17 Kasım 2019 Pazar

İnsülinin bulunduğu ülkenin hemen yanı başında insülin bulunamıyor!


Boşuna “çok alâmetler belirdi” denmiyor. Hakikaten çok alâmetler çıkıyor, her gün ve her yerden. Dün, Erhan abinin soL’da söylediği gibi: “Dünya çivisi çıkmış bir tekne gibi çatırdıyor.” İnsülin de o çatırtılardan birisi.

Birçoğumuz duymuşuzdur, insülin vücudumuzda şeker düzeyini, karbonhidrat işlenmesini düzenleyen temel hormon. Yokluğunda, azlığında ya da “iyi” çalışmadığında başta “şeker hastalığı” olmak üzere birçok hastalık ortaya çıkıyor. Ve bu hastalıklar da insanların hayatlarında ciddi aksamalara ve hatta ölümlere yol açıyor. Erken ölümlere.

İnsülin eksikliğinin yol açtığı hastalıklar arasında en başta “diabetes mellitus” yani şeker hastalığı geliyor. Tıpta çok az hastalık halen böyle Latince adı ile geçiyor. Mellitus, tatlı, şeker demek. Diabetes ise hazne demek. Şeker hastalığının halen Latince adı ile geçmesinin nedeni erken dönemlerden, özellikle de 16. yüzyıldan itibaren klinik özelliklerinin çok iyi tanımlanabilmiş olması. Deyim yerindeyse, modern tıp dünyası bu hastalığı tanımlamak için büyük bir titizlikle davranıyor. Ve adını da çok erken dönemlerde koyuyor.

Koyuyor, çünkü bu hastalık süründürüyor, öldürüyor. Tedavisinin bir şekilde bulunması, yapılması büyük önem taşıyor.

Ve aranan tedavi, bir pankreas salgısı, 1921 yılının sonlarında Toronto Üniversitesi’nde çalışan bir ekip tarafından keşfediliyor. Latince ada (insula) kelimesine İngilizce “in” ekleniyor ve insülin ortaya çıkıyor. Hormonu üreten ve pankreasta bir ada gibi duran Langerhans hücrelerine atıfla.

Günümüze göre oldukça ilkel şartlarda elde edilen insülin ilk olarak Ocak 1922’de, 14 yaşındaki bir Tip I Diyabet hastasında deneniyor. Bu genç çocuk kötü durumdadır. Çünkü hemen her tip I diyabet hastası gibi diyete rağmen dizginlenemeyen kan şekeri artışları yaşamaktadır. Buna bağlı bir çok sorun yaşamaktadır. Ama tedavi, yani insülin enjeksiyonu işe yarar. Hem de “mucize”gibi işe yarar. Kan şekerleri düzene girer.

Böylesi bir sonuç ortaya çıkınca insülini keşfeden ekipten genel cerrah Frederick Banting’a ve fizyolog John Macleod’a hemen bir yıl sonra, 1923’te Nobel Tıp Ödülü verilir. Başarılı tedavi kısa sürede tüm dünyada duyulur ve Toronto neredeyse hasta akınına uğrar. Ve insülinin seri olarak üretilmesi gündeme gelir.

İşte bu noktada günümüzde ancak sosyalist bir toplumda yaşanabilecek bir şey yaşanır: keşfi yapan ekip, insülinin patentini kişi başı 1 dolara Toronto Üniversitesi’ne verir. Ekip dört kişidir ve bir dolar günümüz parasıyla 18 dolar, yani yaklaşık 110 lira etmektedir. Bu telif devri için Banting’in “insülin bana değil dünyaya ait” dediği rivayet edilir. Doğadan gelen insülin herkesin kullanımı için kamuya devredilir.

İnsülin diyabet tarihinde bir devrim yaratır ve aynı yıl 100 ünitesi 1 dolara satılmaya başlar. 1940’lara gelindiğinde fiyatı beşte birine, yani 20 sente (yaklaşık 1 lira) kadar düşecektir. 100 ünite insülin iki gün yetmektedir.

Ama gelin görün ki aradan 100 yıl geçer ve sudan ucuz olması gereken insülin bazı ülkelerde gittikçe pahalanır. Ve bu nedenle insülin krizi ortaya çıkar. Hem de insülinin bulunduğu ülkenin hemen yanı başında! Hem de dünyanın en zengin ülkesinde; Amerika Birleşik Devletleri’nde!

Evet, ABD’de bazı insanlar insülini bulamıyormuş. Daha doğrusu “idareli” kullanıyormuş. Özellikle yoksul ve sosyal güvencesi olmayan insanlar... “Bazı” dediğimiz milyonlar ediyormuş.
1940’larda 20 sente kadar düşmüş olan kısa etkili insülin günümüzde ABD’de 18 dolara yani ilk bulunduğu zamanki fiyatına yeniden çıkmış. Bu fiyatın sadece iki günlük tedavi fiyatına denk geldiğini hatırlatayım. Hastaların ayrıca orta ve uzun etkili insülinler kullandığını da belirletelim.

Bu hesaplamayla ABD’de bir aylık diyabet tedavisi 300-450 dolar arasında seyrediyor. En az. Yani duruma göre bu harcama artıyor. İşte bu “yüksek” meblağ nedeniyle de milyonlarca hasta insülini “idareli” kullanıyormuş. Yani doz atlıyorlar, doz azaltıyorlar.

Sonuç: şeker koması, ayak yaraları, körlük, böbrek kaybı ve artan daha ağır komplikasyonlar. Yani Amerika’da yoksul emekçiler bir “insülin krizi” yaşıyor. Onca “zenginliğin” ortasında...

Nedeni?

Bu hafta “insülin krizini” gündemine taşıyan New England Journal of Medicine dergisine göre fiyat yüksekliğinin iki nedeni var. Birincisi ABD’de ilaç fiyatını firmalar kendi aralarında anlaşarak belirleyebiliyormuş. Yani insülin fiyatını şu an Amerika’da üç üretici firma “gönüllerine” göre belirliyor. Hâl böyle olunca firmalar da “geniş gönüllü” oluyormuş, yani fiyatı istedikleri gibi yükseltebiliyorlarmış. Yazıda buna kapitalizmin denildiği ise belirtilmiyor!

İnsülin krizine değinen yazarlara göre sorunun ikinci nedeni ise “piyasada yeterince rekabetin olmaması”. Rekabet olsa fiyat da aşağıya, herkesin gücünün yetebileceği bir seviyeye düşermiş.

Gözünü sevdiğim kapitalizm dediğinizi duyar gibi oluyorum! Hem akılsızlık üretip hem de akıl bırakmıyor.

Soruna çare olarak tavan fiyat uygulaması, yani insülinin belli bir fiyatın üstünde satılamaması da önerilmiş. Ama her ne yapılırsa yapılsın yine de ABD’de insülin aylık maliyeti 300 doların altına düşmemiş. Bu nedenle hastalar yapabilirlerse kuzeye, Kanada’ya gidiyorlar ve neredeyse onda biri fiyatla insülin alıp geri dönüyorlarmış. Tıpkı Michael Moore’un Sicko filminde olduğu gibi. Kongrede “ya bu ilaçları Kanada’dan getirip yoksullara en azından düşük fiyatla sağlayalım” diyen bir sosyal-demokrat bile çıkmamış.

Akılsızlığın dibi yok. Ama çatırtılar çok. Çatırtılar çok olduğu için doğruda ısrar etmenin tam zamanı. Mesela sağlıkta Amerika’dan Türkiye’ye ve dünyanın dört bir yanında sorun az rekabet, sağlığını düşünmeyen hastalar, piyasanın kendi başına bırakılması, düzenlenmemesi değil. Mesela kaynayan Latin Amerika’da ya da bölgemizde sorunun az demokrasi olmaması gibi.
Sorun başka yerde.

*
İlgili makale: Michael Fralick ve Aaron S. Kesselheim, The U.S. Insulin Crisis — Rationing a Lifesaving Medication Discovered in the 1920s. N Engl J Med 2019; 381: 1793-1795.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder