31 Mayıs 2020 Pazar

Nefes alamıyoruz!


Sanırım dönüp dolaşıp hep oraya geleceğiz. Yıllarca biriken ve sonra da ansızın tutuşan gerilimlere, karmaşanın içinde yol alan arayışlara ve rengini bir türlü bulamayan isyanlara.

Geleceğiz ama hep başka bir şey gerekecek bize. Başka bir şey!

Bugünler tam da yıldönümü: Gezi'nin, Haziran günlerinin içeriğinde de bunlar yok muydu? Birikmiş türlü gerilimler, karmaşa, arayış ve rengini bir türlü bulmayan isyan.

Tüm bunların izdüşümünü Arap Baharı’nda da görebiliriz, öncesinde kabaran küreselleşme karşıtı hareketlerde de. Ve elbette 2008’de, Atinalı küçük Alexis için tutuşan öfkede de. Unutmak mümkün mü? O hep 15 yaşında kaldı ve bir başka Alexis de gelip o öfkenin ateşiyle düzenin belini doğrulttu. Unutmak mümkün değil!

Şimdi George Floyd’un ardından tutuşan ateş de benzeri bir öfkeyi içermiyor mu? Ansızın tutuşan tarihsel bir gerilim ve rengini arayan koca bir isyan. Gördüğümüz bu.

Kapitalizmin başı her yerde belada. O süslü, bol yaldızlı Amerika hariç değil işte!

Ama isyanlar zor, muhaliflikler kolay. Ne yazık ki!

George Floyd’un haberinin ardından Türkiye’de hızlıca dolaşıma giren “Irkçılık, ideolojik bir düşünce değildir, psikolojik bir hastalıktır” paylaşımını görünce “Hah!” dedim “Bir sen eksiktin.” Ne kadar da kolay, cazip ve etkileyici kapitalizmle özdeş bir düşünce dünyasını, siyaseti hastalık ilan etmek. Topu taca atmak gibi. “Bizi uğraştırmayın bu işlerle, psikiyatristleri falan çağırın işte!” der gibi.

Ama alıcısı çok oldu. Türkiye sağının Türkiye soluna armağanı! Golü de olabilir tabii ki!

Sözün sahibi olarak Malcolm X ilan edilmiş ama bir tek Türkiye’de. Ötesi yok. Aklı evvelin birisi Malcolm X’in ağzından böyle bir şey yazmış ve tutmuş. Ne garip!

Öte yandan zaten Türkiye’deki Malcolm X sevgisi de garip! Ne zaman Amerika’da polis bir siyahîyi öldürse Türkiye sağı Malcolm X’e dönüyor. “Onların içinden çıktı ama isyanıyla doğru yolu buldu” diye. Sırf bu diye!

Zaten Türkiye’de başkalarının acısı, başkalarının mücadelesi olunca ortalık ayırma, kayırma, tasnif etme ve kendini görememeden geçilmiyor. Türkiye’de düzen siyasetinin kayıtsız kalamadığı uluslararası iki acı, Amerikan zencileri ve Filistinliler tüm bunların prototipi gibi değil mi?

Örneğin İngitere’deki, Hollanda’daki ya da İtalya’daki siyahîler ve onların başına gelenler o kadar rağbet görmüyor buralarda. Zaten bu tür “başka coğrafyalar” genelde yok hükmünde. Mesela Festus Okey’i hatırlayan var mı?

Ya da oraların, buraların siyahları getirecekleri yarar kadar rağbet görüyorlar. Bir tür yatırım siyaseti geçerli yani. Karşılığı, getirisi varsa siyasete konu oluyorlar. İsimleri o zaman geçiyor. Hele Türkiye’nin kendi acıları, kendi siyahîleri! Biliyorsunuz, onların hepsi şüpheli tipler, dış mihrakların uzantıları ve maşası.

İnsan diyor ki, belki de bir zamanlar çok tutan köle filmlerinin, dizilerinin uzantısıdır Amerika’ya yönelik bu ilgi. Köle Isaura mesela. Ayrı bir yeri vardır Türkiye toplumunun örtük bilincinde. Çok ses getirmişti, insanlar içlerinde hissetmişti Isaura’nın acısını. Burunlarının dibinde olup biten acıları hissetmelerinin çeşitli bedelleri varken…

Ama başka bir yeri var köleliğin Türkiye’de. “Sen soykırım arıyorsan katlettiğin Kızılderililerin hesabını ver önce!” diyen bir aldırmazlıkla malul. Efendi ve kâhya diyalektiği işliyor içinde: Ucuz bir “Sen benim işimi gör, ben de senin karanlık işlerine ses çıkarmayayım, hatta neden olmasın, ben de yer alayım” pazarlığı aslında. Amerika’nın kölelerine karşı pazarlığa tabi bir diklenme: “Ey, Amerika!” Bizim buralara düşen muhaliflik bu.

Bu nedenle sanırım Amerika’da ne zaman bir siyahî vurulsa, öldürülse buralarda yankısı bir başka oluyor. Elbette ki solun ve sağın ilgisi başka, başka ama örneğin yoksul beyazların “emekçi kimlikli” sol çıkışları pek de alıcı bulamıyor bizim buralarda.

Neredeyse Türkiye siyasetinin genetiğine işlemiş bir vasatlık değil mi Kızılderili’nin, Afro-Amerikan siyahîlerin “haklarını” savunurken tepesindeki efendiye yaranmaya çalışmak! “Tebaasına hep adalet dağıtmış” şanlı bir geçmiş mitiyle yaşayan bir siyaset için efendinin köleleri kolay ve hızlıca özdeşim kurabileceği bir imge sağlıyor. Ama özdeşim köle ile değil. Kâhya ile.

İdealize etmek ve bölmek kolay ama idealize etmek ve bölmek ilkel. Hızlıca kaygıyı gideriveriyor bu tarz. “Dünyada güçlülerle güçsüzler vardır. Güçlülerin gücüyle boy ölçüşebilmek için, onlardan birisi olmak için ise güçsüzlerin acısı ikiye ayrılır: sahip çıkılacaklar ve başı görüldüğü yerde ezilecekler!” Sanırım düşünsel mekanizma bu kadar kolay ve basit. Ne yazık ki Filistin de Afro-Amerikanlar da bu düşüncenin nesneleri işte.

Zaten Filistin, Türkiye siyaseti için bir tür “hayırseverlik alanı” gibi değil mi? Bombalar ve ölümler olunca hatırlanan, gündeme gelen ve sonra da unutulan. “Yok” olarak yaşanan. Dünyanın zencileri de öyle! Kendi yaşadığı ülkenin, topraklarının zencilerine, o zencileri ortaya çıkaran düzenine gözleri kapalı ama uzaklara açık. Nasıl olsa oralarda bunu duyan, duymaya ihtiyaç duyan kimse olmayacak. Bunu biliyor. Yeter ki buralarda duyulsun.

İnsanlar çok haklı olarak sitem etmişler, “2017 Nevruz’unda Diyarbakır’da öldürülen Kemal Kurkut’u hatırlayan var mı?” diye. Var mı?

George kahraman, Kemal ise… Biliyorsunuz işte!

Özdeşim kurmak, George ile bedava.

Kemal ile özdeşim kurmanın ise bedeli var. Ama gerçek ama sanal.

Tarih ise öyle bedavaya ve bedelsiz tarih olmuyor.

Bedeli de genelde “sıradan” insanlar ödüyor. Başkası değil.


soL Gazete, 31.05.2020 tarihinde "Ansızın bir infilak, günlerin isyanı ve kolay muhaliflikler" adıyla yayınlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder