20 Mart 2015 Cuma

Beyin İşleyişinin Anlaşılmasının Tarihsel Evrimi

Beyin! Altı üstü hidrojen, karbon, oksijen ve birkaç elementten daha oluşan, bir ilk görünüm olarak kıvrımlar, girintiler, çıkıntılardan oluşan bir organ! Diğer beden organlarından çok daha farklı bir şekle sahip olan, kafatasının içinde saklı bir organ. Hücresel düzeydeki örgütlenmesiyle, elementlerin bir anı bir diğer ana uymayacak hızda devinimiyle artık, algılarımıza, duygularımıza ve türlü türlü davranışsal yanıtlarımıza olanak sunduğunu bildiğimiz bir organımız. Homo Sapiensi diğer hayvan türlerinden ayıran ve bir o kadar da kendi türüne özgü özellikleri (dil, konuşma, anlama, iletişim kuma, aletler geliştirebilme, yani doğayla topluluk olarak mücadele edebilme) toplumsal yönde geliştirebilmesine olanak sağlayan organ.

Gariptir ama yüzyıllar boyu önemi de anlaşılmamıştır. İnsanlığın gelişmişlik düzeyi yetmemiştir, dinsel inanışlar engel olmuştur ve beynin işleyişinin anlaşılması da tarihsel bir gelişim göstermiştir. Hatta bu gelişim, tarihin gelişimine, yani sınıflı toplumların ortaya çıkardığı bilgi birikimine paralel bir seyir göstermiştir.

Her ne kadar beyin üzerinde iki bin yılı aşkın zamandır düşünülse de davranışlarımızın anlaşılması konusunda bu dinamik organımızın merkezi rolü son üç yüzyıl içinde anlaşılmaya başlamıştır. Örneğin Mısır Kralı Tutankamon yeniden dünyaya dönüşü için mumyalanarak hazırlanırken karaciğer, akciğer, mide gibi organları mezarında saklanmış ve kalbi bedeninde olduğu yerde bırakılmıştır; ancak kafatası açılmış ve beyni çıkarılmıştır.

Eski Yunan düşünürü Aristotales de zihinsel süreçler için kalbe merkezi bir önem atfetmiş ama beyinden hemen hemen hiç bahsetmemiştir. Hatta bu antik görüş toplumların gündelik diline bile işlemiştir: açık yürekli olmak, yüreğiyle konuşmak, yürekten inanmak gibi. Aristotales beynin işlevinin sadece kalpten çıkan kanın sıcaklığının düşürülmesi olduğunu düşünmüştür. Tarihte ilk kez Hipokrat davranışlarımız ve duygularımızın beyinde oluştuğunu öne sürmüştür. Yine Eski Yunan’dan Herofilus, yaptığı anatomik araştırmalar sonucunda bedenin belirli bölgelerinin belirli sinirlere bağlı olduğunu anlamıştır. Modern tıp biliminin babası olan Galen ise kafatası hasarı yaşayan gladyatörlerin davranış değişikliklerinden yola çıkarak beynin bedenin tüm bölgelerine sinirler aracılığıyla bir tür gizemli sıvı gönderdiğini öne sürmüştür.

Beynin işleyişi ve davranışlarımız arasındaki ilişkiye dair ilk düşüncelerin Eski Yunan’da ortaya çıkması ise anlamlıdır. Çünkü Eski Yunan toplumunun üzerinde şekillendiği üretim ilişkileri ve üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi o dönemdeki toplumun kimi beyinlerinin kendi üstüne düşünmesine olanak sağlamıştır.

Makineler ve Kartezyen İkilik 
Aydınlanma Çağı’na, yani burjuvazinin tüm toplumu kendi iktidarı için arkasında sürüklediği, kendi iktidarının sürekliliği doğrultusunda tüm toplumu dönüştürdüğü bir döneme gelindiğinde ise Eski Yunan’da açılan ve sayfaları bir süreliğine, feodal üretim ilişkileri boyunca boş kalan defterin yeniden doldurulmaya başlandığını görüyoruz. Araya neredeyse bin yılı aşkın bir zaman dilimi giriyor. Çünkü bilimsel bilgi birikimi, ancak ve ancak yeni üretim ilişkileri, yeni üretici güçler ile birlikte ortaya çıkabilmektedir. Ve hatta Minerva’nın Baykuşu sonradan havalanabilmektedir; yani örneğin insanın, canlılığın ne olduğu, ne anlam taşıdığı, nereye gitmekte olduğu ve ne olması gerektiği gibi sorular, yani bilinç, belirli üretim ilişkileri içinde gelişen üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi üzerinden, o düzey kadar şekillenebilmektedir. Bu noktada Leonardo da Vinci (1412-1519) önemli bir uğrak olmaktadır. Çünkü çizimlerinde insan bedeninin farklı kesitlerini, farklı açılardan görünümlerini konu etmiştir Da Vinci ve ilginçtir, yaşadığı dönem kapitalist üretim ilişkilerinin yeni yeni ortaya çıkmaya başladığı bir döneme denk gelmektedir. Bu dönemde, beyin, insan bedeni üzerine çalışanların daha fazla ilgisini çekmeye başlamıştır; çünkü görünüşü itibariyle (kıvrımlı, girintili-çıkıntılı) diğer beden organlarına göre daha farklı bir yapıya sahiptir. Beyin söz konusu dönemin ressamları için tanrının insanlığa bir lütfûdur; hatta bu nedenle Michalangelo’nun (1475-1564), günümüzde İtalya’nın içinde küçük bir kent devleti olarak varlığını sürdüren Vatikan’daki Sistine Şapel’inin tavanına çizdiği resimde, tanrının yer aldığı taraf bir tür beyin olarak tasvir edilmiştir. Da Vinci’nin yaşamı içinde bile beynin anatomik çizimlerinde ortaya çıkan ilerleme görülebilmektedir: Da Vinci, erken çizimlerinde beynin yalnızca boşluklardan oluştuğunu tasvirleyen eski çizimlere bağlı kalırken daha sonrasında kendi gözlemlerine uyan çizimler yapmaya başlamış ve beyin içi boşlukların tam çizimini elde etmiştir.

Burjuvazi öncülüğünde şekillenen yeni toplumda kilisenin insan bedeni üzerindeki dokunulmazlık baskısının azaltılması ise anatomik anlamda daha fazla bilgi sahibi olunabilmesini sağlamıştır. 1543’te Andreas Vesalius insan bedeninin yapısını detaylı olarak ünlü çizimleriyle birlikte anlatan “De humani corporis fabrica”yı yayınlamıştır. Anatomik incelemeleri sonucunda insanda “Rete Mirable” yani kutsal bir sıvı bulunmadığını, beynin yapısının Galen’in çizimlerinden çok daha farklı olduğunu ve beyin içindeki boşluklarda herhangi bir ‘ruh’un bulunmadığını belirtmiştir ama bir meczup olarak damgalanmış ve Kudüs’e kaçmak zorunda kalmıştır.

Ancak insan davranışının kalp tarafından kontrol edildiğine dair genel kabulün sarsılması bir İngiliz hekimi olan William Harvey’in kan dolaşımı sisteminin işleyişini keşfetmesiyle birlikte mümkün olabilmiştir. Harvey’in buluşu Aristotales’ten o güne kalan bir dogmayı yıkarken canlılığın ne olduğuna dair yeni bir soru oluşmasına neden olmuştur. Çünkü o dönemde, bilinç ve davranışların merkezi olarak görülen organın tüm bedene kan pompalayan bir tür tulumba, bir tür makine olduğu ortaya konulmuştu. Ancak artık canlılığın kökeninin kalpten başka bir organa taşınması gerekmiştir.

Ve Descartes; yani kartezyen ikilik. René Descartes 1633’te, hayvan ve bir parça da insan davranışını, olaylar karşısındaki refleksleri nedeniyle makineye benzetmiş ve söz konusu makinenin çalışmasında yer alan olası yolakları öne sürmüştür. Descartes’e göre beynin bir parçası olan hipofiz bezinin diğer beyin yapılarının taşıdığı simetrik ikililiğe karşın bilinç gibi tek olması anlamlıdır ve bu nedenle söz konusu organın yalnızca insanlarda bulunduğunu öne sürmeye çalışmıştır. Çalışmıştır, çünkü Galileo’nun kilise tarafından tehdit edildiğini öğrenmiş ve beyin-davranış ikiliği üzerine kitabının basımını ölümünden sonraya, yani 1622’ye bırakmıştır. Descartes’in ikililiği ise daha sonraki bir çok düşünürü derinden etkilemiştir. Descartes, insanlar, karışık bir makineden, yani “otomat”tan başka bir şey değilse bir cep saati kadar özgür iradeye sahip olabileceklerini ve bu nedenle de kilise için çok önemli olan ahlaki seçimleri yapma olanaklarının bulunmayacağını öne sürmüştür. Bu nedenle de Descartes’e göre zihin kendisini ancak “cogito ergo sum” ile yani “düşünüyorum, öyleyse varım” ile bilebilirdi. Sonuç, Descartes için çok açık ve netti: İnsanlar maddesel bir bedene ve maddesel olmayan bir ruha sahipti; dünyada biri diğerine indirgenemeyen iki varlık tipi bulunmaktaydı. Bu ikilik görüşü Descartes sonrası dönemde hızla yayılmış ve günümüze kadar, beden ve zihin işleyişine kuramların bir çoğunu etkilemiştir, hatta halen günümüzde etkilemeye devam etmektedir.


İşlevsel Kapitalizm ve Beynin İşlevsel Yerleşimi
Descartes’in düşünsel ayrılığının genel bir kabul görmesi bir yana, beynin yapısı ve işleyişi konusundaki keşifler 19. yüzyıla kadar çok yavaş seyretmiştir. 17. yüzyıl sonunda İngiliz Thomas Willis beyin hastalıklarını ve beynin yapısını ayrıntılı olarak incelemiş; beynin düşünce ve davranışları kontrol eden organ olduğunu öne sürmüştür. 19. yüzyıl başında Franz Joseph Gall bu görüş açısının üzerinden beyindeki çıkıntıları-çöküntüleri göz önünde bulundurarak frenoloji denilen anlayışı gelişmiştir. Frenolojiye göre beyin kabuğu (cortex) ayrı işlevsel alanlardan oluşmaktadır ve her bir bölge, aile sevgisi, renklerin algılanması, umut, saldırganlık gibi belirli bir işlevi yerine getirmektedir. Uzunca bir süre araştırmacılar insan kafatasının şekli ile kişinin davranış özellikleri arasında bu nedenle ilişki kurmaya çalışmışlardır. Bu görüşe karşı çıkanlar ise tıpkı zihin gibi beynin de bir bütün olarak çalıştığını savunmuşlardır. Her ne kadar frenolojinin yanlış savlara dayandığı takip eden gelişmelerle gösterilmiş olsa da zihinsel işlevlerin beyindeki yerleşimine dair genel bir önkabul oluşturmuştur. Pierre Flourens, hayvan beyinlerinden parçalar çıkararak Gall’ın öne sürdüklerini test etmiş ve beynin belirli bölgelerinde oluşturduğu hasarların bilişsel işlev kaybına yol açması nedeniyle zihin ile beyin dokusunun birbiriyle yakın ilişkili olduğunu bulmuştur. 1860’larda Fransız Pierre Paul Broca dil özelliğinin beynin belirli bir bölgesinde sınırlı olduğunu göstermiştir. Bu bölge beynin sol yarım küresinin yan kısmında yer almaktadır ve günümüzde hâlâ Broca alanı olarak isimlendirilmekte, inme ya da travma gibi nedenlerle hasırlandığında bireyin konuşma özelliğinin ortadan kalkmasına yol açmaktadır.

 19. yüzyılın gözlemci ve tanımlayıcı bilimi, beynin işleyişi ile davranışlar arasında bölgesel ipuçları aramaya devam etmiştir. Elektriksel uyarım ve mikroskopik incelemeler gibi yöntemlerle David Ferrier, Korbinian Broadmann, Marie Vogt, Carl Wernicke gibi isimler beyin işlevlerinin haritasını çıkarmaya çalışmışlar ve birçok farklı alana işlevleriyle ilişkili olabilecek numaralandırmalar vermişlerdir. Bu numaralandırmaların bir kısmı günümüzde hâlâ kullanılmaktadır. Ancak bölgesel işlev arayışları kafatası hacim ölçümlerine de yol açmıştır. Kafatası boyutunun ölçümü ile zeka ya da yetenekler arasında ilişkiler araştırılmıştır.

19. yüzyılda karşımıza çıkan bir diğer bakış açısı da beynin evrimsel gelişimine dair olgunlaşmıştır. Bu görüş beynin evrimsel basamaklara uygun olarak hiyerarşik biçime sahip olan bir organ olduğunu anlamamızı sağlamıştır. 1870’lerde İngiliz bir nörolog olan John Hughlings Jackson beynin evrimsel gelişiminin üç seviyesini ve beynin anatomik yerleşiminin bu işlevsel aşamalara göre şekillendiğini öne sürmüştür: (1) en ilkel düzey olan beyin sapı, bedenin yaşamsal görevlerini sağlamakla ilişkilidir; (2) talamus ve hipotalamus gibi beyin bölgelerini içeren diensefalon ise orta seviyede yer alır ve bilinçlilik, motor ve duyusal işlevlerin düzenlenmesini yerine getirir; (3) en üst kısımda ise beyin kabuğu (cortex) bulunur ve istemli hareket, duyusal algılama, dil ve zihinsel işlevlerle ilgilidir. Evrim çalışmalarında Charles Darwin de merkezi sinir sisteminin ilerleyici gelişimine ve tüm hayvan türleri boyunca devam eden gelişimin en üst aşamasında insan beyninin bulunduğuna işaret etmiştir.

20. yüzyılın hemen başında ise Rus fizyolog Ivan Petrovich Pavlov hayvanlar üzerine yaptığı önemli deneylerin sonuçlarını açıklamış ve uygun uyaran varlığında davranışların olumlu ya da olumsuz yönde etkilenebileceğini göstermiştir. İlerleyen yıllarda öğrenme, bellek ve davranışlar arasındaki ilişkiye dair bir çok farklı isim önemli çalışmalarda bulunmuştur.

Burada bir ara nokta olarak zihinsel aygıtın işleyişini çözümlemeye çalışan Sigmund Freud durmaktadır. Freud çalışmalarının erken dönemlerinde bir nörolog olarak davranışlarımızın altında yatan mekanizmayı nörolojik bilimsel bir proje olarak kurmaya çalışmıştır. Freud kuramını ortaya çıkarmaya çalıştığı erken dönemlerde hep bir biyolojik altyapıyı aramıştır. Bu nedenle 1895 tarihli eserine “Bilimsel Bir Psikoloji Projesi” ismini vermeyi uygun bulmuştur. Yani çalışmalarının erken dönemlerinde zihnin maddi temelde işleyen bir düzenek olduğunu keşfetmeye çalışmış ancak 1900’lerin başında daha henüz sinir hücrelerinin yeni yeni incelenmeye başlandığı hatırlanırsa, teknolojik gelişim izin vermediği için Freud’un kuramını yeni bir terminolojiye yaslanarak ve o terminolojiyi geliştirerek kurmak zorunda kaldığı anlaşılabilir. Bu kuram psikanalizdir.

Freud’a göre zihin, bilinç, bilinçöncesi ve bilinçdışı bölümlerinden oluşmaktadır ve davranışlarımızın temel belirleyeni bilinçli düşüncelerimiz olduğu kadar (hatta daha çok) bilinçdışında varolan dürtülerimiz ve savunma mekanizmalarımızdır. Freud’a göre tüm bu sistemleştirme insan zihnini, davranışlarını, duygularını, kültürel örüntülerini anlamaya yarayan geçici bir açıklama çabasıydı ve olasılıkla bilimin diğer alanlarındaki ilerlemeleriyle, kendisinin ortaya koyduğu kavramların, soyutlamaların yerini bu teknolojik yenilikler alabilirdi, ama olmadı. Araya iki emperyalist savaş, iki büyük yıkım ve hemen ardından da “soğuk savaş” olarak kodlanan ve üretici güçlerin, yani bir anlamda bilimsel gelişiminin önünü tıkayan uzun bir dönem girdi.



2000’ler ya da elde ne var?
Aslında çok anlamlı… Çünkü 2000 yılında Nobel Tıp Ödülü sinir iletimindeki sinyal iletimini çözümledikleri için Arvid Calsson, Paul Greengard ve Eric R. Kandel’e verildi. Yeni yüzyılın en önemli ilk tıbbi bilimsel buluşunun beynin işleyişiyle ilgili olduğu değerlendirildi.

Aslında Kandel, Greengard ve Carlsson’un ödüllendirilmeleri bir dönemin değerlendirilmesinin izini taşımaktadır. Çünkü geride bıraktığımız yüzyılın son çeyreğinde 19. yüzyıldan kalan statik beyin anlayışı kökten bir değişime uğradı. Beyin hücrelerinin çoğalmadığı gibi temel bilgilerin değişmesi (beyin hücreleri diğer organların hücreleri kadar hızlı olmasa da çoğalabiliyor) dışında insan beyninin işlevsel değişim için zorunlu olarak hücre yenilenmesine ihtiyaç duymadığı da anlaşıldı.

İnsan beyin hücreleri, içsel yaşantı yanında sosyal yani toplumsal yaşantıyla birlikte (örneğin eğitim, öğrenme, deneyimleme gibi) değişebilmektedir. Bu nedenle psikiyatrik hastalıkların bir çoğunda ortaya çıkış özellikleri, hastalıkların seyri, hastalıkların belirtilerinin dağılımı gibi konularda toplumsal katmanlar (sınıflar) arasında anlamlı farklar bulunmaktadır. Çünkü beyin gelişimi embriyo döneminde başlamakta ve doğumdan sonra altı yaşına kadar devam etmektedir; beyin görüntüleme çalışmalarının son bulguları göstermektedir ki beynin Homo Sapiens türüne özgü birçok özelliğine zemin sağlayan kabuk bölgesi, yani hücrelerin gövdelerinin yer aldığı bölüm, yirmili yaşlara kadar gelişmeye devam etmektedir.

Beyin günümüzde giderek daha fazla olarak dinamik, değişken bir organ olarak görülmektedir. Bu nedenle Descartes’ten bu yana varolan madde ve ruh ikiliği yavaş yavaş aşınmaktadır. Freud’un düşlediği bilimsel psikoloji projesi ise yeni teknolojilerin (beyin görüntüleme, genetik) aracılığıyla her geçen gün daha sistematik bir bütünlüğe ulaşmaktadır. Günümüz teknolojisi eski sorulara yanıt verirken yeni soruların oluşmasını da sağlamaktadır. Ama bilginin geldiği noktada Eric Kandel’insözünü unutmamak gerekmektedir: Yeni yüzyılın sinirbilimi tamamen maddeci olacaktır!

Yüzyılların birikimine dayanan bu bilgilerimiz insan bedeninde ve diğer canlı türlerinde yer alan hücresel bütünlüklerin (organizma, organ) hemen hemen aynı biçimde çalıştığını, geçtğimiz yüzyılın fizyolojisinin bu mekanizmaları kolaylıkla çözebildiğini göstermektedir. Ancak beyin diğer organlardan farklı olarak yalnızca bir hücresel bütünlük, yani bir tek organizma olarak çalışmamaktadır. Beyin sosyal olarak, Homo Sapiens türüne özgü özellikler temlinde çalışmakta ve gelişmektedir.

Örneğin Homo Sapiensin dünyayı bin yıllar boyunca Homo Neandertalisle paylaştığını biliyoruz. Konuşma, toplumsal örgütlenmeler kurabilme gibi özelliklere sahip olan Neanderthaller’in günümüze kalmamış olması ise ilginçtir. Bir açıklama beyin yapısıyla ilgili olabilir. Çünkü, olasılıkla Neanderthallerin beyni farklı bilgi alanlarında elde ettikleri bilgileri işleyip bütünlüklü bir kavrayışa ulaşmalarına olanak tanımıyordu ama Homo Sapiens’lerin beyin yapısı bu çoklu modal işleyişe uygun olarak evrimleşmekteydi. Homo Sapiens’lerin beyni doğa karşısında toplumsal bazı avantajlar geliştirip bu avantajları, ortaya çıkan toplumsal yapılar aracılığıyla sonraki kuşaklara aktarmalarına olanak sunuyordu ve Homo Sapiens’lerin doğal seçilim yarışında daha önde gitmelerini sağlıyordu.

İnsan beyni doğa karşısındaki dezavantajlarını ortadan kaldırmak üzere evrimleşmektedir. Ama ortada bir çelişki durmaktadır. Bu çelişki tam da beynin çalışma biçimine dair elde ettiğimiz bilgiden kaynaklanmaktadır. Çelişki beynin sosyal işleyişi ile o işleyişi anlamak ve hatta yön vermek arasındadır.

Bugün nöronlarla ilgilenen, moleküler basamaktaki işleyiş mekanizmalarının çözümüne katkıda bulunan bilim insanlarının önemli bir kısmı elementlerin dünyasından uzaklaştıkları zaman Descartes’in ikililiğine teslim olmaktadır. Bu ikiliği kendilerince aşmış olsalar da dört yüzyıla yakın zamandır madde ve ruh ayrımının toplumların geniş kesimi için nasıl olup da ortadan kalkmadığına dair akıl yürütmemektedirler. Bir diğer taraftan teknolojik donanıma sahip olmak giderek daha külfetli hale gelmektedir; bu nedenle örneğin beyin görüntülemesi konusunda birçok ülke ve ilgili sadece izleyici pozisyonunda kalmaya mahkûm kılınmaktadır. Yeni teknolojilere yaslanan beyin araştırmalarının finansmanını ise ilaç firmaları ve hatta ABD kaynaklı birçok örnekte silah şirketleri sağlamaktadır. Dert açık ve nettir: milyarlarca dolarlık bir pazar açacak ilacı bulmak! Bu nedenle sermaye çıktısı sınırlı olan ya da olmayan ve büyük bütçe gerektiren birçok çalışma zorlukla yapılabilmekte, hatta yapılamamaktadır.

Bu nedenle örneğin evrimi açıklamaya, anlamaya ve bu alandaki bilimsel bilgi birikimine katkıda bulunmaya çalışan bilim insanlarının toplumsal evrimi ve bu evrim içinde insanlığın seyrini, yani tarihi anlamamaları ise üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Homo Neodendathalis’in peşine düşen bilim insanının toplumsal ilerleme, üretim ilişkileri, üretici güçler ve sınıf mücadelelerinin de peşine düşmesi gerekmektedir. Ya da insan davranışı, beyni, genetik yapısı üzerine incelikle eğilen ve bu alanda kısıtlı da olsa yol almaya çalışan bilim insanlarının Freud’un düşüncesinin tarihsel gelişimini yetkinlikle anlayıp da Marx’ın düşüncesinin gelişimini, toplumların tarihsel gelişimini anlamakta kaba yöntemlerle yol almaları da üzerinde bir kez daha düşünülmesi gerekmektedir. Çünkü beynin işleyişinin anlaşılmasına dair elimizde bulunan veriler hep aynı noktaya işaret etmektedir: Homo Sapiens bin yıllardır kendi kaderine hükmetmeye çalışmaktadır ve bu çaba en güzel uğraş olarak 21. yüzyılda da katkıları beklemektedir.

I. Evrim, Bilim ve Eğitim Sempozyumu – Üniversite Konseyleri Derneği
27 Mayıs 2006, İstanbul
[Evrim, Bilim, Eğitim; Yayına hazırlayan Özgür Genç; NK Yayınları, 2006, İstanbul]

Kaynaklar:
The History of Research on the Brain and Behavior Begins in Antiquity; Biological psychology: an introduction to behavioral and cognitive neuroscience içinde; Mark R. Rosenweig, S. Marc Breedlove, Neil V. Watson; Sinauer Associates, Inc; 2005, sf. 16-22

A Neurologist Looks at Mind and Brain: “The Enchanted Loom”; Phiroze Hansotia; Clinical Medicine and Research; 2003, Volume 1, Number 4: 327-332

Çıkarken: Kartezyen İkiliği Aşmak; Saffet Murat Tura; İmago dergisi, 2005, Sayı 1, sf. 3-8
Nöro-psikanaliz; Saffet Murat Tura; İmago dergisi, 2005, Sayı 2, sf. 7-33

Bilimsel Yöntem ve Fizyoloji; Erhan Nalçacı; Bilim Tarihi Araştırmaları dergisi, 2005, Sayı 1, sf.103-110

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder