2 Mart 2013 Cumartesi

Yeryüzündeki ortak sancılar


Kendi şiir kitaplarıyla tanıdığımız İlyas Tunç ile geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Güney Afrika Şiiri Antolojisi” için buluştuk. Güney Afrika edebiyatı, Cevat Çapan ve Kemal Özer’in çevirileri dışında Türkiye’de pek bilinmiyor. Tunç’un yıllar içinde çevirdiği şiirleri bir araya getiren antoloji ise bu uzak ülkenin şairlerinin hemen hemen tamamını kapsıyor. Tunç, kentleşmeyle birlikte sokak şiirine dönüşmüş bir halk geleneğine dayanan bu şiirin temelde bir mücadele şiiri olduğunun altını çizerken, antolojide yer alan şairlerin çoğunun en az bir kez yasaklandığını ya da hapis yattığını da belirtiyor.

Sizi kara kıtaya da götüren şiirin, hayatınızda önemli bir yeri var; çeviri de bu yerin serüvenli bir parçası sanırım.
Şiir, bana bu anlamsız, saçma, acımasız, eşitsiz dünyaya, bu seçeneksiz, parçalanmış yaşama karşı katlanma gücü veriyor diyebilirim. Bir kaçış mı? Hayır! Tam tersine, diğer sanatlar gibi şiir de insanı ehlileştirme, uygarlaştırma çabasının bir parçasıdır. Yeryüzünde insan dışında hiçbir canlı sanat yapamıyor. Sanat, özelde şiir, bu nedenle bir ayrıcalıktır. Bir üstünlük olarak değil, hizmet olarak bir ayrıcalık... Çok iddialı gibi gelse de insana yapılan hizmette hiç bir şey sanatın yerini tutamaz. Bu nedenle, şiiri kibrin, ikiyüzlülüğün, ukalalığın, vahşetin, barbarlığın, yapaylığın, kabalığın, korkaklığın, tutsaklığın, yobazlığın, vandallığın, safsatanın, politik pisliğin panzehri olarak görüyorum.

Sizi çevirilerden önce kitaplarınızla tanıyoruz. Geride bıraktığınız şiir kitaplarınız ile kara kıtanın seslerinin bir paralelliği de var.
Bir bakıma. İlk şiirim 1977’de yayımlanmasına rağmen ilk kitabım ‘Kış Bir Alkış mıydı’ 1992’de çıktı. ‘Kış Bir Alkış mıydı’ da yer alan şiirler 1990’dan sonra yazılmış şiirlerdir. Bu kitapta çocukluk ve ilk gençlik anılarımın, yaşadığım mekânın, dokunduğum nesnelerin izleri egemen. İkinci kitap ‘Kül ve Kopuş’ ilk kitabın devamı gibi düşünülebilse de özellikle ölüm ve yalnızlık duygularını sorgulaması açısından ondan farklıdır. Anne karnındaki bir fetüsün yaşamını yansıtan ‘Fetüs Günlüğü’ ise üçüncü kitabım. Ortalama doğum süresini vurgulamak amacıyla yedişer dizelik otuz sekiz bölüm halinde yazdığım kitap boyunca anne, fetüs ve şair doğum öncesi yaşamın izlenimlerini farklı boyutlarda dile getiriyorlar. ‘Savrulmalar’şiirin, dilin, sözün, yabancılaşmanın, aşkın, mitolojik unsurların düşünsel düzlemde şiirleştirildiği bir düzyazı şiirler toplamı. Düşünsel boyutun ağır bastığı bir diğer kitap ise diyalog şiirleri gibi kaleme aldığım ‘Karnaval Sözler Kitabı’dır. Son kitabım ‘Sesler İncelikler’ aşkın lirik diliyle yeni tatlar yakalama çabasının ürünüdür diyebilirim.

Güney Afrika şiiri ile ilginiz ne zaman başladı?
2005 yılından beri Güney Afrika şiiriyle ilgileniyorum. Bir gün Hayati Baki’yle sohbetimiz sırasında Türkiye’de şiiri çevrilmeyen ülkelerden bahsederken söz Afrika kıtasına gelince işe Güney Afrika şiiriyle başlamak gerektiğine karar verdim. Karen Press’in‘Yumuşacık’ şiiri beni etkiledi. Kendisine çevirmek istediğimi yazdım. Kabul etti ve başka şairlerin de e-posta adreslerini verdi. İlk yazıştığım şairden yola çıkarak elliye yakın şaire, yazara, editöre ulaştım. Bu, sağlıklı ve güvenilir bilgiler edinmek açısından gerekliydi. Ayrıca, 2009’da katıldığım Afrika Şiir Festivali de diyaloğumu pekiştirdi.

Güney Afrika denince insanın aklına ilk olarak ırkçılık karşıtı politika geliyor. Sanırım şiir de bu politik konumlanıştan beslenmiş.
Güney Afrika çok sayıda farklı dilin konuşulduğu bir ülke. Politik konumlanışın şiire yansıması bana göre önce dil temelinde biçimlenmiştir. Bütün sömürge ülkelerde sömürgeci ülke kendi dilini dayatır. Güney Afrika’da egemen dil İngilizce ve Afrikaans dili olmuştur. Siyah şairler, ırk ayrımcı rejimin uygulamalarını, uğradıkları zulmü, haksızlıkları, kıyımları dünyaya duyurmak için İngilizce yazmayı tercih etmişlerdir.

1970’lı yılların başında İngiliz kökenli Lionel Abrahams, Mbuyiseni Oswald Mtshali’nin İnek Derisinden Bir Davulun Sesi ve Mongane Wally Serote’nin Yakhol İnkomo adlı iki kitabını yayımlar. Siyah şiirin yükselişi bu iki kitapla başlar. Direnişin önemli bir simgesi olan Steve Biko’nun Siyah Bilinç Hareketi’nin ve Mandela’nın Afrika Ulusal Kongresi’nin siyah şiir üzerindeki etkisi oldukça fazladır. Çok sayıda siyah şair bu hareket ve kongrenin üyesidir. Ayrıca, Johannesburg’un bir milyonu aşkın nüfuslu, teneke varoşu Soweto’da yetişen şairler de Soweto Şairleri olarak adlandırılır. Soweto şairlerinin de Güney Afrika şiiri üzerinde önemli etkileri vardır.

Ancak, İngiliz kökenli ve Afrikaans şairlerin ırk ayrımcı politikalara kayıtsız kaldığını söylemek haksızlık olur. Onlar da ırk ayrımcı iktidarın uygulamalarından paylarını almışlardır. Örneğin, Afrikaans şair Breyten Breytenbach, ırk ayrımcı evlilik yasasını çiğnediği gerekçesiyle 1975’de dokuz yıl hapse mahkûm edilmiş, uluslararası baskı sonucu 1982’de serbest bırakılmıştır. İngiliz kökenli bir başka şair Jeremy Cronin ise Afrika Ulusal Kongresi ve Güney Afrika Komünist Partisi’yle ittifak kurduğu gerekçesiyle tutuklanarak yedi yıl hüküm giymiştir.

Öte yandan, beyazların işgalinden önce Güney Afrika şiirinin övgü şiiri (isibonga) denilen sözlü bir geleneğe dayandığını belirtmek gerekir. İsibonga, özünde kabile reislerini övmek için davullar eşliğinde söylenen bir şiir türü olsa da tanrıları, ağaçları, hayvanları, bitkileri, kentleri övmek için de söylenir. Sözlü geleneğin avcı şiirleri, büyücü şiirleri, kehanet şiirleri, ölüm, doğum, evlenme şiirleri gibi çeşitleri de var. Daha çok kırsal kesimde varlığını sürdüren övgü şiir, özellikle 1980’li yıllardan sonra kentleşme olgusuyla birlikte bir tür performans ve sokak şiirine dönüşerek muhalif bir nitelik kazanır.

1980’de Güney Afrika PEN Merkezi’nden ayrılan siyah yazarlar Afrika Yazarlar Birliği’ni (AWA) kurarlar; beyazlardan ayrışırlar. Ama 1994’de iktidara gelen Mandela, parlamentoyu bir beyaz şair olan Ingrid Jonker’in Nyanga’da Askerlerin Vurduğu Çocuk şiiriyle açar. Bu sembolik tutum biraz da halkların kaynaştırılma çabası olarak değerlendirilebilir. Bana kalırsa, çıkarılan dergileri, yapılan etkinlikleri göz önüne aldığımda bugün bu kaynaşma sağlanmıştır diyebilirim. Mandela iktidarından sonra Güney Afrika’da her şeyin güllük gülistanlık olmadığını, özgürlük anlamında bir rahatlamadan söz edilse de ekonomik anlamda siyahlar açısından bir şey değişmediğini belirtmek gerekiyor.

Güney Afrika şiirinin geleneksel bir yanı bulunduğunu belirttiniz. Şairin modern toplumda yeri, toplumla ilişkileri nasıl?
Güney Afrika edebiyatı, New Contrast, Carapace, Donga, Litnet (internet dergisi), New Coins, Botsotso, Chimurenga, Echoes, Fidelities gibi dergilerle canlılığını korumaktadır. Şairler ve yazarlar aynı dergilerde yazmakta, edebiyat vasıtasıyla halklarda yavaş yavaş kaynaşmaktadır. Gerçekten, siyah halkların ırk ayrımcı iktidarlara karşı verdikleri mücadelede Afrikaans ve İngiliz kökenli şair ve yazarların desteklerini unutmamak gerekiyor. Ülke dünya çapında romancılar, şairler çıkaran bir edebiyat geçmişine sahip. Güney Afrika, Sahra-altı Afrikası’nın bir anlamda sanatsal merkezi ve sanatın her alanında etkinlikler düzenleniyor. Performans ya da sahne şiiri hâlâ ilgi görüyor. Dans ve müzik zaten yaşamın bir parçası.

Örneğin, bir şiir festivali olan Poetry Africa’yı organize eden Kwa-Zulu Natal Üniversitesi’nin Yaratıcı Sanatlar Merkezi. Bu merkez her yıl dans, film, şiir ve edebiyat için uluslararası dört festival düzenliyor. Kitap fuarları, imza günleri, paneller düzenleniyor. Bütün bunlara halkın ilgisinin oldukça fazla olduğunu söylemeliyim.

Çeviriye devam ediyor musunuz? Yoksa sizden yeni bir kitap mı beklemeliyiz?
Her ikisini de. Çeviri olarak Afrika şiirine bir başka ülkenin şiiriyle, Nijerya şiiriyle devam ediyorum. Sanıyorum bu yıl Çağdaş Nijerya Şiiri Antolojisi de yayınlanacak. Amerikalı şair Martin Espada’dan çevirdiklerim de her an yayımlanabilir. Kendi şiirlerime gelince yedinci kitabın hazırlığı aşamasındayım. Şiir ve sanat üzerine denemelerden oluşan bir dosyaya da yeni yazılar ekleyerek ihmal etmemeye çalışıyorum.

Amatör edebiyat merakımızla bir soru yönelterek bitirelim: Şiir ve dünya nereye doğru yol alıyor?
Başlangıçta şiir büyü, dans ve müzikle iç içeydi. Ayrışma, onların toplumsal işlevini dolaylı boyuta indirgedi. Pragmatist insanlar, dolaylı olanı görmezden gelirler; elbette sanatı da... Günümüzde şiirin anlamdan soyutlanarak yalnızca sese bürüneceğini düşünenler var. Ancak, ses hareketle bütünleşmediği sürece salt anlamsızlığa dönüşür. Aklımızın bütünleştirme yetisi anlamsızlığı imkânsız kılar. Bu nedenle iki nokta arasında her zaman bir çizgi vardır. Öyleyse, şiirin varacağı yer, geldiği yer olabilir. Olabilir, diyorum. Çünkü öte yandan teknolojik ve bilimsel gelişmeler farklı bir insan tipi de yaratıyor. Farklı insan tipinin yazacağı şiir de algı anlayışındaki değişiklik nedeniyle farklı olacaktır. Belki de şiir, gittikçe zapping ya da sıfır bilince doğru yol alıyordur bu hız çağında. Ya da almadığı içindir ki kitleler tarafından kabul görmemektedir.

Sanıyorum Descartes’in kitaplarından birinde yaklaşık şöyle bir Suriye masalı anlatılıyordu: Göğün yedinci katına çıkan insanoğlu orada bir melekle karşılaşır. Melek, aldığı besin nedeniyle tuvalete gitme ihtiyacı duymaz. Dışkıları teninden güzel kokulu buharlar halinde çıkar. İnsanoğlu, sıkıştığı bir anda meleğe ayakyolunun nerede olduğunu sorar. Melek de ona parmağıyla dünyayı işaret ederek ‘Orada, ta uzaktaki ufacık deliği görüyor musun’ der. İnsanoğlu, evet deyince melek, ‘işte, evrenin ayakyolu orasıdır’ karşılığını verir.

Dünyanın bugünkü durumu bu! Nereye gideceğini düşünmek istemiyorum! Yine de insanların melek olma şansları var. Nasıl mı? Sanat yoluyla. Sanat, insanı uygarlaştırır, evcilleştirir dememiş miydik bu söyleşiye başlarken.

soL Gazetesi, 02.03.2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder