21 Eylül 2025 Pazar

Eleftaria Bulvarı'nda Geri Gelen Mektup

Yaz, sıcak. Balkondayım. Bulvara bakıyorum uzanıp. Ağaçlar, araçlar ve tüm şehir nemli bir uykunun içinde debeleniyor. Gece ve sessizlik içinde Eleftaria. Bezgin bir kedi geçiyor karşıya. Ağırdan, sakin ve umarsız. Saat az daha ilerlese sabaha dönecek gece, ama sıcak halen bunaltıcı. Hiç serinlemedi, artık serinler mi o da belli değil. Sabahı, öğle vaktini ve öğleden sonrayı düşünüyorum. Nasıl geçecek ki gün! İçimi bir sıkıntı daha kaplıyor. Çipurodan son yudumu da çekiyorum, o da ısınmış. Dünyayı ve beni yatıştıracak herhangi bir serinlik yokmuş gibi geliyor artık.

Bir işaret bekliyorum hayattan, bir mesaj. Yok! Hayatın benden ve hatta herkesten yana yok olduğu zamanlardayız sanki. Dünyaya yaşam veren güneş bile kavuruyor hayatı. Her yer, her şey yanıyor, daha ne olsun! Ama beklememe, hayattan bir beklenti içinde olmama da şaşırıyorum. Bir şaşkınlık içinde hafif bir esinti arıyorum balkonda. İnsan kendine yarım asır sonra da şaşırmamalı! “Acımasızlık bu…” diye düşünüyorum. Tuzlu bir yanı var çünkü beklemenin. Ruhunuz lime lime dökülüyor. “Hep böyle miydim ki?” diye irkiliyorum geceye uzanan Elefteria’ya bakarken.

Az öncenin kedisi kaldırımı salına salına adımlayıp tam karşımda duruyor. İki ayağını altına alıp balkona, bana bakıyor. Uzağı çok da iyi göremiyorum. Göz göze miyiz, seçemiyorum gecenin içinde. Ama biliyorum, hayattan bir beklentisi yokmuşçasına duruyor karşımda. Yarı kör düşünüyorum, günlerimin ve gecenin kördüğümü içinde. Ve bir işaret bekliyorum hayattan.

İşte o sıra bir mektup çıkıp geliyor geçmişten. Gece esmiyor ama zihnim az da olsa esiyor diye teselli buluyorum. En azından Seferis gibi değilim diyorum kendi kendime. Urlalı şairin sıcaktan yakınırken zihninin yazları çalışmadığına dair sızlandığı geliyor aklıma. Yaz, sıcak, gece… Zor. Mektup ufak bir kıpırtı oluyor şu serinlemeyen Atina gecesinde. Gün doğsa, ne olacak ki? İçeri geçip bir sigara daha sarıyorum. Müziğin sesini açıyorum az daha, Theodorakis… Yaz Evi.

*

O zamanlar Yanya’da, yatılı okuldayız. Seçilmişiz 12 erkek çocuğu ve denk gelmişiz, aileden yaralı 12 oğlan. Zekiyiz. Bizim dışımızda herkes biliyor bunu sanki, ama biz farkında değiliz o zamanlar kendimizin. Sadece var oluyoruz, alabildiğine kendimizce. Her birimizin ailesinde göçler, sürgünler, direnişler, gömülen kitaplar, vurulan abiler, toparlayamayan dayılar, dağılmış akrabalar ve telef bir tarih var. Ortaklık oradan başlıyor. Tembihler ve uyarılar içinde varmışız okula. Selviler içinde bir avlu ve İngilizlerin inşa ettiği eski hastane binasında eğitim görüyoruz. Fen, matematik ve kimya için.

Bizim gibi, eğiticiler de özel seçilmiş. Görkemli ve köklü geçmişimizden başka bir şey bilmiyorlar neredeyse. Varsa yoksa antikite! Hepsi orada yaşıyor, ellerinde kadim bayraklarıyla. Devlet özel bir müfredat ve ekip hazırlamış bizlere, zekamızı yatıralım diye, önümüzde uzanıp gidecek düzene. Ama o süslü bayraklar da görkemli geçmiş de hiç bizim olmamış, bilmiyorlar. Belki biz de bilmiyoruz, ama içimizde başka bir geçmiş, başka bir bayrak var. Solmuş, eprimiş, kızıl. Ton ton… Bir tepkime içinde çarpışıyoruz okulla, öğretmenlerle, hayatla… Ne sevdiğimiz müzik makbul ne okuduklarımız… Gizli gizli dinleyip gizli gizli okuyoruz çoğu zaman.

Aşağılık kompleksi var sizde!” diye bağırıyor astronomi dersinde öğretmen. Elinde Kostas’ın kasetleri, tek tek kırıyor albümlerini. Sıranın altında bulmuş aşağılık kompleksimizin lanetli aletlerini. Ayakta öylece donmuş kalmış Kostas, öfkeli. Bizler de yerlerimizde donup kalmışız. Tartışma, dersin hemen başında başlamış zaten. Bir grup üniversiteli, Pire limanına ‘Paralı Eğitime Hayır!’ pankartı asmıştı o günlerde ve gözaltına alınıp ağır işkenceden geçmişlerdi. Ülke karışmıştı! Herkes perişandı. Biz de o perişanlığın bir kenarındaydık selviler içindeki yatılı okulumuzda. “Benim polisim işkence yapmaz!” diye başlamıştı Pontus’lu öğretmen derse. Yüzümüze çarpılacak bir gerçekti bu. Bir ders. Özel…

Yorgo işte o zaman fırlamıştı ayağa, gür sesiyle “Yapar!” diye haykırarak. Ailesi, amcasını vermişti Cunta’ya. Derindi geçmişi de bilgisi de. Pontuslu ise donup kalmıştı bu kafa tutuşa. Kara tahtanın önünde yüzü kırmızıya dönmüştü. “Sen ne diyorsun!” diye hiddetle söylenmişti, Kostas “Doğrudur, yapar!” diye destek çıkınca Yorgo’ya. Komiser çocuğuydu Kostas, Pontuslu da iyi biliyordu bunu. Ve durmamıştı Kostas üniversitelilerin acısıyla, devam etmişti: “Lojmanın altında her gece kurulurdu tezgâh… Çığlıklar, bağırışlar evimize kadar çıkardı” diye. Tam da yerinden biliyor ve bildiriyordu olan biteni.

O gün astronomi dersi bir meydan muharebesine dönüşmüştü. Eşitsiz bir cenk, denk olmayan bir çarpışma. Arzın ekseninin eğri olduğunu artık daha sonra öğrenecektik. Pontuslu öfkesiyle çıkıp gitmişti dersten. Ama biz durmamıştık. Hepi topu on altı yaşındaydık. Tüm dünyaya tüm cephelerde kafa tutacak enerjimiz vardı. Öyleydik de…

Ertesi hafta dolap baskını yapılmıştı. Yatakhanede tüm dolaplar didik didik arandı. Dolap dediğim iki metreye elli santimlik bir kuyuydu. Her şeyimiz onun içindeydi: giysilerimiz, okul kıyafetlerimiz, dergiler, kitaplar, kasetler… Aleki’nin dolabından ise Ritsos’un kitabı çıkmıştı: Mezar Yazıtları. Yasaklıydı kitap. Kıyamet koptu.

Şairdi Aleki. Koltuğunun altında kıvırcık dizeleriyle yürüyordu kısa sürecek geleceğine. Ah! En iyi o anlardı ve okurdu Ritsos’u bizlere. Dolaptan çıkan kitabı ise Eleni Hanım vermişti Aleki’ye, okulun sendikalı tek öğretmeni… Ve tabii ki anında soruşturma açılmıştı Eleni Hanım’a ve de Aleki’ye! Selanik’ten müfettişler görevlendirilmişti. Kara arabalar içinde çökmüşlerdi bahçemize. Böyle bir şey nasıl olabilirdi! Düzen ve nizam karşıtı dejenere bir müptezelin yalan yanlış sayıklamaları tazecik zihinleri zehirlemek üzere nasıl da sokulurdu okula! Sorgular yapıldı, Eleni Hanım, Aleki ve her çarşamba, çarşı izninde uğradığımız kitapçı da dahil olmak üzere. Her yer arandı, tarandı.

İşte ne olduysa da o sırada oldu. Elden dağıtılan, fotokopi bir dergi çıkarıyorduk okulda: Kara Büyü. Yanya’nın merkezinde, yıkık Osmanlı Kışlası’nın karşısındaki fotokopicide çoğaltıyorduk dergiyi, göle varan caddenin başında. Yanya küçüktü o zamanlar ama çeşitli fotokopi dergileri barındıracak kadar da büyüktü. Yeni sayısını tüm bu olaylar patlak vermeden az önce çıkarmıştık derginin. Şimdi şu bunaltıcı Atina gecesinde düşününce, toy ve tatlı arayışlar olduğunu hatırlıyorum o sayfalarda. Edebi, siyasi ve de felsefi kapı tıklatmaları… Ritsos, Seferis ve Kavafis’e özenen, ama kendini arayan.

Dergiyi otuz kişiye dağıtıyorduk okulda. Derdimizi derdimiz bilen otuz kişiye. O kadardı! İşte o kişilerden biri kendi kopyasını sırasının üstünde unutmuştu. Ve nöbetçi öğretmen de bulup yönetime vermişti dergiyi. Tabii ki biz tüm bunları sonradan, müdürün odasında öğrenecektik, “Nedir bu?” sorularının arasında. Suç üstü yakalanmıştık sonunda! Ne kadar komünist, anarşist fikir varsa oradaydı işte. Orak-çekiç, anarşi işaretleri ile dolu bir sayıydı ne de olsa!

Sorguya çekildik, ayakta. Önümüze atıldı dergi, kırış kırış. Belliydi, üstünde çalışılmıştı, üstümüze çalışılacağını anlatırcasına. Sıra bizdeydi! Sordular “Nedir bu kara büyü?” diye. Dış bağlantılarımız neydi? Neye, kime güveniyorduk? Neydi bu boyun eğmez halimiz? Var mıydı öyle bir halimiz? Biz farkında mıydık? Vesaire, vesaire…

Yorgo “Biliyorduk,” dedi “derginin elinizde olduğunu.” Ne diyebilirdik ki? Çocuktuk. Boyumuzu aştığını umursamadığımız bir hâl içindeydik. Ne de olsa ülke, tarih çoktan boyumuzun altında kalmıştı. Ne bayraklar bizimdi ne ülke ne de okul! Bizim olabilir miydi? Bu soru hiç bizim sorumuz olamamıştı ki! “Madem biliyordunuz, o korkuyla nasıl uyudunuz ha uşaklar?” diye höykürdü Pontuslu! Katlanmıştık içimizdeki, kaynağını bilmediğimiz cüret ile. Bir Türk atasözü gibi, hamama girmiştik bir kere, terlemek boynumuzun borcuydu. Müdür ve yardımcıları, köpürdüler, sövdüler ve kartallı bayraklarıyla kovaladılar bizi huzurlarından. Eyvallah diyerek çekildik…

Üç gün sürdü cezamızı beklememiz. Yetmiş iki saat! Atılacağımızı düşünüyorduk. “Bu sefer bizi atarlar artık okuldan,” diyordu Nikos. Manolis el yükseltiyordu etüt arasında, yatakhanede: “Kodesi boylamanız an meselesi beyler!” Yasa dışı neşriyat ve yıkıcı fikirleri yayma-basma suçundan… Herkesin ayrı bir derdi, ayrı bir hikayesi vardı aileden yana. Kimse de ailesini yardıma çağıramamıştı. Kim ne yapabilirdi ki o zamanki aklımızla.

Üç gün sonra, müdür yardımcısının odasında cezamızı öğrendiğimizde ise donup kalmıştık. Boş gözlerle birbirimize baktığımızı hatırlıyorum şimdi. Pontuslu söze girip “Boyayacaksınız tüm o duvarları!” diye söylenmişti. Hepsi boyanacaktı! Okulun iç ve dış duvarında ne kadar orak-çekiç, anarşi işareti, özgürlük yazısı varsa hepsi hafta sonunda boyanacaktı. Çarşı iznimiz olmayacak ve boyaları, fırçaları da biz cebimizden karşılayacaktık. Hepsi buydu! Disiplin cezası, sicil bozulması, atılma ve kodesi boylama yoktu. Soruşturma ise hiç yoktu! Müdür yardımcısının ve Pontuslunun huzurundan çıkınca şaşkınlıkla gülmemek için zor tuttuğumuzu hatırlıyorum kendimizi.

Yara bere içinde de olsak tüm o itiş kakışlı meydan muharebesi kayıpsız kapanmıştı sanki. Kıştan bahara ve oradan da yaza uzanan aylar boyunca ıslah edilememiştik. Islahlık bir halimiz yoktu zaten! Okul, müfredat, ülke, dünya ıslah olmalıydı!

Duvarları boyadık. Elimizde fırça ve kireçle. Eğlene eğlene ama biraz da endişe ve şaşkınlık içinde. Dergiyi bir daha çıkaramadık. Yazılarımızı birbirimize yazdık, çoğaltmadan. Ertesi sene mezuniyete giden aylarda ise duvarlara yeni işaretler bıraktık, buradaydık demek için.

Ama içimizde bir soru işareti kalmıştı. Biz, o özel seçilmiş ekibin karşısında nasıl olup da okuldan atılmadan kalabilmiştik? İşkenceden geçen üniversitelileri, diğer okullardaki baskı ve disiplin hikayelerini duydukça, gördükçe, okudukça bu işte bir iş var hissine kapılıyorduk. Onları harcayan, bizi koruyan neydi? Parlak öğrenciler olmamız mı? Derslerimizin iyi olması mı? Aklımız, zekâmız mı? Tüm bunları düşünüyorduk içten içe ama ne olup da geçmişin ve düzenin sopasından nasibimizi almamıştık, işte bunu çözemiyorduk. Olan biteni ise ancak mezuniyette öğrenecektik.

*

Evet, mezun olmuştuk üç yılın ardından. Kitaplarımızı ve şarkılarımızı saklayarak, sakınarak. Kitaplarımızı ve şarkılarımızı birer zırh gibi kuşanarak. Kâh gülerek kâh itişerek kâh korkarak kâh kederlenerek. Ama büyüyerek, birbirine kör topal yaslanan 12 çocuk. Selviler içindeki bir avluda, o eski hastane binasında ve çalkalanıp duran bir tarihin içinde. Mezuniyet buruk bir zafer gibi kalmıştı üstümüzde: hem giymek istediğimiz hem de varmaktan korktuğumuz.

Sade ve vakur bir mezuniyet töreni düzenlediler bizlere. Göl kenarında, yıkık Bizans kilisesinin bahçesinde. Kep atmak diye bir adet yoktu o zamanlar, cübbe gibi şaşalı kıyafetler de. Altı üstü okulu üniversite giriş sınavlarında ülke ikincisi yaparak mezun olmuştuk. Sessiz bir gurur içindeydi herkes. Tumturaklı sözler olmamıştı. Eğiticiler de biz de derslerimizi tamamlamıştık. Sanki herkes birbirinden uzak durmaya karar vermişti o kireçli hafta sonundan sonra.

Dağılmadan önce Eleni Hanım hem bizleri ziyaret etmeye hem de vedalaşmaya gelmişti. Çakmak çakmak gözleriyle görmüş geçirmiş bir kadındı Eleni Hanım. Bizlere ablalık, analık yapmıştı, tüm o karmaşa içinde, yapabildiği kadar. Kendisi de soruşturmalardan geçerek. Yatakhane kapısı açıldı ve gülerek içeriye girdi Eleni Hanım. Yüzünde hüzün, sevinç, rahatlama ve gurur, bir arada dalgalanıyordu. Bir gözüyle ağlıyor, bir gözüyle de gülüyordu bizlere. Yüzünde hem bizleri kazasız belasız uğurlamanın gururu hem de atlatılan badirelerin izi vardı.

Tek tek sarıldık. Uzun uzun baktı yüzümüze. Sonra da kapıyı kapatıp “Bir oturun da az konuşalım, çocuklar” dedi. Bize çeşitli öğütler verecekti belli ki. Ya da bir vedalaşma konuşması olacaktı, biz istemesek de. Bir sandalye çekip yatakhane odamızın ortasına kuruldu. Bizler de nevresimleri toplanmış boş yataklarımıza. “Bu okuldan neden atılmadınız, biliyor musunuz?” diye başladı sözüne. Öylece kalakalmıştık. Sanki zaman da yatakhanenin içinde yüksek tavana yakın bir yerlerde takılıp kalmıştı. Unutur gibi olduğumuz bir soru geri gelmişti aramıza. Hakikaten, biz nasıl olmuştu da kalmıştık o duvarların arasında! Son ders zili çalmıştı işte ve öğrenme vakti gelmişti.

Kızmakla rahatlamak arasında gidip geldi Eleni hanımın gülüşü. Bacak bacak üstüne atıp ellerini dizinde birleştirdi. Şöyle olmuştu: Soruşturma, baskın ve atılma, polislik olma korkusuyla geçirdiğimiz o günlerin tam ortasında bir mektup gelmişti okula, Macaristan’dan. Mektup okul müdürü adına gönderilmiş ama tüm idari kadroya hitaben yazılmıştı. Kısaca okulda nasıl bir baskı ve yıldırma tezgâhı kurduklarından haberdar olunduğu yazılıyordu mektupta. Tek tek öğretmenlerin isimleri, okulda bir grup öğrenciye nasıl da saldırdıkları ayrıntılarıyla ele alınıyordu. Ve bu tavırlarının sürmesi ve ‘çocuklara bir şey olması’ durumunda tek tek hesabının sorulacağı belirtiliyordu. İmzada ise “Yunanistan Halk Direniş Örgütü - Merkez Komitesi” vardı.

Mektup hem infial hem de korku yaratmıştı okulun idari kadrosunda ve onlarla aynı görüşteki öğretmenler arasında. Ciddiye alıp almamak konusunda çok tartışmışlar. Ve sonunda müdür ağırlığını koyup itiş kakışı büyütmemeye karar vermiş. Korkmuşlar, çekinmişler. Öyle demişti Eleni Hanım yaşlı gözleriyle. Ve gülerken bizlere, biz kendi şaşkınlığımızla sevinivermiştik olan bitene. Mektup bizi korumuştu tüm o özel muamelelerden.

*

Yaz, sıcak. Balkondayım. Uzanıp bulvara bakıyorum. Gece sabaha bırakıyor yerini. Ilık bir sakinlik içinde aydınlanıyor Eleftaria. Ağaçlar, araçlar, insanlar ve tüm şehir boğucu bir başka güne uyanacak az sonra. Yunanistan’ı, şu koca şehri, Yanya’yı ve geçmişi düşünüyorum. Theodorakis “İnsana hiç belli olmaz” diyor içeride. Geceleri herkes uyuduktan sonra kimya laboratuvarına çekilip daktiloda mektubu yazışı geliyor aklıma Aleki’nin. Soruşturmaların eli kulağındayken Demokratik Almanya’da mülteci olan dayısına göndermesi… Dayısı ise Budapeşte’deki sürgün yoldaşlarına ulaştırmıştı mektubu. Böylece mektup resmi bir görünüm kazanıp yazıldığı yere geri dönmüştü. Merkez komitenin mührüyle ve postayla. Ve bizleri de korumuştu.

İyiden aydınlanıyor Eleftaria artık. Kuşlar uçuyor sabahın ılık ışığında. Gönüllerince uçuşuyorlar, uçsunlar. Kedi gitmiş. Az sonra sıcak kavuracak bulvarı.

Ben halen bekliyorum, bir şeyleri, güzel insanları anarak, kendime şaşırarak. Büyük bir hasretle… Tıpkı şu şehir, ülke ve dünya gibi.

***

Not: Bu öyküde yer alan tüm isimler uydurma ve tüm olaylar gerçektir. Gerçek kişilerle benzerlikleri ise birer tesadüftür. Eleftaria Yunanca özgürlük demektir. Yanya kuzey batı Yunanistan’da güzel bir şehirdir. Çipuro, rakı benzeri sert bir Yunan içkisidir. Ve bu zor dünyada güzel insanlar iyi ki vardır.

Öyküye Round Midnight Project grubunun Mikis Theodorakis şarkılarından derlediği Nocturnes albümünün eşlik etmesi önerimdir. Ve bir de Theodorakis’in La Casa Al Mare şarkısı.

Görsel: Markus Winkler, Eleftaria Bulvarı, Atina, 2020.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder