25 Kasım 2019 Pazartesi

Robert Musil'in Üç Kadın'ı


...kıskançlıktan kudurarak odasında oturmayı ve kendi kendine hiç de kıskanmadığını tekrarlamayı, daha başka, ilgisiz şeyler yakıştırmayı tercih etti; oysa gerçek duygusu buydu. Başını kaldırıp baktığında, her şeyin yerli yerinde olduğunu görüyordu. Duvar kağıtları yeşil ve griydi. Doru rengi kapılar, sessizce yansıyan ışıklarla doluydu. Kapının rezeleri koyuydu ve bakırdandı. Şarap kırmızısı kadife koltuğun iskeleti kahverengi maundandı. Ama bu nesnelerin tümü, eğri, öne eğik, dimdik duruşlarına karşın düşecekmiş gibi, sonsuz ve anlamsız geldiler ona. Gözlerine kıstı ve etrafına bakındı, ama sorun gözlerinde değildi. Nesnelerdeydi."


Musil’in karmaşık, zorlu ve zengin bir serüveni andıran yaşamında, yaratıcılığının uğraklarından birisi olan Üç Kadın (Drei Frauen) 1924’te yayınlanır. Üç Kadın’da okuyucuyu, dipten ve derinden işleyen bir kargaşanın alçak sesli uğultusu beklemektedir. Uğultu kendisini, Grigia’nın Poe öykülerini çağrıştıran bitişinde, Portekizli Kadın’ın büyülü dokusunda ya da Tonka’nın kışkırtıcı umutsuzluğunda hissettirir.

Grigia ve Portekizli Kadın’da olay örgüsü ve atmosfer, lirizm yüzünden bulanıklaşır; özellikle Grigia’da kendini belli eden çekicilik ve zerafete karşın okur, bulanıklığın getirdiği eksikliği hisseder. Buna karşın hem yalın hem de zengin bir içeriğie sahip olan Tonka, son derece belirgin kenar çizgileriyle derin bir arka planın içinden sıyrılan anlatısı sayesinde etkileyicidir. Genç bir soylu erkek ile sıradan bir genç kız arasındaki aşk –ki Avusturya edebiyatında sıkça yinelenen bir temadır-, aşırı duygusallığın ağdalı dilini taşımaksızın, katı ve acımasızca, toplumsal öğeden uzak durma tercihiyle anlatılmıştır. 

Öykülerin kurgulandığı zaman ve yer kesitlerine olan uzaklığımız ise, anlatıya sızan evrensel sorgulamalarla kısalır. Sorgulamalarda aşk, ölüm ve iktidar gibi insan varlığının olmazsa olmaz başlıkları kadınların yazgılarıyla birlikte anlam kazanır. Sorgulananlar ise erkeklerdir; eril olanlardır ve bu erillik öykülerin kadınlarına tutulan aynadır. Belki de uğultunun derinden işlemesinin sebebi duyumsadığımızın bir yansı olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü, öykülerin öne çıkan öğeleri olan erkekler, üç farklı kadının dünyasını gün ışığına çıkarırken kendilerini değil kadınları, kadınlarını anlatırlar. Sorgulama tam da bu sebeple erkeklerin anlatımlarında, düşünme çarklarında öyküler boyunca bir türlü kaçamadığımız eril uğultuyu içerir. Halbuki dinlediğimiz kadınlara ait yenik ruhların, eril kargaşalar içinde boğulan ezgileridir. 

Musil’in duyarlılığı, erdişi niteliği taşımaktadır. Musil, başka hiçbir modern yazarın gerçekleştiremediği bir şaşmazlık, cesur bir keskinlikle kadın bilincinin dile getirilememiş ya da gizli kalmış akışı üzerinde, kadınların kendileriyle konuşmaları üzerinde odaklanabiliyor. Üç Kadın’da bir araya getirilmiş öyküler, istisnai bir zeka ile imgelemin, Freud’un tünelinden geçip insanın kuşatılmışlığını yorumlamada, daha titiz bir aydınlığa kavuşabileceğini gösterir. Üç Kadın bir meydan okumadır ve ciddi bir anlama, hissetme çabasına davettir. Düşsel olanla gerçekliğin, geçmişle şimdinin, sonsuz olanla ölümlünün biraradalığı; Üç Kadın, Musil’in dünyasına, düşündüklerine, düşlediklerine ve yaşadığımızı daha iyi anlamaya kesilmiş bir bilet. Gidiş-dönüş mü? Bilinmez, dönüş okuyucuya kalmış. Ama muhakkak ki zorlu...
*
"Kendileri daha varolmadan önce de onlara karşı bir inancın beslenmiş olması gerektiğini belli ediyorlardı; dünyaya dünyanın gözleriyle bakmayınca, her şey, gecedeki yıldızlar gibi hüzün dolu bir ayrılıkta yaşayan anlamsız ayrıntılar halinde eriyip gidiyor. Pencereden şöyle bir dışarıya bakması bile, aşağıda bekleyen bir arabacının, yoldan geçen bir memurun dünyasına girivermesine yetiyordu ve bir bölük pörçüklük, sokaklarda iğrenç bir karışıklık, içiçelik ve yanyanalık, her birini, sefahat ve özgüven halkalarının çevrelediği, dönen merkezlerin keşmekeşi başlıyordu ve bütün bunlar, yukarısı ve aşağısı olmayan bir dünyada dimdik yürüyebilmek için gereken yardımlardı. İstemek, bilmek ve hissetmek bir yumak gibi içiçedir; insan bunu ancak ipin ucunu kaçırdığında anlıyor; ama belki de dünyada, elinde gerçeğin ipini tutmaktan daha başka türlü biçimlerde de yaşanır? Bir soğukluk cilasının onu herşeyden ayırdığı böyle anlarda, Tonka masal olmaktan da öte, Tanrı'nın bir bağışıydı nerdeyse.
*
Musil okuyucusunu beklemiş ve halen de bekleyen bir yazar. Yaşadığı dönemde ismi Proust, Joyce, Mann, Broch, Cannetti gibi yazarlarla anılmasına rağmen yapıtları geniş okur kitlelerinden çok edebiyat ve eleştiri çevrelerinde ilgi bulmuş. Daha çok bir anıt yapıt olan Niteliksiz Adam isimli üç ciltlik bitirilememiş romanıyla tanınan Musil, 15 Nisan 1942’de öldüğü gün, Niteliksiz Adam üzerinde çalışmaya devam ediyormuş. Tamamlayamadığı yapıtını, bu eksik metni 25 yaşında yazmaya başlamış ve 62 yaşında, yaşamının son gününde yapıt kendi kendini noktalamış. "Yazar romanını bitiremeyeceğini içten içe sezmiş olmalı" diye düşünüyor insan ve belki de ilk günden itibaren biliyordu bu gerçeği. İçine bir yaşamı, bir yüzyılı sığdıran, hala üzerine inceden inceye çalışılan bir anıt kitap Niteliksiz Adam

Her ne kadar ilk kısa kurmaca yapıtları, belli vesilelerle yaptığı konuşmalar (söz gelimi, Nazi Viyanası’nın zorlu koşullarında budalalık konulu konuşması), içeriği zengin defterleri, günlükleri, edebiyata ve topluma ilişkin eleştiri ve yergi yazıları, bu dev yapıtın gölgesinde kalmış olsa da ikincil yapıtları da Musil’in edebiyat tarihi içinde önemli bir yer edinmesini sağlıyor. Modernist yazarlar arasında Musil daha çok sorunlara ve toplumun düşüncelerine bir çeşit gizemi aşılaması ile ayırt edilen bir isim. Yapıtlarında bir ahenk yakalamaktan ziyade modern dünyayı inşa eden fikirlerin ahenksiz bir aradalığıyla ilgilenir. Bu ahenksiz gürültü kalabalığı, geçmişte ışıldayan eşsiz ezgilerin işitilmesini de güçleştirmektedir. Bir bakıma Musil’in ve yapıtlarının konumunu belirleyen iki dünya savaşı ve savaşın getirdiği yıkım olmuştur. 

Orta Avrupa’nın çökmeye yazgılı kültüründeki toplumsal, psikolojik ve cinsel düzensizliği bazen açık bir biçimle bazen de gayet kapalı örgülerle yapıtlarına taşımış Musil. Musil’in metinlerine tedirgin edici bir çekicilik veren unsur, sistematiklik ile şiirsellik, bilimsellik ile yazınsallık seçenekleri arasındaki çözümsüz gerilimdir, daha doğrusu bunların ayrı seçenekler olduğunu kabul etmeyi ısrarla yadsımasıdır. Musil’in yapıtlarındaki tinsel atmosfer, anlaşılmayı çok daha güçleştirmektedir. Bunlara rağmen, Musil için düşünce biçimdir; kesin ilkelere göre düşünmek, kesin ilkelere göre biçim vermektir.

Musil yazılanlarda açıklık ve saydamlığı, düşüncede ise pürüzsüzlüğü yeğlemiş. Bu nedenle Joyce’un Ulysess’ini, dilin parçalanmışlığını eski moda bir psikolojik çağrışımın alışılmış biçimi olarak değerlendirerek ele alıyor ve isminin Joyce’la birlikte anılmasına karşı çıkıyormuş.

Musil’in yapıtlarında öne çıkan duyarlılık ile yaşamına egemen olan politik umursamazlık da ilgi çekicidir. Nazi Almanyası’nın işgallerini ve savaşın yıkıcılığını bir tür Nuh tufanı olarak değerlendiren Musil, tepki vermek yerine kendisi için bir tür Nuh’un gemisi inşa etmeyi seçmiş: Romanı üzerine sürekli çalışmak. Açıkçası Musil, yapıtlarında, yapıtlarıyla savaşmıştır. Yaşamını büyük bir kısmını dolduran opus magnumunu yazarken de bir tür ara uğraklar olan diğer yapıtlarında da yarattıklarıyla savaşmış. Ve belki de bu yüzden, bu savaşı kendisi için ölümsüz kılabilmek uğruna Niteliksiz Adam’ı eksik bırakmıştır. Kim bilir?
*
Türkçe’de Robert Musil: Niteliksiz Adam, çev. Ahmet Cemal, YKY, 1999; Yaşarken Açılan Miras, çev. Ahmet Cemal, YKY, 2. baskı, 2000; Robert Musil Dosyası, Kitap-lık Edebiyat Dergisi, sayı 42

*
[O kadar çok zaman geçti ki bu yazıyı da neden yazdığımı da unutmuşum. Şimdi, gecenin bir vakti çıkıverdi karşıma. Sanırım Gece Yayınları'nı ayağa kaldırma maceramızda obsesif bir uğraşın parçasıydı. Gece'nin eldeki tüm kitaplarına dair böyle küçük tanıtım, değerlendirme yazıları hazırlıyorduk. Ve bana da Robert Musil'in Üç Kadın'ı düşmüştü. Sanırım. Üç Kadın, halen kitaplığımda durur ama ne anlattığını bile hatırlamıyorum. Bir Morel'in Buluşu ya da Aşkın Suçları ya da Gilles ile Jeanne kadar aklımda yer etmemiş. Gerçi hepsi, Kadın ve Kukla da dahil, bir paket gibiydiler; birbirinden ayırmak zordu sanki ve aralarındaki en önemli eksik Maldoror'un Şarkıları'ydı (evet, tam da olması gerektiği gibi, baskısı tükenmişti; bize kalmamıştı). Üç Kadın işte bu eş kitapların arasında en sönük kitaptı sanki. Bana öyle gelmişti. Ama yine de yazmışım. 2000 yazında, Ağustos ayında. Ankara'da.]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder