Eskiden edebiyat piyasası yoktu. Vardı da bu kadar büyük, güçlü, belirleyici ve baştan çıkarıcı değildi. Küçük, mütevazi bir uğraştı edebiyat bir zamanlar. Etkisi olursa da çeşitli adanmışlıklarla büyüyor bu etki: aşk, halk, yoksulluk, devrim, gelecek gibi. Kimsenin aklında iki roman çıkarıp köşeyi dönmek yoktu mesela. İki roman yayınlamak için insanlar bir araya gelip kooperatifler kuruyordu. İki dergi basmak için (varsa) tüm memur maaşları bir araya getirilip matbaaya yatırılıyordu. Edebiyat demek her şeyden önce karşılıksız bir emek demekti.
İşte o günlerde bin bir çaba ile çıkan edebiyat dergileri de vardı. Henüz “profesyonel” olmamış, hiçbir zaman da olmayacak; “amatör” ama iddialı; derinlikli dergilerdi bunlar. Taraf olan dergilerdi onlar. Örneğin öyle banka reklamı ya da herhangi bir reklam derginin sayfalarını kaplayamazdı. Düşünsel olarak uymazdı böyle şeyler. Birisi maddi olarak yardım edecekse de reklam vererek değil doğrudan destekte bulunarak dergiye yardım edebilirdi. Mütevazi, direngen, öyle kolay zaptedilemeyen ve kendiyle barışık (ama dünyayla kavgalı) bir uğraştı edebiyat, dergicilik.
İşte öyle bir zamanda rastlamıştım Hayati abiye. Rastlamıştım derken yüz yüze hiç karşılaşmadık o günlerde. Ama Ankara’da çıkan edebiyat dergilerinde (İzlek, Edebiyat ve Eleştiri, promete) adını, yazılarını, şiirlerini ve en önemlisi de o dönem yeni çıkmış olan kitaplarının tanıtımına denk geliyordum: Şiirin Kesik Damarları - İntihar Eden Şairler Kitabı. Sanırım ilk kez İzlek dergisinde görmüştüm kitabı. Küçük bir bürosu vardı derginin, Ankara’da, Selanik Caddesi’nde. Oraya gider gelirdik yeni yetme, meraklı, ilgili ve kenara iki üç satır hayat biriktiren üniversite öğrencileri olarak. Kaan İnce daha yeni intihar etmişti ve derginin adıyla da özdeşleşmişti bu erken veda.
Tuhaf zamanlardı o yıllar. Belki de depresif… İntiharın yüceltildiği bir dönemdi. Nilgün Marmara günlerinin içindeydik. Başka şairlerin değil de yitip gidenlerin peşindeydik. Ya da yazma dediğimiz didişmeyi de öyle düşünüyorduk: ölümüne yazmak, öle öle, kanaya kanaya yazmak! Böyle şeyler geçiyordu aklımızdan. İntihar, dönemin en radikal edebiyat eylemi gibiydi bizim için. Övgüler diziyorduk kendi aramızda ölüme, ölmeyi göze almaya, kıyıda dolaşmaya, bir ayağı boşlukta öylece beklemeye. Biraz ergenlik, biraz dönemin atmosferi... İntiharı sanırım seviyorduk!
Ama işte Hayati abinin kitabı başka bir pencere açmıştı intihara. Mayakovski mesela. Onun vazgeçişi hiç bizim buralardaki gibi değildi. Kırılgan, yenik ve biçare değildi Mayakovski’nin intiharı. Yerilmemişti ama aynı zamanda yüceltilmemişti. Göklere çıkarılmamıştı Mayakovski’nin ölümü. Bir ermişlik hikayesine dönüşmemişti. Ya da belki de bize öyle gelmişti... Dedim ya dönem tuhaf bir dönemdi: yaşam değil ölüm yüceltiliyordu. Hayat parlak bir gelecek ve de parlak bir geçmiş vadetmiyordu.
Bir de... Bir de sanırım şiirlerinizin, sözlerinizin karşılık bulabilmesi, yankılanması için ancak ölmüş olmanız gerekiyordu. İyi edebiyatın hakkını sanki ancak ölüm verebilirdi. Açıktan konuşulmayan ama herkesin kabul ettiği bir gerçekti bu. Derinliğin işareti hayatı umursamamak, ölümü takmamaktı. Nihilizmin anarşizmle, sosyalizmle iç içe geçtiği bir dönemdi.
Hemen sonrasında ise Yeni Hayat’la birlikte ülkede, edebiyatta yeni bir dönem açılacaktı. Büyük reklam panolarının roman kapakları ile dolduğu, en uç şairlerin “top ten” filmlerde oynadığı ve bankaların şiire para/telif verdiği bir dönem… Delilikten saçmalığa geçtiğimiz bir dönem… İki binler!
Neyse… Delilik, piyasa akılsızlığından belki de daha güzeldi.
O dönemde, yani doksanların ortasındaki Ankara’da hiç karşılaşmadık Hayati abiyle. O iki ciltlik çalışması ise hep döndü durdu aklımda: intihar eden ve öldürülen şairler kitapları... Promete Yayınları... Evet, kitapları da mütevazi bir yayınevi basmıştı. Prometeus’u ve hikayesini ilk o kitabın kapağından öğrendiğimi hatırlıyorum. Garip kesişmelerin kitabı olmuştu benim için Şiirin Kesik Damaları. Yeni döneme yürürken günler, intihar ve edebiyat ise karmaşık bir öykü olarak kaldı bende.
Sonra hayatın cilvesi bu ya, hiç hesapta yokken psikiyatri ihtisasını kazandım; iki binlerin başında. Sancılı günlerin ardından girdiğim sınavda fizik tedaviden halk sağlığına onca tercih arasında psikiyatri çıkıp gelmişti. Hiç aklımda yokken... Ankara’dan ayrılacak ve İzmir’in rahatlığına, dağınıklığına ve sıcak yazlarına dalacaktım.
Psikiyatri demek dil demekti, psikiyatri demek sözcükler demekti, psikiyatri demek anlam demekti. Ve psikiyatri demek tabii ki de intihar demekti. İntihar ise karanlık bir hikayeydi benim için. Psikiyatriyi kazandığım o günlerde örneğin Zafer Ekin Karabay kendini asmıştı odasının kapısına. Onun sözleriyle “Karşıdan karşıya geçerken eli bırakılan çocuklardık” biz ve ben artık intiharı yüceltmeme, anlama ve hatta önleme işinin tam ortasına düşmüştüm. Psikiyatri intihara karşıydı! (Öyle miydi?)
Hayati abi ise o dönemde Ankara’dan ayrılmak üzereymiş. Heybesinde yeni şiirler, harfler, sözcükler ve hayata savrulmuş küfürlerle Sinop’a yerleşmiş. Yollarımız işte orada kesişecekti, Sinop kalesinde.
İlk tanıştığımızda çok şaşırdığımı ve çok sevindiğimi hatırlıyorum: onca yıldan sonra, aklımda yıllar boyunca bir şekilde yer etmiş yitik bir kitabın yazarıyla tanışmıştım. Ankara, şairler, o yenik dönem buruk bir tat ile çıkıp gelmişti. Ordu Köyü’nde, bir terasta oturmuş Karadeniz’in hırçın dalgalarına bakıyorduk. Hayati abi etkileyici sesiyle aklında uçuşan yeni fikirlerden bahsediyordu. Edebiyat, müzik, siyaset, yaylalar, geçmiş, gelecek hepsi bir aradaydı. Uzaklardan ağır bulutlar geçiyordu. Kara. Geçmişin içinde kaybolmuş onca kesik damarla birlikte…
Nice yaşlara, sözlere, harflere abi…
*
Not: Bilen biliyordur ama bir hatırlatma; Şiirin Kesik Damarları geçen yıl yenilenmiş ve genişletilmiş baskısıyla yeniden okuruyla buluştu. Onca yıldan sonra.
Edebiyat Nöbeti, sayı 39, Mart-Nisan 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder