6 Ekim 2019 Pazar

Çavdar Tarlasında Çocuklar


Başka bir yazı hazırlamıştım. Bir başka kaybın 40. yılını anlatan bir yazı. Ama masanın başına oturduğumda Vail’in haberine denk geldim. Denk geldim ve “kalsın” dedim. Her şey! Yazı, hayat, katlandığımız ve aynı zamanda yudum yudum, gıdım gıdım mutluluk tattığımız şu hoyrat, salak ve trajik hayat kalsın dedim. Ne gerek var! Ne gerek var, hakikaten.

Perşembe günü, öğleden sonra bir çocuk kendini mezarlık kapısına aşmış. Kocaeli’de. Vail el Suud. Dokuz yaşındaymış. 9.

Suriye kökenli bir ailenin çoktan Türkiyeli olmuş çocuğuymuş, oğluymuş. İlkokul öğrencisiymiş. Beş kardeşin küçüğüymüş.

Perşembe günü, öğleden sonra bu çocuk, Vail, kendini mezarlık kapısına asmış.

Sebep nedir, sanırım tam belli değil. Belli ama belli değil. Bilinebilir mi, o da belli değil. Bekleyip göreceğiz. Ama...

Ama bu ülkede 9 yaşındaki bir çocuğa kendini astıracak bir hayat var! Ve bu ülkede hayat, kim bilir her gün kaç çocuğa daha aynısını düşündürüyor!

Sebebinin okulda, sokakta, hayatta uğradığı ayrımcılık, dışlanma ve aşağılanma olduğu söylendi önce. Milli Eğitim hızlı bir değerlendirme ile “öyle” olmadığını, hatta tam tersinin geçerli olduğunu, okulda-ailede çok sevildiğini açıkladı. Olabilir mi? Olabilir. Ama...

Ama her ne olduysa Vail gitmeyi tercih etti, beşi buralarda geçen dokuz yıl sonunda. Eğer kendisi tercih ettiyse tabii ki! Vail’e dair daha vahim bir “haber” almayacaksak eğer. Bekleyip göreceğiz.

Haberin ilk veriliş biçimi ise hepimizi ayağa kaldırdı. Aklımızı aldı: dışlanmış olabileceği, aşağılanmış olabileceği, incitilmiş ve kırılmış olabileceği.

Bir insanı adım adım söndürmek, ışığını köreltmek, aklını deşmek için sosyal dışlama gibisi yoktur. O aşağılayıcı bakışlar, insanın içine işleyen sözler, ağız ve yüzdeki oynamalar... Ne çok şey anlatır o haller! Ne çok duygu uyandırır insanın içinde! İmalar ve dolaylı yollarla hissettirilen nefret gibisi yoktur. İnsanın içini, aklını oyar!

Psikiyatri ve sosyal psikoloji literatürü bu konudaki araştırmalarla dolu: “dışlanmanın, göç etmenin, ekonomik ve sosyal zorluklar yaşamanın” yol açtığı psikiyatrik sorunlar, hastalıklar. Şu modern çağda göç eden binlerce, milyonlarca insan sadece denizlerin derinliklerinde, kamyon kasalarının içinde boğulmuyor. Yaşadıkları tüm zorluklar, vardıkları yerlerde onları buluyor ve akıllarının içinde de boğuyor onları.

Etnik, cinsel, sınıfsal aşağılama ve dışlama gibisi yoktur. Zehirli bir sosyal doku gibidir bu! Zehirli bir giysi gibi. Başınıza geçirilmiş bir poşet gibidir. Her yeri saran, üstünüzden çıkarıp atamadığınız.

Ve sanmayın ki bu giysinin zehiri sadece “maruz kalanları” etkiler, boğar. Tüm bir toplumsal dokuyu sarıp sarmalar bu zehir. Hiç ummadığınız yerlerde bile karşınıza çıkar. Kendi içinizde bile vardır. Kaçamazsınız.

Mesleği, intiharı, intihar düşüncelerini, intihar planlarını duymak, sormak, anlamak, öngörmek olan bir insan olarak yeniden ve yeniden düşünüyorum Vail’i. Düşünmeye çalışıyorum. Onu oraya götüren zihnini. Çünkü o zihin sadece Kartepe’nin bir okulu, bir mahallesi değil. Koca bir ülke, Türkiye o zihin. Suriye’den Türkiye’ye koca bir dünya o zihin.

Mesleği, geriye kalanların acısını duymak, anlamak ve eşlik etmek olan bir insan olarak (ve bir baba olarak) Vail’in ailesini düşünüyorum. Perişan bir halde mezarlık başında yığılıp kalan babasını düşünüyorum. 

Dokuz yaşındaki çocuklarına bile bir mezarlık kapısına kendini astırıcak bir ülkede yaşıyoruz. Yaşıyorum. Kahroluyorum.

*
Çavdar Tarlasında Çocuklar” J. D. Salinger’ın 1951’de yayınlanan tek romanıdır. 15-16 yaşında yeniyetme bir çocuğun, Holden Caufield’ın bir gününü anlatır. Bir nevi yolculuk kitabıdır, içsel ve dışsal. Kitabın sonuna doğru Holden evine varır, gece vakti. Ve kız kardeşi Phoebe’ye büyüyünce ne olmak istediğini anlatır.

Şöyle der: “Ne olmak isterdim biliyor musun? Kıyısında derin bir uçurum olan çavdar tarlası düşün. Çavdarların arasında önünü görmekte zorlanarak koşuşturan çocukları... İşte kıyıda durup o çocukları, uçuruma düşmekten koruyacak birisi olmak isterdim. Biliyorum delice ama gerçek anlamda olmak istedğim tek şey de bu!”

Bu ülkede 9 yaşındaki bir çocuğa o uçurumdan aşağıya kendini bıraktıran bir hayat vardı.

Bu ülkede hayat, kim bilir her gün kaç çocuğa daha aynısını yaşatıyor, düşündürüyor! Kim bilir kaç çocuğu çavdar tarlasının kıyısına, o uçuruma getiriyor.

Ya kahrolup gidelim ya da çocuklarının umarsızca koşturduğu tarlalarının kıyısında uçurumlar olmayan bir ülke kuralım.

Kuralım.

*

Yukarıdaki fotoğrafı "Soviet Images" twitter hesabından aldım. Bu hafta denk gelmiştim. "Leningrad Metal Fabrikası'nın kreşinde yaz tatilinin keyfini çıkaran çocuklar, 1959." demişler, fotoğrafın açıklaması için. Etrafımızda, yanımızda, yöremizde yaşananlarla nasıl da tezat bir an. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder