29 Mart 2020 Pazar

Korona insanları

I.

Yeni gelmişim nöbete. Ortalık sakin. Alışkın değiliz servisin böyle olmasına ama tedirgin de değiliz. Normal zamanlarda havada bu tür bir sakinlik olsa diken üstünde oluruz. Sessizlik fırtınanın habercisi gibidir. Ama o gün fırtına beklemiyoruz. Fırtınayı o güne beklemiyoruz.

Odadan çıkıyor. Başında bonesi yok. Maskesi yüzünde. Gözleri küçülmüş. Biraz da kızarmış. Biliyorum, nereden baksak üç gündür burada. Kesintisiz. Belki bir iki saat ya uyumuş ya da uyumamış. Hafif sallanıyor ki normalde de böyle sallanmayı sever. Bir de gülmeyi. Yine gülüyor. Yüzünün ancak yarısını görsem de gözleriyle gülüyor. Kızıl gözleriyle.

Naber?” diyorum. “Ne olsun be, bildiğin şeyler işte.” diyor. Fazla yaklaşmıyor. Uzak duruyoruz birbirimizden. Normalde dokunmayı sever. Ya elimi tutar ya koluma girer. Sevecenliğiyle hepimizi gülmekten kırar geçirir. Şimdi gardı bir tık düşmüş. Bilmem kaçıncı rounda çıkacak boksör gibi. Yediği yumruklarla kelimeler ağzından zor çıkıyor. “Yorgun görünüyorsun.” diyorum. “Eh işte! Yorulduk biraz. Herkes yoruldu.” diyor. “Haydi git, dinlen biraz artık!” diyorum. Dokunmuyoruz birbirimize. Gözlerimiz değiyor sadece. Selam verip çıkıyor. Normalde sarılır. Mutlaka. Ama gidiyor. Sallanarak.

Ardından bakıyorum. En güvendiğim eller orada. Sırtını hiç sorgusuz sualsiz yaslayacağın dağ. Yorgun ama huzurlu olduğunu biliyorum. Ama o böyle şeyleri umursamaz. Hep tetiktedir yine de. Her zaman. Şimdilerde daha çok. Atik ve tetikte.

Nöbet ilerliyor. Ortalık kalabalıklaşıyor. Solup dalından düşen yapraklar gibi birer ikişer geliyor insanlar. Az önceki dinginlikten eser kalmıyor. Bir ara kafamı çeviriyorum, kapıdan O giriyor. Başında bonesi. Maskesini de takmış. Toparlamış görünüyor. Bana doğru geliyor.

E, sen eve gitmedin mi?” diyorum. Gülüyor. Yüzünü maske kapatsa da güldüğünü görüyorum. Ağzıyla, yüreğiyle gülüyor. “Uyku tutmadı.” diyor. “Otursaydın azıcık evinde kızım!” diyorum. Sesimde hafif bir çıkışma hali. “Gittim oturdum ama olmadı be!” diyor. Bakıyoruz birbirimize. Öyle uzun değil. “Şimdilerde benim evim sanırım burası.” diye ekliyor. Gülüyorum. Sanırım gözlerimin içi de gülüyor. Gelmiş ya bir sevinç kaplıyor içimi. “Eh, haydi gel bir çay içelim o zaman önce.” diyorum. Ara bahçeye çıkıp birer sigara yakıyoruz. Mutlu. Mola sonrası içeriye geçip birlikte çalışıyoruz. Saatlerce, düşen yaprakları topluyoruz koridorlarda, sedyelerde.

Sabaha karşı sakinleşirken ortalık, bir köşeye kıvrılıp uyumuş buluyorum onu. Sızmış artık. Evinde. Biliyorum az sonra ortalık aydınlanınca uyanacak. Başında bonesi. Yüzünde maskesi. Gülecek. Yüreğiyle.

II.

Bir hasta getirdiler servise. Geçen hafta. Hatta on gün önce. Kadın. 68 yaşında. Eşini almadılar içeri. Üç gün bekledi aşağıda. Bekledi orada, sürekli teyzeyi sorarak. Sanırım hiç ayrılmadı ve sanırım hiç uyumadı. Dördüncü günün sabahında bir karar çıktı. “Tek bir refakatçı alınacak ve hasta iyileşinceye ya da kaybedilinceye kadar servisten çıkmayacak!” diye. İlk O girdi içeri. Teyzenin eşi. Kucaklaşmalarını bir görecektiniz. Onlar ağladı. Biz de ağladık.

Odada el eleler. Teyze yatakta, amca sandalyede. Hiç çocukları olmamış, birbirlerinin çocuğu olmuşlar 50 yılın içinde. Öyle diyor amca. O tek kişilik yatakta, geceleri sarılarak yatıyorlar birbirlerine. Her şeye rağmen. Teyzenin durumu ise kötüleşiyor. Amcayı ayırmak mümkün değil ki zaten kimse istemiyor. Ama teyze gidiyor. Amcada ise ne öksürük ne ateş. En ufak bir belirti yok. Altıncı günde test gönderiyoruz, bu sefer amcadan. Çoktan bulaşmıştır artık diye. Negatif geliyor. Ama teyze eriyor gün geçtikçe. Ve gözümüzün önünde amca da ölüyor onunla birlikte.

Yatışın sekizinci gününde, sabah, artık teyze yoktu yatakta. Uzun süre öyle kaldı amca, orada, yatağın yanında. Kıpırdamadan. Kimse de dokunmadı. Öğleden sonra onu da yatırdık aynı yatağa. Ve akşamına ateşi çıktı. İlk kez. Hiç konuşmadı. Sabaha karşı solunumu bozulmaya başladı. Ve testi de o gün pozitife döndü. Ve kendi yatışının daha ikinci gününde, durmadı, o da gitti eşinin ardından. Sıkılı eliyle. Elinde teyzenin izi.

III.

Kokoreç satarmış. Eskiden, çok eskiden. Küçükçarşı Meydanı’nda. O zamanlar daha pazar yeri duruyormuş meydanda. O devasa alışveriş merkezi dikilmeden önceymiş.

Müptelası çokmuş kokorecinin. Tüm şehir yavaş yavaş evlere çekilirken onun zamanı başlarmış. Arabasıyla meydana gelirmiş, sekiz, dokuz gibi. Sabah dörde kadar da bitirirmiş birkaç gece önce kendi elleriyle sardığı kokoreci. Özenle. Bir gece de sütte bekletirmiş, sarmadan önce. Önünde gece yarısından sonra gıcır gıcır arabaların kuyruğa girdiği o lezzet, o özenden gelirmiş.

Sonra bir haller olmuş. 40’ından sonra. Nöbetler geçirmeye başlamış. Böyle kendini kaybedip bayıldığı. İşe çıkamaz olmuş. Tezgâhı, boyu artık kendi boyunu geçen oğlu devralmış. Tadı tutturamamış ama evin geçimini döndürmeye devam etmiş o büyük oğlan. Diğer ikisi o zamanlar daha okuldalarmış. Okuyacaklarından değil ama...

Bir kaç yıl gezdirmişler hastane hastane. Çeşitli tetkikler ve çeşitli ilaçlarla geçmiş o yıllar. Nöbetler kâh azalmış kâh kontrolden çıkmış. Parayı denkleştirdikçe dolaşmaya da devam etmişler. Bir umut.

Sonra nöbetlere sesler eklenmiş. Konuşan sesler. Gaipten gelen sesler. Cevaplar verirmiş o seslere. Küfürler. Tükürmeler. Kendi kendine konuşmalar. O yaşına kadar ağzına sigara değmemiş olan adam paket paket sigara içmeye başlamış. Bir yandan nöbetler bir yandan sesler yiyip bitirmeye başlamış. Bir tek O’nu değil, evi, aileyi de.

Bize geldiklerinde bildikleri tüm cinci hocaları bitirip gelmişlerdi. Bin umutla gidip eldeki avuçtakini vermişlerdi. Dinledik uzun uzun. Bizde işler öyle. Dinlemeyle.

Cinlerini anlattı bizlere. Cin eşini ve cin çocuklarını. Safiye ve ikisinin çocukları. Yavruları. Ayırmasınlar istiyordu. Rahat rahat görmek istiyordu onları. Hepsi buydu. Epilepsi ve psikoz. İkisi bir aradaydı. Zordu. “Olur.” dedik. Yardımcı oluruz. Yani kendi dünyanı istediğin gibi yaşamana yardımcı oluruz, dedik. “Ama bizim de istediklerimiz, beklediklerimiz var!” diye de ekledik. Bizde işler öyle. Önce dinle, anla ve sonra yardım et. “Kabul mu?” diye sorduk. Kabul etti ve 10 yıl geçiverdi o ilk görüşmenin ardından. Acısıyla tatlısıyla. Yatışları ve zorluklarıyla. Safiye hep kaldı. Hiç dokunmadık.

Dokundurtmadı da zaten.

Geçen hafta acile çağırdılar. O’nun için. Çok kötü öksürüyordu. Sedyenin üstünde. Bir kenara çekmişler. Tek başına. Zor nefes alıp veriyor. Beni görünce hemen canlandı, ne kadar canlanabilirse. “Safiye...” diyor, telaş içinde. “Safiye iyi mi? Gördün mü onları?” diye soruyor. Elini tutuyorum, uzattığı elini. Belli, çok halsiz, bitkin. Onu hiç böyle görmemişim. “İyidirler, iyidirler, merak etme.” diyorum. “Önce sen bir toparla, onlar da iyi olur.” diye ekliyorum.

Yatış veriliyor. Pandemi servisine. Bir çok ilaç alacak. Hepsi birbiriyle etkileşimli. Tedavisini düzenliyoruz, epilepsi ve sesler için. Fil dozuyla ilaç alıyor. Dirençli. Hayata dirençli. Kendine dirençli. Tedaviye dirençli.

İki gün sonra solunumu bozuluyor. Serviste duramayacak hale geliyor. Makineye bağlanıp yoğun bakıma alınıyor. Tüm akciğerleri kaplamış hastalık. Yapacak bir şey yok. Günleri sayıyoruz artık. İlaçlarını keselim mi kesmeyelim mi bilemiyoruz. Daha önce böyle bir şey yaşamamışız. Kimse yaşamamış. Yine de azaltmaya karar veriyoruz. Ve bekliyoruz.

Üç dört günü zor geçiriyor, yoğun bakımda. Sürekli uyutuluyor. “Uyusun, iyidir.” diyoruz. Sonra... Beşinci günden itibaren ateşi çıkmamaya başlıyor. Akciğer filminde yer yer düzelmeler oluyor. Kan gazı toparlıyor altıncı gün gibi. Yedinci gün gözünü açıyor.

Seviniyoruz.

Dokuzuncu günde durumu iyice düzeliyor. Arkadaşlar haber veriyor, makineden ayıracaklar. “Ne olur ne olmaz, gelin!” diyorlar. Sevinerek gidiyoruz yoğun bakıma.

Bizi görünce konuşacak gibi oluyor. Ağzında hortumlar. “Bekle,” diyoruz, “bekle, az sonra çekecekler. Hepsinden kurtulacaksın.” Anlıyor tabii ki. Ve bir kaç dakikaya hortumlardan da kurtuluyor. Öksüre öksüre. Ancak geliyor kendine.

Önce sesi çıkmıyor. Konuşacak, belli. Sonra çok boğuk bir sesle sesleniyor bana: “Doktorum, Safiye iyi mi?” Hem gülüyorum hem de gözümde yaşları tutamıyorum. Sadece “İyi, iyi. Sen merak etme.” diyorum.

*

Not: Bilmem yazmama gerek var mı? Şu yaşadığımız günler ardında birçok acı hikaye de bırakacak. Ne yazık ki! Ama burada yazdıklarım kurmaca. Gerçek kişilerle ilişkisi sadece tesadüfi. Ama hayat bu! Tesadüfleri de oluyor işte. En kötü günlerde bile.

Kalın sağlıcakla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder