9 Mart 2025 Pazar

Hakkımda

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi (İng.) 2001 mezunuyum. Psikiyatri uzmanlığımı Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı'nda 2009'da tamamladım. Uzmanlık eğitimim sırasında “TürkSch - Psikozlarda Gen-Çevre Etkileşimi için İzmir Akıl Sağlığı Araştırması” ekibi içinde yer aldım. Uzmanlık tezimi “toplumsal eşitsizlikler ve psikotik yaşantılar” üzerine yaptım. Uzmanlık sonrası Sinop'ta görev yaptım ve 2013 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı'nda öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladım. 2014 yılında Hollanda Maastricht Üniversitesi'nde “kentsel sosyal çevre ve psikozlar” üzerine doktoramı tamamladım. 2018 yılında ise doçent unvanı aldım.

Dokuz Eylül Üniversitesi'ndeki mesleki ve akademik yaşamımı 2024 yılına kadar sürdürdüm. Ağırlıklı olarak şizofreni ve psikotik bozukluklar alanında çalıştım. Çoğunluğu epidemiyoloji, psikotik bozukluklarla ilgili olmak üzere yayınlanmış 120 üzerinde bilimsel ve mesleki makalem bulunuyor. Türkiye Psikiyatri Derneği'nin farklı kurullarında uzun yıllar görev aldım. Yine uzun bir dönem soL Haber Portalı'nda haftalık yazılarımla yer aldım.

Farklı kitaplarda (Tıp Bu Değil [2012]), Barış Kitabı [2015], Şizofreni ve Psikotik Bozukluklar [2017], Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm [2018]) yazılarım yer aldı. Yayınlanmış iki öykü kitabım (Gerisi Hep Rivayet [2016], Ruhlar Mezbahası İyi Günler Diler [2020]) bulunuyor. Çalışmalarımı İzmir, Alsancak'ta bulunan muayenehanemde sürdürüyorum.

12 Ocak 2025 Pazar

Karışan bir dünyada kırışıyor zihinlerimiz...


Ne hatırlıyorum? Bir çok şey…

Ama mesela üstünden oldukça uzun zaman geçmiş bir günden de şunu hatırlıyorum: Komşumuz ölmüş, Refik amca! Emekli öğretmen, emekli olmasına rağmen kravatını ve takım elbisesini çıkarmayan oyuncakçı Refik dede. Ben oldukça çocuğum. Hayata gözümü yeni açmış değilim ama dünyayı yeni yeni tanıyorum, artısıyla eksisiyle, sağıyla ve soluyla.

İşte bir yaz akşamüstünde, balkonda oynarken haberi gelmişti Refik amcanın. Oyuncak dükkanında yığılıvermişti: “kalp krizi” sözünü hatırlıyorum o günden ilk ve de 57 yaşında olduğunu. “İyi yaşamış!” demişlerdi o gün büyükler. Beyaz düşmüş saçları ve kırlaşmış bıyıklarıyla bana da öyle görünmüştü. Yeterince yaşamış, yeterince yaşlanmış… Ölmeyi bekleyecek, belki de hakedecek kadar. Çocuk aklı işte.

Evet, o zamanlar Türkiye’de beklenen yaşam süresi de o kadardı zaten. Neredeyse yarım asır önce. Bugünkü emeklilik yaşını yani 65’i bulan, fazladan gani gani yaşamış sayılıyordu. 90’ınını bulan neredeyse hiç yoktu, 80’inini geçen ise yüzyıl yaşamış muamelesi görüyordu “Nine sen Atatürk’ü gördün mü?” soruları arasında. Ve genellikle oldukça titrek ve yorgun bir sesle verilen “evet torunum, istasyonun orada fötr şapkasını sallamıştı bize” yanıtıyla. Büyülü zamanlardı, her çocukluk gibi.

Sonra hayat uzadı, ölüm biraz daha öteye uzaklaştı. Ama öyle durup dururken değil. Dünya “zenginleşti”, Türkiye “zenginleşti”. Ama öyle birden bire ve kendiliğinden değil: daha çok kişi eğitim aldı, daha çok kişi vasıf edindi, daha çok kişi üretim sürecine katıldı, daha çok kişi kentlere yığıldı; hayat zorluklarına rağmen milyonlar için geçmişe göre daha “konforlu” hale geldi. Bir başka şekilde söylersek sermaye ve emek tüm dünyayı değiştirmeye devam etti: milyonlarca yeni “üretici güç” katıldı her yıl üretim bandına; yollar, araçlar, binalar, yiyecekler ve giyecekler gibi milyonlarca yeni ihtiyaçla birlikte. Binlerce yeni teknoloji ortaya çıktı; ilaçlar, internet, görüntüleme ve iletişim araçları gibi binlerce yeni olanakla birlikte.

Evet, bunların bileşke çıktılarından birisi olarak da dünyada ve Türkiye’de ortalama yaşam uzadı. Her şeyden önce üretim sürecinin genişlemesi, çeşitlenmesi ve iki ana toplumsal sınıf arasındaki kimi zaman gönüllü kimi zaman da mecburi itiş kakış ile. Türkiye’de ortalama yaşam süresi 80’e dayandı ve kadınlarda ise oraları çoktan geçti (evet, kadınlar daha uzun yaşıyor, her yaşam döneminde; toplamda ise en az altı yıl fark atıyorlar erkeklere).

Peki sonuç ne?

Hayatın her alanına yayılan bir çok sonucu var ortalama yaşam süresinin uzamasının. Hatta devrim arayışını, ihtiyacını erteleyen bir etkisi bile var. Ciddi bir etki bu! Öyle yabana atılacak cinsten değil; tartışılmalı. Ama ben oralara girmeyeceğim şimdi. Hepimizin çevresinde ufaktan farkettiği ama herkesin de kendi felaketini yaşadığı bir başka temel sonuca değineceğim, güzel ve hüzünlü bir film üzerinden…

15 Aralık 2024 Pazar

Sen şarkılarını söyle

Ergenlik güzeldir ama aynı zamanda zordur da… Ve kimileri için çok daha zordur. Yalpalamadan, az ya da çok sağa sola toslamadan geçilecek bir yaşam dönemi değil ergenlik. Ama tam da o yalpalama, düşme kalkma ve de yara bere içinde yürüme, hatta koşma hali nedeniyle güzel. Yine de ergenlik aynı zamanda kifayetsiz savrulmaların, önü alınamayacak kafa göz yarmaların ve altından kalkılamayan karmaşaların da diyarı. Bazıları için kayboldukları, kaybolur gibi oldukları bir dünya. Bu nedenle zor. Bazıları için ergenlik, yaşam uçurumundan aşağılara doğru yuvarlanırken tutunacak herhangi bir dal, bir kaya parçası, bir çıkıntı bile bulamadıkları keskin bir dönemeç.

Coen biraderlerin 2013 tarihli “Sen Şarkılarını Söyle” (Inside Llewyn Davis) filmi de tam buraya bakıyor: erişkinliğe geçememe sıkıntıları içinde debelenen bir geç ergenin hayatından yaklaşık bir haftalık bir kesite. Bir dayak ile başlıyor ve o dayağa giden günleri, ergenliğe damgasını vuran o yuvarlanma halini anlatmak üzere bir hafta öncesine dönüyor. Film boyunca Lleywn’in şarkılarına ve de ergenlikten erişkinliğe geçişindeki (ya da geçemeyişindeki) yalpalayan ayak izlerine eşlik ediyoruz.

Filmde temel olarak, Llewyn’in sonuna varmak üzere olduğu ergenlik uçurumundaki son metrelerini izleriz. Önceki yıllarda, yani ergenliğin önceki yıllarında var olduğunu düşünebileceğimiz heyecan, umut, bir zamanların yeni yetme iyimserliği artık geride kalmıştır. Ve anlarız ki geride kalan o günlerde Llewyn’in hayatı ve el attığı her şey sarpa sarmıştır. Zaten filmin bir yerinde, kendisinden hamile kalıp kalmadığını bile bilmediği kız arkadaşı öfkeyle şöyle seslenir Llewyn’e: “El attığın her şeyi kurutuyorsun!” Onca çırpınışa rağmen Llewyn’in yaşam kaynakları artık kurumuş gibidir: müziği, arkadaşları, dostları, babası, ablası ve iş yapmak üzere el attığı herkes.