22 Mayıs 2025 Perşembe
Psikozların Sosyal Yönü
Psikozlar oldukça geniş bir kavram. Özellikle son 20 yıla yayılan yüzlerce araştırma sayesinde psikozun genel toplumda sadece klinik bir olgu olarak değil aynı zamanda daha geniş bir yelpaze (spektrum) olarak dağılım gösterdiğini artık biliyoruz (Kırlı ve Binbay 2018; Binbay ve Kırlı 2023). Yelpazenin bir ucunda belli belirsiz, sadece birkaç kez ortaya çıkan, geçici psikotik yaşantılar bulunuyor, diğer ucunda ise neredeyse yaşamboyu süren ve ağır bir klinik tabloya yol açan şizofreni ve benzeri bozukluklar bulunuyor. Ve yelpazenin hangi noktasına odaklanırsak odaklanalım, ister şizofreniyi ele alalım ister gelip geçici psikotik yaşantıları, tüm bu yelpaze boyunca ısrarla kendini gösteren ve farklı alanlara dağılmış sosyal (toplumsal) özellikler dikkat çekiyor. En genetik görünümlü durumlarda dahi cinsiyet, eğitim düşüklüğü, yoksulluk, etnik azınlık olma, göçmenlik gibi toplumsal etkenler öne çıkıyor (Binbay ve Kırlı 2023).
Bu yazıda yaşamın farklı dönemlerine dağılmış toplumsal etkenler/özellikler ile psikoz arasındaki ilişkiyi ele almaya çalışacağım. Söz konusu geniş ilişki ağını ele alırken de psikozu yelpazesinin tüm görünümleri içinde ele alacağım. Yani eşikaltı psikotik yaşantılardan ciddi yıkımla giden şizofreniye kadar tüm yelpazenin toplumsal özelliklerine bakacağım. Ancak özellikle klinik uçta çalışmaların daha çok şizofreniye odaklandığını da belirtmek isterim. Hâlbuki psikozun klinik görünümünün şizofreniden ibaret olmadığını biliyoruz. Birer klinik tablo olarak şizoafektif bozukluk, kısa psikotik bozukluklar, psikotik bulgulu duygudurum bozuklukları ve hatta demans, dissosiyasyonlar, kişilik bozuklukları da bu yelpazenin içinde bir yerlerde bulunuyor (Kırlı ve Binbay 2018). Ancak bu yazının temel olarak sanrı ve varsanılarla giden psikozlara ve psikozun belirleyici olduğu klinik tablolara (psikotik bozukluklar) odaklandığını belirteyim. Yani klasik anlamıyla şizofreni ve benzeri durumlar ile toplumsal özellikler arasındaki ilişkiye bakacağız. Daha ötesine değil.
9 Mart 2025 Pazar
Hakkımda
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi (İng.) 2001 mezunuyum. Psikiyatri uzmanlığımı Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı'nda 2009'da tamamladım. Uzmanlık eğitimim sırasında “TürkSch - Psikozlarda Gen-Çevre Etkileşimi için İzmir Akıl Sağlığı Araştırması” ekibi içinde yer aldım. Uzmanlık tezimi “toplumsal eşitsizlikler ve psikotik yaşantılar” üzerine yaptım. Uzmanlık sonrası Sinop'ta görev yaptım ve 2013 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı'nda öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladım. 2014 yılında Hollanda Maastricht Üniversitesi'nde “kentsel sosyal çevre ve psikozlar” üzerine doktoramı tamamladım. 2018 yılında ise doçent unvanı aldım.
Dokuz Eylül Üniversitesi'ndeki mesleki ve akademik yaşamımı 2024 yılına kadar sürdürdüm. Ağırlıklı olarak şizofreni ve psikotik bozukluklar alanında çalıştım. Çoğunluğu epidemiyoloji, psikotik bozukluklarla ilgili olmak üzere yayınlanmış 120 üzerinde bilimsel ve mesleki makalem bulunuyor. Türkiye Psikiyatri Derneği'nin farklı kurullarında uzun yıllar görev aldım. Yine uzun bir dönem soL Haber Portalı'nda haftalık yazılarımla yer aldım.
Farklı kitaplarda (Tıp Bu Değil [2012]), Barış Kitabı [2015], Şizofreni ve Psikotik Bozukluklar [2017], Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm [2018]) yazılarım yer aldı. Yayınlanmış iki öykü kitabım (Gerisi Hep Rivayet [2016], Ruhlar Mezbahası İyi Günler Diler [2020]) bulunuyor. Çalışmalarımı İzmir, Alsancak'ta bulunan muayenehanemde sürdürüyorum.
Dokuz Eylül Üniversitesi'ndeki mesleki ve akademik yaşamımı 2024 yılına kadar sürdürdüm. Ağırlıklı olarak şizofreni ve psikotik bozukluklar alanında çalıştım. Çoğunluğu epidemiyoloji, psikotik bozukluklarla ilgili olmak üzere yayınlanmış 120 üzerinde bilimsel ve mesleki makalem bulunuyor. Türkiye Psikiyatri Derneği'nin farklı kurullarında uzun yıllar görev aldım. Yine uzun bir dönem soL Haber Portalı'nda haftalık yazılarımla yer aldım.
Farklı kitaplarda (Tıp Bu Değil [2012]), Barış Kitabı [2015], Şizofreni ve Psikotik Bozukluklar [2017], Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm [2018]) yazılarım yer aldı. Yayınlanmış iki öykü kitabım (Gerisi Hep Rivayet [2016], Ruhlar Mezbahası İyi Günler Diler [2020]) bulunuyor. Çalışmalarımı İzmir, Alsancak'ta bulunan muayenehanemde sürdürüyorum.
12 Ocak 2025 Pazar
Karışan bir dünyada kırışıyor zihinlerimiz...
Ne hatırlıyorum? Bir çok şey…
Ama mesela üstünden oldukça uzun zaman geçmiş bir günden de şunu hatırlıyorum: Komşumuz ölmüş, Refik amca! Emekli öğretmen, emekli olmasına rağmen kravatını ve takım elbisesini çıkarmayan oyuncakçı Refik dede. Ben oldukça çocuğum. Hayata gözümü yeni açmış değilim ama dünyayı yeni yeni tanıyorum, artısıyla eksisiyle, sağıyla ve soluyla.
İşte bir yaz akşamüstünde, balkonda oynarken haberi gelmişti Refik amcanın. Oyuncak dükkanında yığılıvermişti: “kalp krizi” sözünü hatırlıyorum o günden ilk ve de 57 yaşında olduğunu. “İyi yaşamış!” demişlerdi o gün büyükler. Beyaz düşmüş saçları ve kırlaşmış bıyıklarıyla bana da öyle görünmüştü. Yeterince yaşamış, yeterince yaşlanmış… Ölmeyi bekleyecek, belki de hakedecek kadar. Çocuk aklı işte.
Evet, o zamanlar Türkiye’de beklenen yaşam süresi de o kadardı zaten. Neredeyse yarım asır önce. Bugünkü emeklilik yaşını yani 65’i bulan, fazladan gani gani yaşamış sayılıyordu. 90’ınını bulan neredeyse hiç yoktu, 80’inini geçen ise yüzyıl yaşamış muamelesi görüyordu “Nine sen Atatürk’ü gördün mü?” soruları arasında. Ve genellikle oldukça titrek ve yorgun bir sesle verilen “evet torunum, istasyonun orada fötr şapkasını sallamıştı bize” yanıtıyla. Büyülü zamanlardı, her çocukluk gibi.
Sonra hayat uzadı, ölüm biraz daha öteye uzaklaştı. Ama öyle durup dururken değil. Dünya “zenginleşti”, Türkiye “zenginleşti”. Ama öyle birden bire ve kendiliğinden değil: daha çok kişi eğitim aldı, daha çok kişi vasıf edindi, daha çok kişi üretim sürecine katıldı, daha çok kişi kentlere yığıldı; hayat zorluklarına rağmen milyonlar için geçmişe göre daha “konforlu” hale geldi. Bir başka şekilde söylersek sermaye ve emek tüm dünyayı değiştirmeye devam etti: milyonlarca yeni “üretici güç” katıldı her yıl üretim bandına; yollar, araçlar, binalar, yiyecekler ve giyecekler gibi milyonlarca yeni ihtiyaçla birlikte. Binlerce yeni teknoloji ortaya çıktı; ilaçlar, internet, görüntüleme ve iletişim araçları gibi binlerce yeni olanakla birlikte.
Evet, bunların bileşke çıktılarından birisi olarak da dünyada ve Türkiye’de ortalama yaşam uzadı. Her şeyden önce üretim sürecinin genişlemesi, çeşitlenmesi ve iki ana toplumsal sınıf arasındaki kimi zaman gönüllü kimi zaman da mecburi itiş kakış ile. Türkiye’de ortalama yaşam süresi 80’e dayandı ve kadınlarda ise oraları çoktan geçti (evet, kadınlar daha uzun yaşıyor, her yaşam döneminde; toplamda ise en az altı yıl fark atıyorlar erkeklere).
Peki sonuç ne?
Hayatın her alanına yayılan bir çok sonucu var ortalama yaşam süresinin uzamasının. Hatta devrim arayışını, ihtiyacını erteleyen bir etkisi bile var. Ciddi bir etki bu! Öyle yabana atılacak cinsten değil; tartışılmalı. Ama ben oralara girmeyeceğim şimdi. Hepimizin çevresinde ufaktan farkettiği ama herkesin de kendi felaketini yaşadığı bir başka temel sonuca değineceğim, güzel ve hüzünlü bir film üzerinden…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)