soL dergisi; sayı: 217, 13 Şubat 2004
Yanılmışız. Bir grup solcu olarak yanılmışız. Kaba eleştiriden uzak durmak ve eleştireceğimiz nesneyi öncelikle anlayabilmek adına, düzenin çamuruna en azından parmak uçlarımızı değdirecektik ama sonra bir de baktık ki çamur boğazımıza gelmiş. Tuna Kiremitçi’ye ve yazdıklarına, solcu önyargılarımızdan sıyrılarak yaklaşalım derken yalana saplanıp kalmışız. Hem zamanımızı ayırdığımız için hem de önyargılarımızdan sıyrılalım diye uğraştığımız için yanılmışız. Çünkü ‘şehirli yalnız kadının aşk romancısı’ ya da ‘reklamı iyi bilen, mürekkep yalamış postmodern yazar’ gibi önyargılarımız bile romanları okuduktan sonra havada kaldı. En azından geçmişte eleştirilen Ahmet Altan ya da Latife Tekin belli bir derinliği barındırıyordu ve hatta yazdıklarından keyif almak, eleştirirken kendimizi geliştirmek mümkündü. Kiremitçi daha fazlasını hakediyormuş, önyargılarımız yetmiyormuş; dedim ya yanılmışız...
Kuşak Meselesi...
Kuşak meselesinin emperyalizm ya da karateyle alâkası yok. Ama bizi Kiremitçi’nin buğulu dünyasına çeken gazete sayfalarında, edebiyat dergilerinde adımıza söz aldığı ‘kuşak’ meselesi oldu. En azından yaş itibariyle aynı kulvardaydık, özal çocuklarıydık, apolitiktik falan filan. Koca koca puntolarla Kiremitçi kuşağımızı savunuyordu: ‘Bizim Kuşak Başkaları Tarafından Sürekli Tarif Edildi!’ Doğru söylüyordu, çünkü bir kuşak olmadığımızı, olamadığımızı anlayamamıştı. Henüz büyük işler becermekten uzak olduğumuz için tarihe, karanlıkta el kol yordamıyla kendini arayan ve her kapının ardında yalnızca ve yalnızca kendini bulan, kuşak olamamış bir nesil olarak geçebilirdik. Ama Kiremitçi’yi önemsedik, çünkü adımıza söz alma cüretini göstermişti. Belli ki okumuştu, bizim okuduklarımızı; belli ki dinlemişti, bizim dinlediklerimizi; belli ki gezmişti, bizim sokaklarımızda ve belli ki yaşamıştı, az ya da çok bizim yaşadıklarımızı. Üstüne bir de her yerden, örneğin Fethi Naci’den de övgüler aldığını duyunca kitaplarını edindik ve başladık okumaya.
Burada bir parantez açıp kuşak olamamış bu nesli biraz tarif etmek gerekiyor. Tarife yalnızlıkla başlamak iyi olur herhalde. Uzun süre yalnızlık çektik çünkü. Korku ile devam edelim. Babalarımızı götürdükleri için çok korktu neslimiz. Çünkü annelerimizin üstünde TÖB-DER yazan çantalarını bile evde korka korka açtık. Çocuktuk, polis sirenleri duyduk. Sonra okula başladık; genel olarak sıkıcıydı ama özel okullara gitmek övünülecek değil, utanılacak bir şeydi. Okul kitaplarındaki edebiyat tek düze ve can sıkıcıydı. Kıyıya, köşeye çiziktirmeye başladığımız şiirlerle, öykülerle okul kitaplarının içindeki öyküler, şiirler arasında uçurumlar vardı; uçurumdan aşağıya bakmak, hatta uçmak güzeldi. Üstü örtülmüş bir sol geçmiş, ülkenin doğusunda süren ayaklanma, siyasetin kirli bir uğraş oluşu ve derslere giren öğretmenlerin büyük bir kısmının cehaleti, dumanlı başımızın etrafında dolanıp duruyordu. Ülke çağ atlıyordu ama... Bir terslik vardı! Biz durup durup öfkeleniyorduk. Hüzün, yağmur, kabuk, yara, irin, deniz, bulut, kanat bizim kelimelerimizdi. Renklerden maviyi seçtik; geniş yalnızlığımıza iyi geldiği için. Bir de kızıl terkedilmişti, hapsedilmişti, ailelerimiz tembihlemişti; kızıldan uzak durduk. Bir de beğenmedik, çünkü siyaset bize göre değildi. Ama müziği keşfettik: hızlı, melodik, öfkeli, isyankar, herkesin dinlemediği bir müziği. Sonra fanzinlerimizi çıkardık. Aziz Nesin henüz yaşıyordu ama biz onunla tanışmadan önce fotokopi aletleriyle tanışmıştık. Böylece yazıyla aramızda bir bağ da kurulmuştu. Gerçi klasiklerden önce Beyaz Zenciler’i okuyorduk ama sonuçta ‘kitap’ okuyorduk. Kavafis’le ağlayıp, Ortaçgil’le hüzünleniyorduk. Kırılgan, ekşi, acı, bulanık, sancı, iklim, bellek, gına, sıkıntı, keder, duman, sis kimliğimizdi; cüzdanımızda onları taşıyorduk. Kayıp bir nesildik; daha mücadele etmeden yenilmiştik, yenilgiyi iliklerimize kadar hissedebiliyorduk. Gettolarımızda yaşamı üretiyormuş gibi yaparak tüketmeyi becerebiliyorduk. Hiç olmayı seviyorduk ama hiççilik bile yapamıyorduk.
Bu işte çok iş var!
Kiremitçi bu nesli az ya da çok yaşamış ve romanını da yazmaya kalkışmış ama anlatmayı becerememiş. Kiremitçi için neslimizin değerleri bir yük olmuş ve kelimelerimizi, sokaklarımızı, ezgilerimizi, dizelerimizi üst üste, alt alta dizip bu bulamaca biraz da aşk ya da yalnızlık ekleyince roman yazabileceğini düşünmüş. Bir de yazabilirse ortamlarda ‘büyük romancı’ olarak süzülebileceğini keşfetmiş. Reklamcılık yapması da bonus puan olarak hanesine zaten yazılıymış.
Kiremitçi’nin romanlarındaki kurgu zayıf bile değil, kötü. Kurgu sayfalar boyunca bir türlü açılmıyor, toplanmıyor, bir araya gelmiyor ve sonuçta yazma becerisi gösterdiği iki kitaptan da bir bütünlük çıkmıyor. Postmodern bir tarz tutturmak için bütünlüğü bilerek oluşturmadığını veya parçaladığını düşünebilirdik ama işçilik uyduruk olunca ortada post most kalmamış. Yazar bunalım neslinden nihilizm bile çıkartamamış. Halbuki bizim neslimize nereden bakarsanız bakın hiç olmayı görebilirsiniz. Yazar, bunalımımızın edebiyatına soyunur gibi yapıp açığı reklamla kapatmayı tercih etmiş.
Karakterlere gelirsek... Karakterler aslında her iki kitapta da yerinde seçimlerle oluşturulmuş: kentli ve kırılgan olan, örgütlülüğe küfreden ama yine de kendi köşesinde kimseye zarar vermeden yaşayan, şiirden ve gezmekten anlayan, uluslararası aşk operasyonlarında yer alabilen, çok iyi gitar çalan ama piyasadan da uzak duran karakterleri var romanların. Bize yabancı olmayan, en yakın arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan ve hatta kendimizden bildiğimiz karakterler bunlar. Ama Kiremitçi, karakterleri derinliğiyle ele almaya ya üşenmiş ya da becerememiş. Örneğin Git Kendini Çok Sevdirmeden’in ana karakteri olan Arda’nın büyük acısına, yalnızlığına, aşkı keşfedişine, aldanışına, yazar yan çizdiği için bir türlü ortak olamadık; halbuki yazar üşenmese ya da becerebilse Arda’nın aşkından, aldatılışından, acısından okuyucunun karşısına kendisinin de yabancı olmadığı nesli çıkarabilirdi. Aynı durum Bu İşte Bir Yalnızlık Var’ın müzisyen Mehmet’i için de geçerli. Yazar bir ara yakından tanıdığı ve bizzat üreterek (Kumdan Kaleler’in Denize Doğru isimli bir albümü vardı ve albüm soL’da da tanıtılmıştı; Kiremitçi’nin sesini o albümde duyabilirsiniz) içinde yer aldığı dumanlı müziğimizi anlatmaktan korkmuş. Gitarlarımızın tellerinden titrek titrek çıkan müziğimizin çıkmazlarını, öfkesini, aranışlarını, ikiyüzlülüğünü anlatmaya kalkışmış ama hem Mehmet hem de kendisi notaların altında ezilip kalmış. Kiremitçi de okuyucunun gözüne soka soka müziğin bizim kimliğimizin has unsuru olduğunu anlatmaya çalışmış. Ama öyküsü bir türlü oturmayan sayfalar dolusu anlatının hissettirdiği müzikten çok reklam oluyor. Yazar kendisi pazarlamaya çalışmış, hepsi bu. Sokağın ortasında gitarıyla oturan Mehmet’e ayakkabı boyacısı çocuğun dediği gibi: “Abi, bir solo atsana!” Kiremitçi solo atarak okuyucuyu büyülemeye kalkışmış ama nafile...
Çok satan ama okunmayan yazarlar kulübünün yeni üyesi olarak ise açık söylemek gerekirse Kiremitçi’de ne Murathan Mungan’ın masalsı yaratıcılığı var ne de Orhan Pamuk’un derinlikli bilgisi. Dil kullanımı ise düşündürücü. Çünkü Kiremitçi’nin temel Türkçe derslerini yeniden alması gerekiyor. Kitapları dilbilgisi yanlışlarıyla, yanlış kelime kullanımlarıyla tıka basa dolu. Kendisine özgü bir dil oluşturabilmek için kelimelerin anlamlarını zorlamaya çalışmış ama fazla zorlayınca kelimelerin haşatını çıkarmış. Kiremitçi’nin konu anlatımı ilkokul yıllarında tuttuğumuz günlükleri andırıyor; olaylar ardı sıra sıralanıyor. Cümle aralarında ise okuyucuya olayların birbirini takip ettiğini hissettirecek hiçbir estetik bağ kurulamıyor. Sonuç eklektik ve yavan bir dil oluyor. Karakterlerdeki, dildeki ve anlatımdaki yavanlık mekanın betimlenmesi için de geçerli. Yazar üzerine romanını kurduğu mekanları turistik bir bakışla anlatabilmiş. Ötesine yani estetik bir beceriye kalemi yetmemiş. Mantık hataları, gereksiz zorlamalar ile mekanın da haşatını çıkarmış. Kitapların başına konan alıntılar da okuyucuyu yazarın çok okuduğuna dair etkilemek için konulmuş. Bir de romanların en olmayacak yerine polisiye, gerilim gibi gizemli öğeler katılmaya çalışılmış ama ortaya ‘ucuz roman’ yerine yavan roman çıkmış. Yazarın Diyarbakır tanımlaması ise dillere destan: “Ay üssü alfa gibi bir yer!” Yazar Kürtlerden çok korkmuş, çok... Dahası var ama bu kadarı yeter...
Yazalım, Pazarlayalım, Kazanalım...
Sonuçta kendisi İstanbul’un göbeğinde eğitilmiş bir de üstüne sinema ve televizyon okumuş. Reklamlar için metin yazarlığı yapmış. Şiirler yazmış, ödüller almış. Şiirlerinde anglo-saxon edebiyatının izlerini taşımış ama iş dönüp dolaşıp en sonunda reklama gelmiş. Kendisinin de sık sık ifade ettiği gibi romanlarının isimleri üzerine belli ki çok düşünmüş. Büyük bir ihtimalle ‘Nasıl çok satar?’ diye çalıştığı reklam şirketinde beyin fırtınaları estirmiş. Ama çok fazla düşünmek de kabızlık yapabiliyor çünkü kurgusu olmayan bir anlatı ile isim arasında ancak zorlama bağlar kurulabiliyor. Kiremitçi’nin romanlarında anlatmayı beceremediği konuyla kitaplarına koyduğu isimler arasında beşinci göbekten bir ilişki var. Paket iyi bulunmuş ama kitapların isimleri içeriği yansıtamamış, çünkü içerik tel tel dökülüyor.Gazete köşelerinde ‘İyi edebiyat okunmuyor!’ diye davul çalanların, edebiyat dergisi çıkaranların Kiremitçi konusunda neden bu kadar cüretkar davranabildikleri ise çok ilginç. Ses çıkarmıyorlar diyemeyiz çünkü düpedüz övüyorlar. En azından Nazım Hikmet’in şiiri, aşkları, görüşleri hakkında laf üstüne laf üretmeyi becerebilenler Kiremitçi’yi sindirebiliyorlar. Şüphelerimiz var! Kitapevinde bize Kiremitçi’nin kitabı diye başka bir kitap mı sattılar? Ya da edebiyat baronlarımızın yalanı sindirmek konusunda hazımsızlık sorunları da kalmadı mı? Çünkü ortada örgütlü bir yalan var. Toplam 100.000 adet basan ve 60 kadar baskı yapan bir yalan bu. Kuşak olmayı beceremeyen bir neslin üzerinden büyütülen bir yalan. Ama bir de bakarsınız o nesil bir gün öfkesini alır ve kırılganlığına, acılarına, yalnızlığına rağmen geçiverir kendisinin karşısına. Gerçeği örgütler. İşte o zaman yalnızlığın da aşkın da romanı yazılır. Hem de en güzelinden...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder