7 Kasım 2009 Cumartesi

Vitrinle raf arasında bir yer


Nikbinlik, Ocak-Şubat 2005, sayı 21, sf. 24-26

Buzda yatan balıklar, kırmızı et, beyaz et, otomobil tekerlekleri, giysi dolapları, giysiler, elektronik eşyalar, telefonlar, ucuz kasetler, krakerler, indirimli temizlik eşyaları, deodorant, şampuan, kalabalık, kasalar, kasiyerler ve raflar boyunca mallar, mallar, mallar! Tüm bu curcunanın, içi bir türlü adlandırılamayan huzursuzluğa ev sahipliği yapan steril, geniş, bol ışıklı, ferah ve aydınlık mekânların ortasında üst üste dizilmiş raflarda, yerlerde, indirim reyonlarında bir sürü kitap; ucuz, pahalı, güzel kapaklı, indirimli, sürü sürü kitaplar; kitapların içinde romanlar, öyküler...
Daha birkaç yıl öncesine kadar, derinlikten ve yaşamı yansıtma endişesinden uzak olmakla, cinselliğin ve duygusallığın pornografileştirildiği, tarihin masallaştırıldığı, kendini anlatan "romancı"ların mırıldandığı bir toplama dönüşmekle suçlanan Türkiye romanı, birkaç yıl içinde daha farklı bir toplamı oluşturmaya başladı. Küfür romanlarını, çöküş romanlarını bile geride bırakan hızlı üretim süpermarket romanları kaplayıverdi ortalığı. “Türkiye, tarihinin en büyük roman çılgınlığını yaşıyor. 2004 yılının ilk yedi ayında yayımlanan roman sayısı, Cumhuriyet tarihinin en yüksek noktasına ulaştı. Temmuz ayına kadar 150 yeni roman okuyucuyla buluştu. Üstelik bu romanların 70 tanesi ilk roman. Romancı olarak tanınan yazarların dışında, öykü, şiir, senaryo gibi edebiyatın farklı alanlarında ürün veren yazarların romana yönelmesi kadar, edebiyat yaşamına romanla başlayan yeni yazarların da çıkmasıyla bu rakama ulaşıldı.” [Radikal, 22.07.2004; sf.23]
Yazınsal metinlerin içerdiklerinin ve biçimlerinin, bir toplumun ya da ülkenin tarihsel serüvenine dair bilgi vermesinin olağan ve kaçınılmaz olduğu söylenebilir de yine yazınsal metinlerin, bir ülkedeki sermaye birikim sürecine ve o sürecin gelip dayandığı toplumsal yığının yönelimlerine dair ne kadar izdüşüm taşıdıkları daha dolaylı bir anlamlandırmayı, bağ kurma sürecini gerektirir. Bugün söz konusu dolaylı bağlantıyı en çok, yazınsal üretimlerin birer mala dönüşmeleri, mala dönüştükleri oranda da piyasada varolma biçimleri temsil ediyor. Yeni romanların ve romancıların nereden geldiklerine, kim ya da ne olduklarına da en çok piyasanın dili anlam kazandırıyor.
‘Vitrinde Yaşamak’tan, Süpermarket Raflarına
Nurdan Gürbilek’in 1980’lerin kültürel iklimini ele aldığı kitabında anlattığı vitrin, tüketimi daha da kolaylaştıran, genişleten ve vitrin ihtiyacını ortadan kaldıran rafların habercisiydi. “Vitrin, hep bir bolluğa işaret eder. Ama bu bolluğu mümkün kılan, onu var eden, onun için harcanan, o sırada tükenen yer almaz vitrinde. Vitrin, teşhir ettiği malın bir emek ürünü olduğunu gizler bakan kişiden. Nasıl piyasa farklı emek biçimlerini eşitler ve malları soyut bir değişim değerine indirgerse, toplum vitrine dönüştüğünde de bütün yaşantılar, yitirilen fırsatlar ve sarfedilen emek bir imajdan ibaret kalır.” [N. Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, sf. 35] Bakkaldan bir adet çikletin alındığı günlerin vitrini, bir adedin asla yetmediği ve bu nedenle de çikletlerin bir araya getirilip kutularda dizildiği rafların öncüsü oldu. Karmaşayı, özensizliği, üst üste yığılmayı dışlayan süslü vitrinden, temel özelliği karışıklık, gelişigüzel, üst üste, alt alta dizilme ve tüketim ‘çılgınlığı’ olan raflar arasındaki geçiş dönemini ise Türkiye kapitalizminin seyri belirledi. Tüketimin mekânı değişirken yazar da, yayınevi de, yazınsal metin de değişti.
Türkiye’de 1980’lerin kültürel iklimini tanımlayacak ilk kavram ‘sözün bastırılması’ysa, ikincisi mutlaka ‘söz patlaması’ olmalı. Çünkü 80’lerin ortasında Türkiye’de neredeyse baskı döneminden çıkıldığı yanılsamasını doğuracak yaygınlıkta bir söz, imge ve görüntü patlaması yaşandı.” [N. Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, sf. 16] 1980 ile milâdı konan dönemin temel özelliği egemen güçlerin sol siyaseti dağıtmasıdır ancak aynı dönemin bir diğer önemli özelliği de toplumun siyasetten uzaklaştırması ve bu uzakta konumlanışın ancak ve ancak başka alanlardaki esnemeyle mümkün olmasıdır. Gürbilek’in ‘söz patlaması’ olarak tanımladığı gelişme tam da aslında içinde yaşadığımız tüketilebilir nesne patlamasını önceleyen dönemin özelliğiydi. Örneğin Playboy dergisi, Türkiye’ye, başka alanlardaki bastırılmışlığın zincirlerden boşanarak arzu, dizginlenemez istek olarak girmesini simgelerken en çok bastırılanın parodileştirilmesinin propagandası yapılmıştır: Artık Playboy özgürlüktür! Playboy’un özgürlük söyleminde simgelenen ifade özgürlük için örgütlenmenin beyhudeliği üzerine kurulurken, örgütlenmek, bir araya gelip kafa yormak, kafa tutmak, dayanışmak, eylemek ve ‘köşeyi dönmemek’ gülünç bir hâl almıştır. Elbette ki tüketirken özgürleşecek birey kutsanması da unutulmamıştır. “Derginin sunuş yazısına bakacak olursak, artık ‘gerçekten demokratik, laik, liberal ve özgür’ bir ülkede yaşadığımız kanıtlandı. Üstelik ‘çağdaş birey’ –ama tabii ki erkek birey- olmanın reçetesine de kavuştuk. Dergi, ince zevkleri olan, renkli ve şık Türk erkeğiyle demokrasi ve özgür düşünceyi buluşturma misyonunu yüklenmiş gibi görünüyor.” [G. Savran, Tan’dan Playboy’a, 11. Tez içinde, sf. 218]
Nesnelerin ve nesne tüketiminin patladığı ya da patlama sinyalleri verdiği ve bireylerin bu patlamadaki yerlerini almaya çağrıldığı bir dönemdi, rafları önceleyen. Bugünün çok baskılı, binli rakamlarla basılan raf kitapları için, tüketimin esas uğraş haline gelmesi ama bir yandan da merkezileşmesi, tek elde toplanması gerekiyordu. 80’lerden 90’lara geçişte bu merkezileşme tam da Türkiye sermayesinin yeniden yapılanmasıyla birlikte gerçekleştirildi. 90’lı yılların ikinci yarısında yaşanan restorasyon dönemi, sermaye sınıfının geleneksel alışkanlıklarından kurtulması, Türkiye kapitalizminin yeni bir yön kazanması ve ülkenin dünya kapitalist sistemi içindeki kulvarının farklılaşması doğrultusunda ekonomik, siyasi ve ideolojik alanların yeniden yapılandırılması olarak bu patlamanın, denetim altına alınıp piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırılmasına denk düştü. Hiç kuşkusuz bu tanımda bahsedilen ‘farklılaştırma’ isteği, düzenin sürekliliğini sağlayacak, işçi sınıfının varolmayan ama olası tehdidini etkisizleştirilebilecek ve kriz dinamiklerini, düzeni yıpratmadan bertaraf edebilecek yeni beceriler, farklı mekanizmalar geliştirmekten ibaretti. Ancak restorasyon hem Türkiye sermayesinin kendi iç bileşimini değiştirdi hem de toplumun ve topluma ait olan değerlerin, alışkanlıkların, davranışların da değişmesini sağladı.

Piyasanın Açlığı ve Gücü Restorasyon dönemi Türkiye kapitalizminin kemikleşen sorunlarına, dönemsel olarak düzenin yeniden üretimini çıkmaza sokan kriz başlıklarını denetim altına almaya odaklandığı kadar Türkiye toplumunun ideolojik dünyasına, davranış kalıplarına ve alışkanlıklarına yeni bir biçim kazandırmayı da içerdi. Aynı dönemin bir gerekliliği olarak, toplumsal zenginliğin nüfusun çok küçük bir kesiminin elinde birikmesi hızlandı ve geniş bir kesim yoksullaştı. Söz konusu süreç toplumsal yapıda da kimi kırılmaları ortaya çıkardı ve özellikle büyük kentlerde ‘Laila’ kültürü, gerici gettolar, işsizler ordusu, organ mafyaları, çöp toplayıcılar, son model arabalar, arzuyu sergileyen mankenler aynı karenin içinde buluştu. “Türkiye’de 80’lerin ikinci yarısında başlayan, etkisini kısmen de olsa bugün hâlâ sürdüren bu değişim, bu toplumun modern olabilmek için o güne kadar dışarıda bıraktığı, modern kültürel kodların dışına ittiği birçok içeriğin (bastırılmış taşranın, ama aynı zamanda bastırılmış cinselliğin de) büyük şehrin imkanlarıyla buluşmasının, kendini piyasanın sunduğu sınırlar içinde daha özgürce ifade etmesini içeriyordu.” [N. Gürbilek, Kötü Çocuk Türk, sf.16]
Gürbilek’in bu kez 90’ların kültürel iklimini sorguladığı makalelerinden oluşan kitabında ise Türkiye toplumunun düşünsel ve davranış yönelimleri değiştiği söylenirken, bu değişimin toplumsal yaşantıdaki karşılığını, taşranın ve taşraya sıkışan değerlerin ağırlığını toplumda daha fazla hissettirmesinin öne çıkarması da taşra ile özdeşleştirilen Türkiye toplumunun değişimine denk düştüğü vurgulanıyor. Bugün piyasa dediğimiz görünmez el, tüketimi, arzu ve istek patlamasını, beğenileri, arayışları geçmişe göre, çok değil bir on yıl öncesine göre çok daha doğrudan belirlemektedir. Belirlenen tabii ki aynı zaman da sınırlanmaktadır; söz konusu olan sanatsal yaratı olunca da sınırlandıkça güdükleşmekte, küntleşmektedir. Derinliğin yerini yüzeysellik, yaratıcılığın yerini sıradanlık almaktadır. “Piyasa, ideolojik-düşünsel tercihlerle yazarın bireysel kazanım koşullarını, ‘ürün’ün satış grafiğini iç içe belirleyen bir mantığa sahiptir ve akıllı yazar ‘mantıklı’ olmak durumundadır... Bugün görsel bir bombardıman altında yaşayan insanlığın yazıdan, edebiyattan ve romandan uzaklaşmasının gayet nesnel koşulları vardır ve bu koşullar bizzat ‘piyasa gerçeği’ tarafından yaratılmaktadır.” [A. Mert, Omurgayı Çakmak, sf. 99] Görsel olanı giderek daha fazla kaplayan reklam, yani arzdan önce talep yaratma işi ise yine de günü kurtarmaktadır. Kentlerin dört bir yanına asılan reklamlarla ‘ikimilyondokuzyüzbin’e kitap tüketme özgürlüğü duyurulmaktadır. Bu nedenle reklam metni yazarlarından ‘iyi’ romancı, öykücü çıkmasına ve bunların bir de çok satar olmasına şaşmamak gerekiyor. Çünkü içerik, her zaman için talep yaratılmasının gölgesinde kalıyor. Dert, talep yaratmak olunca ve talep başarıyla yaratılıp hızla nakde çevrilince içerik olmasa da olabiliyor. İçerik önemsizleşiyor. “Sınırsız bir özgürlük var bugün görünüşte. Herkes her şeyi yapabilir, yazabilir, söyleyebilir. Karışan görüşen yok. Ağır çaplı arıza yaratmadığınız sürece mahkemelerde yargılanmak, hüküm giymek, sansüre uğramak gibi sorunlar da geçmişte kaldı. Ama siyasal yaptırımı aşan çok daha büyük bir denetim mekanizması var bugün: Piyasa despotizmi ve sansürü.” [Z. Coşkun; Evrensel Kültür, sayı 137, sf. 63]

Patronları Özgürleştiren ReklamlarÖrneğin bugün göklere yerlere sığdırılamayan Tuna Kiremitçi’nin romanlarındaki kurgu sayfalar boyunca bir türlü açılmıyor, toplanmıyor, bir araya gelmiyor. Çok satan yazarlar kulübünün üyesi olarak Kiremitçi’de ne Murathan Mungan’ın masalsı yaratıcılığı var ne de Orhan Pamuk’un derinlikli bilgisi. Dil kullanımı ise düşündürücü. Çünkü Kiremitçi’nin temel Türkçe derslerini yeniden alması gerekiyor. Çünkü kitapları dilbilgisi yanlışlarıyla, yanlış kelime kullanımlarıyla tıka basa dolu.
Diğer yandan yayınevleri ne yapıp edip çok satan kitaplar bulup yayımlamanın kaygıları içinde; Orhan Pamuk’un okuyucunun hayatını değiştiren kitaplarının açtığı kapıdan, okurun duygularını köpürten, içini gıcıklayan kitaplarıyla İclal Aydınlar geçiyor bir bir. Okur artık “kendini buluyor” bu kitaplarda ya da yazarın “kalemindeki incelik ve sihir” ile kendinden geçiyor. Reklam o kadar esnek ki her ayıbı örtüyor.Reklamın kime yaradığı sorusunun yanıtı ise şüpheye yer bırakmıyor. “Reklamcılığın gelişmesinden önce de mallar vitrinlerde sergileniyordu; o zaman da mallar, emek ürünü olduğunu gizleyen bir kimlikle çıkıyordu karşımıza. Reklamcılık yeni bir dünya yaratmadı; yalnızca patronları da özgürleştirdi.” [N. Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, sf. 32] Patronlar kültür ve sanatı himayelerine ancak bu özgürleşmenin ardından alabildiler. Aydın Doğan, Karamehmet, Koç, onca karanlık işin içinde kültür sevicileri olarak ancak bu özgürleşmeyle ortaya çıkabildiler. “Özelleştirmeler, yalnızca kamu iktisadi teşebbüslerinin özel sermayeye devredilmesi, yabancı sermayeye satılması gibi doğrudan uygulamalarla sınırlı kalmadı, özelleştirme, sağlıkta, eğitimde, sosyal güvenlik alanlarında da gerçekleşti. Kültür ve sanat etkinlikleri, yazar-sanatçı yaratımı da bundan nasibini aldı. Bu, yalnızca holdinglerin ve bankaların sanat-edebiyata alanına girmeleriyle başlayan bir süreç olmadı, sanatsal ve edebi yaratı süreçleri ve sonuçları da ‘serbest piyasa’ ortamının bir parçası haline getirildi.” [Evrensel Kültür; Edebiyat ve Piyasa Dosyası; sf.61]
Piyasa daha aç ve aç olduğu için daha fazla üretimi, daha hızlı tüketimi arıyor. Bu nedenle 2004 yılında patlayan roman yazma merakının arkasında holding yayınevlerinin yayın stratejileri de yatıyor. Ancak tek başına yetmiyor. Türkiye’nin yeni toplumsal dokusu okuruyla, yazarıyla, reklamcısıyla her şeyi daha fazla tüketmeye çalışıyor; tıpkı açlıktan çıkar gibi ya da açlıktan kaçar gibi. Doğrusu, bugün artık kolay ve çabuk okunan, anlatılanla okuyanı özdeşleştiren, zorlamayan, ''Yazar burada ne demek istiyor?'' gibi artık gereksiz sorulara yol açmayan kitaplar istiyor okur çoğunluğu. İstemeleri kışkırtılıyor. Piyasada satılıp alınan bir mal olarak kitap, anlatılanı da mala dönüştürdükçe popülerleşiyor. Çok satmanın yolu malı iyi paketlemekten geçiyor. Yazınsal metni bir mal olarak düşünmeninse ancak iki basit nedeni olabiliyor: İlki, ilgi görmek, ünlenmek; ikincisi de para kazanmak. “Sadece içini döküp rahatlamakla bitmiyor; bir o kadar da görünme, işaret edilme arzusu, görülüp işaret edilenlere -mesela Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Murathan Mungan ve diğer ünlü yazarların medyadan 'bilbord'lardan yansıyan görüntülerine duyulan hayranlık da var işin içinde...” [A. Ömer Türkeş; Roman Çılgınlığı Yaşıyoruz, Radikal Kitap; 23.07.2004]
Yılların özlemi nihayet gerçekleşmiş olabilir; ülkemizin de nadide yazarları ‘çok satar’ olmayı elde etmiş olabilir. Hatta edebiyatın popülerleşmesinden büyük çoğunluk hoşnut olabilir. Ne de olsa alan memnun, satan memnun! Hal böyle olunca edebiyatın life-style odağı olan Picus Dergisi yayın hayatına rahatlıkla “kitabı çok, daha çok satılan bir mala dönüştürmeyi amaçladığını” açıklayarak başlayabilir. Bunda şaşılacak ne var ki? Ne de olsa çikletten, araba tekerinden, çaydanlıktan, sabundan, jambondan bir farkı yok artık yazınsal metnin de. Okur, kendine sürekli önerilenlerle bir kitaptan öbürüne gidebiliyor; okur ve yazar böyle bir özgürlükten başka daha ne ister!
Gerçekten okur ve yazar daha ne ister!Sadece vitrinle raf arasında bir yer mi!

Değiniler:Ali Mert; Omurgayı Çakmak – Türkiye Aydınının Omurga Sorunu Üzerine Otuz Deneme, Gelenek Yayınları, 2002
Nurdan Gürbilek; Vitrinde Yaşamak – 1980’lerin Kültürel İklimi; Metis Yayınları, İkinci Basım, 1993
Nurdan Gürbilek; Kötü Çocuk Türk, Metis Yayınları, 2001
Gülnur Savran; Tan’dan Playboy’a, Onbirinci Tez Kitap Dizisi içinde, Sayı 2, 1986
A. Ömer Türkeş; Roman Çılgınlığı Yaşıyoruz, Radikal Kitap; 23.07.2004
Evrensel Kültür; Edebiyat ve Piyasa Dosyası, Sayı:137, Mayıs 2003

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder