKP kadroları ve temsil ettiği çizgi ile olan uyuşmazlığını bu arayışıyla ilişkilendiriyor. Ve aksatmaksızın ekliyor: “Aydınlanmacıyım!” Geçtiğimiz yıllarda Fazıl Say, siyasal iktidar tarafından ülkenin gerçek ya da hayali bütün kötü hallerinden sorumlu olarak gösterilen seçkinlerin, elitlerin, monşer takımının bir temsilcisi, sözcüsü, vitrini ilan edildi. Siyasal iktidar bu kesimi, halkın değerlerine yabancı, burnu havada ya da özenti göstermekte fazla da zorluk çekmedi. Örneğin Erdoğan “elitler” dedikçe karşısına aldığı kesim, kendilerinin seçkin olmadığını ispatlamaya çalıştı. Erdoğan monşer dedikçe, kendilerinin işaret edildiğini hissettiler; biraz gocundular, biraz öfkelendiler, biraz korktular. Ama siyasal iktidarı, düşünsel olarak bile alt edemediler.
Sonuçta vitrini Fazıl Say olarak sunulan kesim yenildi, sindi. Gerçi onlarla bir tek siyasal iktidar değil, liberaller de çok uğraştı. Liberaller de onları demokrasi düşmanı ve darbe yanlısı ilan etti ve onlar da ne kadar demokrat olduklarını anlatmaya çalıştılar, anlattıkça biraz daha yenildiler. Bu yenilgiyi anlamak, Türkiye’nin egemen dünyasındaki düşünsel değişimin dinamiklerini anlamak açısından zorunludur. İşte bu nedenle Fazıl Say’ın yazılarını, söyleşilerini, hakkında yazılanları bir araya getirdiği son kitabı ele almak yararlı olabilir.


Tutarsızlık kederiZeynep Altıok kitaba alınan yakın zamanlı yazısında, Fazıl Say’ı omurgalı bir aydın olarak tarif ediyor. Omurgalı olmayı dik durmak, ilkelerinden taviz vermemek anlamında kullanarak. Ama kitaptaki yazılarda yer alan Fazıl Say’ın “ilkellik nefreti” ve “aydınlanmacılık” gibi heyecan duyulması gereken değerlerini örten bir özellik hemen göze çarpıveriyor: Tutarsızlık! Çünkü aydınlanmacılık için omurgalı olmak gerektiğini sezip sonra da “Clinton geldi, cumhurbaşkanı da çağırdı, gittim, çaldım!” derseniz tutarsız olursunuz. Aydınlanmacıysanız eğer, Clinton’un da Demirel’in de silahlarının halkın aklına çevrilmiş olduğunu biliyor olmalısınız. Bu nedenle piyanonuzun aslında bu seçkin misafirlerin üstüne çevrilmiş bir karşı silah olduğunu da biliyor olmalısınız. Diyelim ki her şeye rağmen köşke çıktınız! “Sayın Demirel, viyola ve piyano için yorumladığım bu grotesk sonatı, yakın zamanda bankasını kaybeden sevgili yeğeniniz için çalıyorum!” ya da “Sevgili Bill, Prokofyev’in Savaş sonatını ülkenizin yıllık silah satışlarının bilmem kaç milyar doları geçmesi şerefine çalıyorum!” diye araya sokmalısınız. Omurgalı olmak ve kalmak için… Yetenekli olmak imrenilecek bir özellik ama ilkellikten, basitlikten nefret ediyorsanız eğer, biyografinizde satırlar boyunca size verilen ödüllerden başka bir yer kalmadığını gördüğünüzde mideniz bulanmalıdır. Çünkü siz ödül sisteminin içi boş düzeneğini biliyor olmalısınız ve tam da o düzenekle derdiniz olmalıdır. Çünkü bir biyografide ödüllerden ne kadar çok bahsediliyorsa orada gereksiz bir kendi değerini anlatma telaşı olduğunu da bilirsiniz. Çünkü örneğin bir biyografide tumturaklı laflar ne kadar çoksa, gerçeğin o kadar da kof olabileceğini aklınıza koymuş olmalısınız.
Öte yandan ilkellik karşıtlığı için ilkeler gerektiğini de biliyor olmalısınız. Hem de ilke olduğunu belli etmeden öylece içinizde var oluveren değerler. Çünkü ilkelliğin ne tür biçimler aldığını sezebilmek gerekiyor. Bu nedenle her yazıda “üstün nitelikli” diye tanımlanıp durmanızla derdiniz olmalıdır. İçinize batmalı niteliklerinizin bu kadar yere göğe sığdırılamaması. Bu görkemli lafların altında gereksiz ve sıkıcı bir yan olduğunu sezmelisiniz. Süs köpeği gibi hissetmelisiniz kendinizi. Ve havlamalısınız havlayabildiğiniz kadar. “Lanet olsun sizlerin görkemli ve üstün nitelikli ilkelliğinize!” diye. Ve ısırmalısınız, değer biçicilerinizi, vitrin süsleyicilerinizi; “Tam da sizler oydunuz bu ülkenin altını” diye.
Yani aydınlamacıysanız eğer, ilkelliği altedebilmek için tutarlı olmalısınız! Örneğin kitap basacağınız zaman Doğan grubunun ya da bilumum sermaye grubunun yayınevinden uzak durmayı da atlamamalısınız.

Korku kederi
Fazıl Say bir kesime mal olmuş düşünce sistematiğinin temsilcisi olarak alınabilirse eğer, bu düşüncenin bir diğer özelliğinin de uzlaşmacılık olduğu söylenebilir. Çünkü hayatın gerçeklerini ve bu gerçeklerin fazla zorlanmamasını çok önemsiyorlar ve sonuçta acıklı oluyorlar. Örneğin Erdoğan’ı ABD’ye ya da AB’ye şikâyet ederken acıklı oluyorlar. Örneğin Fazıl Say’ın, Nazım Oratoryosu için Nazım Hikmet’in hapisten çıktıktan sonra yazdığı dokuz numaralı şiirinden 6 sözcüğün çıkarılmasına yönelik eleştirileri kızına mektup yazarak yanıtladığı bölüm de çok acıklı oluyor.
Say, eleştirileri önce kıskançlıkla itham ediyor! Olabilir, meyve veren ağaç taşlanır. Ama sonrasının iler tutar yanı kalmıyor: “…sahnede o altı sözcüğün doğurabileceği sonuçları düşünmek zorundaydık…” “Çünkü korkuyoruz, haklı olarak… Burası normal bir ülke değil, kızım. Nerede, ne zaman, neyin olacağını kimse kestiremez.” Çok doğru ama üç doğru bir yanlışı götürmüyor bu hayatta. Aydınlanmacı olunca korkunuzdan korkmayı da ekleyeceksiniz aklınıza. Ekleyeceksiniz ki bütünlüğünüz eksilmesin, yamulmayasınız, eğilip bükülmeyesiniz. Ve Ermeni bakkalın babasının Kürt komşusu tarafından öldürüldüğü satırları çıkarmadan önce gerçekle başka bir şekilde uğraşmalısınız. Uğraşmalısınız ki emperyalizmin yenilebilir olduğunu aklınıza koyup şiirin de belirttiği gibi bu topraklarda halkların halklara kırdırıldığını kabul edebilesiniz. Ve uğraşmalısınız ki emperyalizmden nefret ettiğiniz için Oli Rehn denilince aklınıza, şikâyet makamı değil halklar arası düşmanlık makamı gelebilsin.
Bu düşüncenin bir diğer özelliği de eğitim ile birçok şeyin değişebileceğine olan aşırı inançları. Ama eğitime yaklaşımları Matrix filminde Neo’ya yüklenen eğitim modülleri gibi! Dövüş sanatları modülü yüklenir ama Neo, Neo olarak kalır; duyguları, düşünceleri gram değişmez ya! Tıpkı onun gibi, eğitime yaklaşımları! Eğitimle klasik müzik sevdirilebilse ülke bir tık yukarıya çıkacaktır. Sanki o modül eksiktir de yüklense işler değişiverecektir. Ama modül yüklenir, özverilerle konserler verilir, şehirler dolaşılır ve tık değişmez.
Havada öylece asılı duran bir saf niyetliliktir bu! Çünkü hayat, modüllerin tek tek toplamından değil, modüllerin bir araya gelmesiyle oluşan bir bütünlüktür. Ve bütün, modüllerin toplamından daha farklı, daha başkadır. Bu nedenle eğitim modülünü yüklerken son çıktının ne olacağını kestiremeyebilirsiniz! Sizin büyük bir iyilik girişimi olarak gördüğünüz etkinlik, büyük bir eziyet olarak da sonuçlanabilir. Ya da 12 şehri dolaşıp öğrencilere Mozart çalmanız, yıllık cirosu binlerce okulun, milyonlarca öğrencinin gaspedilmiş haklarıyla oluşan bir otomobil satış şirketinin reklamına dönüşebilir. Ve tam da bu nedenle, içten ve samimi isteğinizi ıskalayabilirsiniz. Tekirdağ’da değil 10, İstanbul’daki gibi 1000 konser verilmesini sağlasanız da şu kahrolası hayatta, şu karşı-devrimin hız kesmediği ülkede kısa bir süre için de olsa insanların farklı bir sesle karşılaşmasını, o sesten etkilenmesini ve bir bilinç değişikliği yaşamalarını da ıskalarsınız. Çünkü aydınlanmacılığınıza bakarlar ve Alman araba tekelini görürler.
Yani öyle bir eksik yan var ki Say’ın düşünce dünyasında, aydınlanmacılığı, halkçılığı, gericilik karşıtlığı uçup gidiveriyor. Bir bütün çıkmıyor ortaya. Ve bu nedenle, içi kum dolu bir çuval gibi neresinden tutarsanız, kum diğer tarafa yığılıyor. Aydınlanmacı oluyorsa halkçılığı kalmıyor, halkçı oluyorsa farklılığı zarar görüyor, farklı oluyorsa yalnız kalıyor. Sonuçta kader gibi bir keder gelip yığılıyor üstüne. Ve O, bu sıkıntı veren yalnızlığı sevmeye çalışıyor.
Hâlbuki ilkellik nefreti kadar sermaye nefreti de gerekiyor. Çünkü bugün ilkelliği sermaye örgütlüyor. Aydınlanmanın içini sponsorluk kurumu boşaltıyor. Ama Say’ın satırlarında hak vereceğiniz birçok olay, durum ve konu varken O’nu etkisizleştiren noktaya dair ufak bir kırıntı bile bulmak mümkün olmuyor. Bu nedenle örneğin Say’ın biyografisini Charles Bukowski’yle birlikte okumak gerekiyor. Fazıl Say’ı Bukowski yapıp hayat hikâyesinin bu şekilde yazılmış olmasıyla okkalı bir küfür eşliğinde dalga geçmesini sağlamak gerekiyor. Ya da müziklerini The Clash basçısı Paul Simonon’la birlikte dinlemek gerekiyor. Say’ı Simonon yapıp tıpkı Simonon’un sahnede gitarını parçalaması gibi Say’ın da piyanosunu, üstü başı kan ter içinde kalıncaya kadar parçalamasını sağlamak gerekiyor. Aklımızdaki Fazıl Say’ı havada öylece dolanıyormuş gibi yapan, ayağı yere basmayan düşüncelerinden kurtarmak için…Çünkü bütünlük olmayınca içtenlik ıskalıyor. Çünkü bütünlük olmayınca, bir türküyü içten, duygu yüklü ve insanın aklından çıkmayan bir yoruma dönüştürürsünüz ve sonra da adını Black Earth yaparsınız. Ama birileri, tüm tezatlıklarınıza, tutarsızlıklarınıza rağmen sizi sadece bu yorumunuzdan dolayı bile sevebilir. Tıpkı sizin gibi sevdiği ülkesinin, insanların, arkadaşlarının solup gittiğine kahrolabilir. Ama öfkesinin muhatabını ıskalamamak için neyin ilkel olduğunu da tekrar ve tekrar atlamaz.

1 yorum:

  1. Dostum yazını okudum. Çok şık noktalardan vurmuşsun Fazıl'a. Aslında az ya da çok paylaşılmış bir iki yüzlülüğe de taşlama olmuş yazı, eline sağlık. Bu ikiyüzlülük kaçınılmaz olarak çok yaygın ne yazık ki. Mesela al o satırları Fazıl yerine Mustafa yaz, Ahmet-Mehmet yaz, aynı kapıya çıkıyor bu devirde. Şahsını dahi tenzih edemeyeceğim kadar hepimiz bu iki yüzlülük bokunun içindeyiz. Sen, pek çoklarından farklı olarak bunun acısını duyumsayabiliyorsun ve bununla dertlenebiliyorsun. Ama Fazıl??? Yahu bu adama bu kadar kızmamak gerek bence. Aklı yetmeyen çocuğa bas bas bağırmak gibi oluyor bu iş. Geçenlerde de konuştuk ya, bu adam aydınlanmacı kimliğini pek sevmiş, pek yakıştırmış üzerine. Bir biliyorsa beş konuşuyor. Kendi kabuğunu dolduracak eti yok. Kafası, düşünce dünyası otistik. Piyanodaki tepe konumu, düşünce ve aydınlık konusunda da bir mevki yanılsamasına yol açmış belli ki. Kendi çocuksu dev aynasında oyun oynuyor, çok ciddiye almamak lazım bu adamcağızı diye düşünüyorum. Zaten bir adam çok konuşuyorsa, ya toydur, ya dava adamıdır. Bunun C şıkkı yok :)

    YanıtlaSil