14 Haziran 2020 Pazar

Batının Doğusu | Öykülerle bir ülke


Korona günlerini özlersek hayatı yavaşlattığı, normalde yapamadıklarımıza yer açtığı için özleyeceğiz sanırım. Kısıtlamalarla geçirdiğimiz günlerde örneğin kitap okumaya daha çok vaktimiz oldu. Ya da “normalde” başka yapamadığımız şeylere... Ben de öyle yaptım. Yani kitaplar okudum, olağan zamanlarda koşuşturma içinde okuyamadığım kitapları.

Öykü okumayı severim, öykü yazmayı sevdiğim kadar; hatta ondan daha çok. Hayatımın ritmine, hızına daha uygun bir edebi tür gibi gelir bana öyküler (ve bir de öykü içeren şiirler). Roman okurken mesela, hayat sürekli araya girer, romanın akışını, ritmini bozar. Ta ki cümleler su gibi, heyecanla akmaya başlayıncaya kadar. Bu akıp gitme için de bazen çok beklemek gerekebilir ve hayatımın ritmi de milyonlarca insanın hayatının ritmi gibi bu tür beklemeler için sıklıkla çok uygun olamayabiliyor.

Öykü ise öyle değildir; hayat öykünün içine girer girmesine ama öykü de hayatın içine girer. Hayat daha farketmeden öykü başlar ve hızlıca içine yerleşir. Mesela iki metro durağı arasına sığabilir öykü. Ya da beş, on dakikalık ayaküstü beklemelere...

İşte ben de korona günlerinde birçok insan gibi kimi kitaplar okudum, hazır fırsat bulmuşken de daha çok öykü kitapları okudum. Hayal kırıklığına uğradıklarım da oldu, piyasa işi abartılar olduğuna kanaat getirdiklerim de. Çevirisiyle boğuştuklarım da oldu, hiç bitmesin istediklerim de. 

Sonra...

Sonra evdeki kitaplar bitti dermişim ama tabii ki bitmedi. Şaka bir yana işte çeviri kitaplardan birisinin verdiği sıkıntıyla kendi kendime söylendiğim bir gün, elim bir yıldır kitaplıkta öylece bekleyen, hatta “Artık sahaf arkadaşıma göndereyim de hayrını görsün” dediğim bir kitaba gitti.

Kitabı geçen yıl, küçük bir geziden önce almıştım. İzmir’in güzel, nadide kitabevlerinden birisi olan Yerdeniz Kitapçısı’ndan. Kitabevinin sahibi Nuray Hanım yolumuzun Bulgaristan’a da düşeceğini duyunca “Okuyun, duacım olursunuz” diyerek tavsiye etmişti kitabı. Bulgaristanlı genç bir yazarın ilk kitabıydı ve hazır yolum oralara düşecekken içeriden öyküler okumak fikri bana iyi gelmişti. Kapak tasarımını, baskısını beğenip yayınevinin de sadece “100 kitap” basmak üzere kurulduğunu falan duyunca almıştım kitabı.

Ama eve gelip de yazarın psikoloji okumak üzere 18 yaşında Amerika’ya gittiği ve kitabı da İngilizce yazdığını okuyunca “Teeee! Denk gele gele Boğaziçi sosyolojiye denk geldik!” demiştim kendi kendime. Bulgaristan’ı Amerika’da İngilizce öyküler yazan bir Bulgardan okumak istemediğim için de kitabı bir kenara atmıştım. Bana soracak olursanız kesin klasik, sıkıcı, anti-komünist gevelemeler ve gereksiz, nihilistik Batı pohpohlamalarıyla doluydu kitap! Amerika’da yazıldıysa ve çeşitli ödüller aldıysa başka ne olabilirdi ki?

Ama yanılmışım. Keşke geçen yıl, o güzel ülkeye gitmeden önce okusaymışım kitabı.

İşte bir şey dürttü ve o gün kitabı, kitaplığın en üstünde atılı durduğu yerden aldım. İlk sayfaları okumamla da elimden bırakamadım. Ki zaten ilk öykü nefes nefese bittiğinde gözümden iki damla yaş da iniverecekti.

Bulgaristan...

Hem çok yakın, hem de çok uzak bir ülke olagelmiştir benim için. Sanırım Türkiye’de oldukça etkili olan bir anti-komünist propagandanın etkisi bu. Ve de tabii ki yaşanan çeşitli acıların. Ama çok güzel bir coğrafyaya sahip, huzurlu bir ülke Bulgaristan. Alabildiğine geniş, kilometrelerce uzanan ayçiçeği tarlaları ve dingin kentleri, kasabalarıyla Türkiye’deki karmaşanın içinden çıkıp geçmek iyi gelmişti geçen yıl bana. Ve gözüm sosyalizmden kalan izleri aramıştı hep. Küçük bir otobüs durağından devasa fabrikalara. Ve hepsi de halen oradaydılar. İnsanların yüzlerinden ayçiçeklerinin arasına.

soL okurları ve yazarları arasındaki Bulgaristan kökenli dostlarımız, sevdiklerimiz daha iyi bilirler ama Bulgaristan “reel sosyalizm” çatısı altında da farklıymış zaten. İşçi sınıfı ideolojisinin gelişkin ve mücadeleci olduğu, toplumsal aydınlanma ve sosyalist işleyişin daha egemen olduğu bir ülkeymiş. Bu yakın geçmiş, ülkenin bugününe de damgasını vurmuş. Onca yıkıma ve yağmaya rağmen.

Ama ülkenin ve insanının şekillenmesinde bir faktör daha var ki kolayca gözardı ediveriliyor: Egemen sınıf olarak Osmanlı ve Türklerin rolü. 400 yıllık bu geçmiş çok köklü bir yere sahip olmuş Bulgar kimliğinde. Direnişler, mücadeleler, isyanlar ve kayıplarla.

İşte yanıldığım kitap, Miroslav Penkov’un ilk öykü kitabı, tüm bunların izlerini taşıyormuş. Komünist bir dedenin sabırlı inadından göçmen bir babanın ülkesinden uzaklarda her şeyi kaybedişine kadar. Ya da mahzun Çingenelerden mağrur Türklere kadar. Penkov, Bulgar emekçi insanının yakın zamanda geçirdiği tüm değişimi incelikle ve oldukça dokunaklı biçimde anlatmış. Ve kitabına da çok manidar bir isim bulmuş: Batının Doğusu! Hangimiz “Batının Doğusunda” değiliz ki şu son 200 yıldır?

Kitapta her bir öykünün insanın içine işlediğini ve çok da tanıdık geldiğini söyleyebilirim. Mesela farzedin ki köyünüzü, şehrinizi bir nehir ikiye bölüyor. Ve bir tarafı sizin kendi ülkenizde, diğer tarafı ise bir başka ülkede kalıyor. Karşı tarafta kalan sevdiğinizle nasıl buluşurdunuz? Ya da hayatınızın son günlerinde, bir huzurevinde kalırken, eşinize bir başkası tarafından yıllar yıllar önce yazılmış mektupları tesadüfen bulduğunuzda ne yapardınız? Penkov işte bunlar üzerinden anlatmış Bulgaristan’ı.

Ayrıca kitabın çevirisinin de çok iyi olduğunu belirtmeliyim. Kübra Kelebekoğlu tarafından yapılan çeviri, kitabın neredeyse Türkçe yazıldığını düşündürtüyor. Muhtemelen yazarın (ve de çevirmenin) İngilizceye hâkimiyetinin de bir yansıması bu durum, ama İngilizce'nin Petkov’un anadili olmadığı da ortada. Yine de sosyalizmin çözülüşü Bulgaristan’ı hallaç pamuğu gibi dağıtmış ve Petkov’a yemyeşil ve insancıl Bulgaristan’dan kurak ve tuhaf Teksas’a düşmek kalmış. O da bu karşıtlığı, bu uzaklığı edebiyata çevirmiş, hepimize yakın kılmış. Başarıyla, içtenlikle ve dokunaklı öykülerle.

Yolunuz Bulgaristan’a düşse de düşmese de okuyun derim. Ucu her anlamda bize de çıkan bir ülkenin, bir dönemin tanıdık seslerini duymak için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder