18 Aralık 2017 Pazartesi

Tanı(ma)dığım Nicos Poulantzas


Geçtiğimiz aylarda bir kaybın ardından sersem bir halde neler olup bittiğini anlamaya çalışırken Nicos Poulantzas'a denk geldim. Tesadüfen. Hayatını kaybetmeden önce verdiği son söyleşi diyordu denk geldiğim yazı. Sanırım hayatta olmadığını bir biçimde biliyordum ama hayatını neden kaybettiğini hiç merak etmemiştim. Benim için zaten ayrı bir kaybın, başka bir yarım kalmışlığın, tamamlanmamamışlığın simgesiydi Poulantzas. Neredeyse on beş on altı yıl öncesinden.

Hayata, belki ansızın değil ama bir kesinti gelivermişti; bir kavşakta kaybolmak gibi. Ve o kesintiye eşlik eden kitap da Poulantzas'ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar'ıydı. Kötü  ve eksik çevirisi karşısında İngilizce çevirisini arayarak (ama o yıllarda bulmayarak), bir yandan da altını çize çize okumaya çalışıyordum kitabı. Sonra bir çok şey yarım kaldı, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar gibi.*

Kitap yıllarca kitaplığımda gezdi, bir daha satırlarının altı çizilmedi, çizili yerlerin de üstünden geçilmedi. Ve epey süre sonra da bir şekilde elimden çıktı, gitti. Sanki orada, o kesinti girmeseydi hayata, her şey farklı bir yerlere gidecekti. Kitap bu nedenle sanki bir tür mezar taşı gibiydi. Her şeyin yarım kaldığı yerdeki Poulsntzas'a, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar'a dönmek ara ara aklımdan öylece geçip giden bir avuntuydu. Ama yarım kalanın ardına bakmayı da aklıma hiç getirmemiştim. Hepsi bu. 

Ve hayat yine hafiften karmaşık bir hal alıp bazı şeyler yarım kalırken yeniden karşılaştım Nicos'la. Yazı, yazıya götürdü ve o son fotoğrafındaki bakışına, ölümüne gittim. Şöyle diyordu Michale Löwy "Tanıdığım, bildiğim Poulantzas" isimli söyleşisinde:
He was a warm guy. He was a Mediterranean character, just what you imagine Greeks to be like… He had a great sense of humour, he was always joking around. He was generous, particularly with the students, among whom he was very popular. Our classes were packed to the rafters, hundreds of students would attend. Nicos Poulantzas was the opposite of a sectarian – a Marxist full of joy. In retrospect, his 1979 suicide might give the impression that he had a dark personality, but that wasn’t the case. 
Ve devam ediyor:
Nicos had been depressed for more than a year. In 1978, he had what he called an accident, though some of us wondered if it was in fact a suicide attempt. I don’t believe that he had the feeling that the Left had lost, so I for my part wouldn’t say that his suicide was related to any political defeat. Certainly there was a crisis in the Union of the Left, which his attentions were principally devoted to at that time, but there was nothing irreversible about that, it was no tragedy.
Nicos’s great friend Constantin Tsoukalas, who is a friend of mine, too, was with him at the moment he did it. He says that Nicos started by throwing his books out of the window, saying that what he had written was worthless, and that he had failed in his theoretical effort – and then he threw himself out of the window. So certainly he had a feeling of personal failure. But no one will ever know – it’s an inexplicable tragedy…
Ne denir? Her ölüm erkendir mi? Yeterli olur mu?

Kim bilir...

8 Kasım 2017 Çarşamba

Psikopolitik: Kitleler, grup psikolojisi ve sınıf


Sevgili arkadaşlar, İzmir Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde sekiz hafta boyunca yürüteceğimiz Psikopolitik Atölyesi'nin ilk oturumuna hoş geldiniz.

Sizlerin de farkında olduğu gibi dünya ve Türkiye ilginç bir dönemden geçiyor, geçti. Belki her dönem ilginçtir, sıra dışıdır. Ama herhalde son on yılın toplumlarda, toplumumuzda birçok ana gündemi salladığını kabul edebiliriz sanırım. Ve zaman zaman yer sarsıntılarına, depremlere de neden olan bu sallantılar hem bireysel hem de toplumsal zihnimizde de yankı buldu, buluyor.

Kimi zaman telaşlandık, kimi zaman felaketin içinde gibi hissettik, kimi zaman her şeyin bittiği düşüncelerine kapıldık, nadiren de olsa sevindik, ferahladık, mutlu olduk.

Bazen her şeyin geri dönülmeksizin bittiğini, geride kaldığını düşündük, bazen de geçmişi özledik ve istedik. Bazen de her ne olursa olsun bir an önce kurtulmak istedik.

Velhasıl hem kişisel olarak hem de toplumsal olarak zorlandık. Hem de Türkiye değişirken…

Türkiye ve dünya bir yerlerden geçip şimdi başka bir yere geldi. Bir ara savaş kapımıza dayandı. Mülteciler geçti önümüzden, izledik. Kapalı kapılar ve mutabakatlar ardında silahların susmasını bekledik. Ve Türkiye değişti.

Örneğin artık daha kentli bir toplumuz. Örneğin kentlerimiz artık daha kalabalık, daha beton, daha belirsiz. Olanaklar kadar karmaşa da arttı.

Örneğin artık daha eğitimli bir toplumuz. Özel okulların sayısı kamu okullarının sayısını geçti; paralı üniversite sıradan bir gerçeğe dönüştü. İmam hatip sayısı artarken din hanesini boş bırakmak yaygınlaştı.

İç dünyamız, sarsıntılar arasında sarsıntılarla birlikte var olmaya da alıştı. “Buna da şükür” derken yakaladık kendimizi ara ara. Ve belki de farkında değiliz; yırttığımızı düşündüğümüz bir savaşın tam da içindeyiz.

Velhasıl Türkiye değişti, toplum değişti.

Değişti ve Türkiye daha psikolojik bir toplum oldu.

İşte bu atölyede bu değişimi anlamaya çalışacağız. Bir ayağımız Marksizm’de kalacak, bir diğerini psikanalitik teoriye basmaya çalışacağız. 

23 Ekim 2017 Pazartesi

Tetikte ve toy: Hale Karpuzcu ile resimleri ve çocukluk üzerine


Seni biraz tanıyabilir miyiz?

1976 yılında Uşak’ta doğdum. İstanbul Üniversitesi işletme bölümünde eğitim aldığım yıllarda ayni zamanda Resim Heykel Müzesi Derneği’nde resim ve sanat tarihi derslerine başladım. Sonrasında Bilgi Üniversitesi Deneysel Sanat Atölyesi’ne 3 yıl devam ettim. Balkan Naci İslimyeli ile çalıştım. Bir süre reklam sektöründe çalıştıktan sonra tamamen resim yapmaya başladım. 2013 yılında İstanbul TürkerArt ve Ankara CerModern sanat galerilerinde "İnsan Yavrusu" isimli ilk kişisel sergimi açtım. Devamında Barcelona ve New York'ta çeşitli sergilere katıldım. New York School of Visual Arts Residency programına katıldım son olarak geçtiğimiz yıl İstanbul’da 'Toy' isimli ikinci kişisel sergimi açtım. Halen çalışmalarıma İstanbul Cihangir'deki atölyemde devam ediyorum.

Resimlerine de yansıyan çocukluk, özellikle de tedirgin ifadeleri olan çocuklar var. Ve bir yandan da donuk yüzleri olan çocuklar bunlar. Neden “İnsan Yavrusu” ve “Toy”?

Yıllardır "çocukluk" kavramı üzerinde okuyup, araştırıp üretimde bulunuyorum. Bunun da sebebi hayatımızın ilk evresinin geleceğimizi şekillendirecek kadar önemli olmasının yansıra özellikle içinde yaşadığımız coğrafyada çocuklar için çok fazla şey yapabileceğimize ve yapmamız gerektiğine olan inancım. Yani hem psikolojik hem de sosyolojik tarifiyle çok kıymetli bir konu olduğuna inanıyorum.

İlk sergimde çocuk yerine insan yavrusu demeyi tercih ettim, dünyayı yavrulayanların kontrolünde ve izin verdikleri ölçüde keşfetme sürecindeki çocukların ruh hallerini resmettim diyebiliriz. Toy sergisi de aslında serinin devamı gibiydi. 'Toy' kelimesi hem Türkçe anlamı hem de İngilizce anlamının birleşimi ve kesişimi bana tam istediğim başlığı verdi. Şöyle ki çocuk hem bir tarafıyla deneyimsizliğin sinirlendirdiği becerileriyle hayatta varolmaya çalışırken bir taraftan da oyun dünyasının kaçınılmaz cazibesi ve hayal gücüyle kendine güvenli bir alan yaratır. Ne zaman ki hayattaki gerçeklikleri fark etmeye başlar iste o zaman iki dünya arasında sıkışır ve şaşırır. Ben de tam olarak bu arada kalmış ruh halinin anlarını resmetmeye çalışıyorum. O yüzden çocukların ifadeleri gergin, tedirgin hatta kimi zaman da ruhsuz! Aslında yetişkin dünyasıyla tanışma anları belki de...

15 Ekim 2017 Pazar

Sovyetlerde psikiyatri kötüye mi kullanıldı?


Batı’ya sığınan önemli akademisyenlerden bir tanesi, baş başa yaptığımız görüşmede bana dedi ki…” Bilimsel makaleler böyle başlayabilir mi?

Açıkçası başlar, neden olmasın! Ne de olsa bu tarz cümlelerle başlayan, bu tarz cümleler içeren onlarca bilimsel yazı var. Nerede? Bol atıf alan bilimsel dergilerde, kelli felli profesörlerin yazılarında, koca kurumların raporlarında ve internette.

Zaten konu Sovyetler Birliği’nde psikiyatri olunca makalelerde, yazılarda bulacağınız standart cümleler bu tür beyanlarla dolu: “Bana dedi ki”, “Ona demiş ki”, “Öyle şeyler anlattı ki” gibi, gibi. Ama işin ilginç yanı, ancak beyanlarla kurulabilen bir tarih Sovyetlerde psikiyatri. Ve bu tarihe göre Sovyetlerde psikiyatri “kötüye kullanılmış.”[1]

Sovyetlerde psikiyatrinin “kötüye kullanılmış olması” anti-sovyetik, anti-komünist propagandanın en çok işlenen, en çok sevilen başlıklarından bir tanesi olmuş. Bir zamanlar demeyeceğim, çünkü hâlâ öyle. Örneğin Avrupa Parlamentosu daha 2013 yılında Sovyet psikiyatrisi ve psikiyatrinin siyasi amaçlarla kötüye kullanımı üzerine bir rapor yayınlamış.[2] Yani konu kapanmamış. Hatta popüler bile denebilir; çünkü Guardian gibi Avrupa’nın belli başlı yayınları konuya ara ara dönmeyi seviyor.[3]

Peki, “bilim” ne diyor? 

Lev Vygotsky and a cheerful moment in Soviet Science


For L. S. Vygotsky the end of the '20s was a time of intensive theoretical and experimental work in developing the basic postulates of his cultural-historical theory of the human mind. The relatively calm and, in spite of everything, happy first five years of his life in Moscow, after moving there in 1924 from Gomel', lay behind him. This was a period of his development as a psychologist when his star was in the ascendancy; when within a few years, this still quite young man was transformed from a provincial teacher, known to no one, into one of the leading and most outstanding figures in young Soviet psychology, a scholar with an inviolable scientific authority, surrounded by a group of young, also talented, and solemnly dedicated disciples; a man with a deep awareness of his mission in the development of science, full of ideas, intentions, and plans, most of which, unfortunately, were destined to remain unrealized because of Vygotsky's premature death.
Vygotsky worked all these years rapidly and intensively, as if he had a presentiment of his death. One after the other, great works, which today constitute the body of the cultural-historical concept, and have long since become part of the treasures of Soviet and world psychological literature, flowed from his pen. Almost every one of them was prepared by degrees, in preliminary sketches and notes Vygotsky had made mostly for himself, not intending them for print. But even this special "inner speech" of Vygotsky's is usually in the form of independent, coherent, and sometimes fully finished texts, thanks to his generally striking capacity to live and do everything in his life immediately "from scratch," without any "rough drafts."

Such is the manuscript published as Concrete Human Psychology, which Vygotsky wrote in 1929; it is from his family archives, kindly provided by his daughter, G. L. Vygotskaya. This work gives us a glimpse into the creative laboratory of this extraordinary thinker, enabling us, with almost visual clarity, to view the process of crystallization of some of the basic postulates of his cultural-historical theory, which we know well from Vygotsky's classical works of the early '30s. Moreover, it also contains a number of original ideas and reflections that were not dealt with further in his later works. In this sense, Vygotsky's notes published in this article should shed new light on some of the fundamental postulates of his concept, sometimes within a context that makes them extremely timely for contemporary psychology as well.

Also there is a very extraordinary article, named Consciousness as a Problem in the Psychology of Behavior that follows is both a historical landmark and a theoretical discussion of unusual contemporary value to psychology. It is the written version of a speech delivered by L. S. Vygotsky at the Second All-Union Congress of Psychoneurologists, held in Leningrad in 1924. This was Vygotsky's first major contribution to Soviet psychology, and it came at a critical time in the history of Soviet science.

1 Ekim 2017 Pazar

Suç ve ceza


Başkalarının acıları üzerine yazmak ne de zor! Ve bir açıdan da ne kolay!

Edebiyat, biraz da bunun için var: zor olanı işlemek ve kolay hale getirmek için.

Emrah Serbes'in haberi kimi yerlerde karnaval coşkusu kimi yerlerde ise şok havası içinde yayılırken bazı kareler, bazı insanlar ve bazı hayatlar canlandı aklımda. İster istemez!

İlk karede tabii ki Metin Kaçan ve Alp Buğdaycı vardı. Evet, onların yıllar ve yıllar önce “işlediği” suçun bağlamı farklıydı. Buğdaycı’nın kendi sözleriyle orta sınıf ahlakını zorlayan bir hayat tarzının içinde yuvarlanıp gidiyorlardı o zamanlar, ama o meşum olaydan sonra ikisinin de nasıl kayıp gittiğini, daha önce kendilerine açılan, bahşedilen sonsuz kredilerin bir anda nasıl da tükendiğini düşündüm, ister istemez. Ağır Roman bir dönemin simgesi olduysa ikisinin hapse girmesi de o dönemin bitmesinin simgesi olmuştu.

Sonra Orhan Kemal geldi aklıma. Onca yoksulluğun içinde yine de şık, bakımlı ve vakur olması. Belki ben yanlış biliyorumdur ama doygun bir açlığı işlemiyor muydu Orhan Kemal? Sanki kendisi de o gözü tok açlığın vücut bulmuş hali gibi değil miydi? Tabanı delik ayakkabısıyla yürüdüğü kaldırımlar canlandı aklımda.

Üçüncü kareye ise kırmızı bir Ferrari girdi. Porsche de olabilir. Tam emin değilim. Ama pahalı, hem de bayağı pahalı bir araba işte. Bir hapishane önüne çekilmişti. Kameralar çullanırken Ferrari’nin üstüne, içinden Onur Akın çıkmıştı. Arkadaşını almak için gitmişti oraya. Devrimci, solcu, artık her ne derseniz işte “o” olan bir ünlü, af yasası kapsamında erken tahliye olan arkadaşını almaya kırmızı Ferrari ile gitmişti. Ferrari’nin beklediği ise Yılmaz Odabaşı’ydı.

Vay be arkadaş” demiştim, kendi kendime. Elimin altında ise Odabaşı’nın kitabı, Cehennem Bileti vardı, tam o sıra. Açıp yeniden bakmıştım, harflere, kelimelere ve şaire. Rahat etmemişti içim ve sormuştum kendi kendime: “Ne yani! Ferrari, çok mu?” diye. “Çok” diyerek de kapatmıştım ekranı, kitabı.

29 Eylül 2017 Cuma

Mavi Balina ya da "oynamak" gençliğe dahil değil mi?


Yakın zamanda basında ve sosyal medyada sık sık yer alan internet oyunları ve ölümlerin yarattığı kafa karışıklığı ve telaş için ne söylenebilir?

Öncelikle yaşanan panik duygusunu ve işin sansasyonel tarafını biraz askıya alacak olursak, nedir bu oyun, internet ve sosyal medya düşkünlüğü, işte buna yakından bakalım. Bakalım çünkü egemen basın ve haber alma kaynakları bu konuyu hayattan, gençlikten ve bağlamından kopararak ele alıyor. Geriye ise tıpkı “trafik canavarı” gibi canavarlar kalıyor. Mesela şunu atlarsak meseleyi anlamakta da zorluk çekeriz: Oyun oynamak yaşamanın doğasında vardır ve her dönenim oyunları farklıdır. Çocuklukta oyunlar farklıdır, gençlikte. Ama oyunsuz bir gençlik olmaz. Çünkü oyun hayatın bir provası gibidir. Denersiniz, tadına bakarsınız, sınırlarınızı zorlarsınız, keşfedersiniz. Bunların hepsi temel olarak gençlikte olur. Yeniliğe, maceralı ve dinamik olana açık olmayan bir gençlik düşünülebilir mi? Ölü, cansız bir gençlik? Bu nedenle birçok davranış oyun penceresinden anlaşılmalıdır. Biz de öyle yapalım internet oyunları ve yaşananlar konusunda.

Birincisi bu konu için karşımızda bir yelpaze var, bunu bilelim. Yani farklı özellikler taşıyan bir davranış repertuarı bu, farklı boyutları olan bir düşkünlük. Herkes müptelası olmuyor ama çok keyif veriyor, çok cezbediyor. İkincisi, ergen yaş grubunu, özellikle de erkek ergenleri daha çok etkiliyor bu oyunlar. Yani erkek ergen dünyasıyla ilgili bir özellik var karşımızda. Ve birçok insan da o dönemi kendisinden hatırlayabilir. Üçüncüsü tüm bu davranış yelpazesi zaman içinde dalgalanmalar gösterir, sabit değildir. Kimisi oyunları birkaç kez dener, kimisi birkaç hafta başından kalkmaz ve sonra bir daha hiç ilgilenmez. Kimisi ise oyunun başına oturur ve bağımlı hale gelir. Evet, alkol gibi, esrar kullanımı gibi bağımlı hale gelir. Dördüncüsü hiç kimse bir günde bağımlılık geliştirmez; herkesin bir süreci vardır. Ve bu süreç, sonucu (bağımlılık, çeşitli davranış ve ilişki sorunları gibi) değiştirebilecek önleyici müdahalelerin yapılabileceği en önemli dönemdir.

Phantom of Aleppoville


Second is always difficult. Not only in music, but also in life. However Benjamin Clementine, once discovered as a homeless busker, has overcome this difficult job: Streaming his second album, with a story of our days. The Mercury-winner has swerved the mainstream and made an avant garde concept album about Aleppo, the refugee crisis and two flies in love. In an interview just before the release, he stated that “I wrote this album as a play. It was a tale of two flies traveling, and they discovered so many things. They discovered new animals that they’d never seen before, and then one left the other. So I, as a third person, the narrator, am telling the story of two flies. That’s how I came up with the album title. And of course the theme is about aliens — flies being aliens — and of course…

Anyone expecting an album of unchallenging fodder is in for a shock. Like the voyage faced by its desperate, stateless subjects, I Tell A Fly is no easy ride. But for anyone seeking deepness, Clementine whispers with his poems, heart, and soul. It was triggered, he explains, when the phrase “an alien of extraordinary abilities” was used during the process of securing his American visa. But what’s particularly impressive is that it’s not a theme addressed simply in the lyrics, but evoked by a constantly shifting, discomfiting musical backdrop, in which polite piano and harpsichord motifs are disrupted by jarring bursts of throbbing, whining synthesiser and layers of Clementine’s own bizarrely operatic background vocal keening and muttering.

Opening track Farewell Sonata begins with a doomy, echo-drenched a capella chorus that shifts from speaker to speaker, is replaced by a piano instrumental influenced by late 19th-century impressionist music, which in turn gives way to discordant synthesiser, a burst of fragmented rock decorated with highly mannered vocals, glitching noise, then more Ravel-esque piano to fade.

At times, it’s like being caught in a crowd, swept along in a direction you didn’t anticipate. In “By The Ports Of Europe”, the result is a kind of berserk Brel chanson bruised with classical pretensions; elsewhere, the songs swing manically between lovely, Debussyan rippling piano, bustling jazz drums and bass, and grating discords flung into straitlaced musical forms – including, in the refugee song “God Save The Jungle”, a perversion of the UK national anthem. Indeed, the music’s evocation of the wanderer’s struggles effectively frees Clementine from simple narrative statement and opinion, enabling him to explore more oblique lyrical strategies, from the impermeable references to acquaintances like “one Turkish boy from Camberwell” and the “Paris friend [who] had a little pen”, to the evocative assertion in “Better Sorry Than A Safe” that “behind each lion awaits a lazy dragonfly”.

Benjamin Clementine | I Tell A Fly | Virgin EMI | 2017 | ****

24 Eylül 2017 Pazar

Soul of America


Tabii ki bu aralar akla bambaşka şeyler geliyor, Amerika'nın ruhu söz konusu olunca. Ama ne diyordu şarkıda: "Neden, neden bu kadar zor, bu ülkede ayakta durabilmek?"[1] Biz oradan gidelim.

Hakikaten, neden bu kadar zordur ki hayat? Bazılarına güler ya da en azından acıtmaz. Ama çoğunluğa hep bedbahttır günler. Ve çoğunluk da kader der, geçer. Basireti bağlanmış denir kimisinin arkasından. Geriye bir kusur, özür kalmasın diye sanki. Kimse sevmez zaten geride bir hesap kalmasını. İşte kader tüm hesabın yuvarlanıp sıfırlanması gibidir çoğunluk için.

Kafam hiç basmamıştır kader işine. Bana soracak olursanız öyle kolayca kapanmaz hesap. Çünkü herkesin yaşayabileceği bilmem kaç kader vardır.

Ve nereden baktığınıza göre değişiverir kader. Tıpkı Salinger'ın dediği gibi: "Eğer bütün sağlam vuruşların yapıldığı taraftaysan, doğru, yaşam bir oyundur. Bunu kabul ediyorum. Ama eğer öbür taraftaysan, yani hiçbir sağlam vuruşun olmadığı taraftaysan, oyundan ne haber, ha? Hiçbir şey? Oyun yoktur."[2] Evet, kader dediğiniz nereden baktığınıza göre değişir.

Ve O’nun kaderi çok az gülmüş yüzüne. Yazının başındaki şarkının sahibine hayat hep sert yüzünü göstermiş. Ama hep. Zaten onun için yazmış şarkısını: "Bir ülke, bir toprak. Çok güzel olduğu söylenen. Aşkla, sevgiyle inşa edildiği söylenen. Ama söylesenize neden, neden bu kadar zor, Amerika'da yaşamak?"

18 Eylül 2017 Pazartesi

The Away Days: Dreamed at Dawn


The Istanbul-based band The Away Days released their debut album Dreamed At Dawn earlier this year. However I distanced my ears from their sound due to silly happiness surrounding any attempt from Turkish music scene when a band or a musician receives some attention from “the West.” A kind of Euro-centrism, a kind of orientalist gaze, and of course a kind of histeria of the West which is epidemic not only in Turkey but also in whole East. So although I continued to follow their post and events, I refused to listen to their debut album. But I was wrong.

They absolutely had caught a nice tune surrounding almost entire album and each song. With touchy guitar tones, the music of Dreamed at Dawn takes you away from reality for a brief moment and allowing the mind to wander – filling it with color and possibility. But not so far and beyond: As the title of the album reflects the album is “like a zipped recap of all our lives so far in Istanbul. You can find all the happiness and sorrow in it." the slower tracks such as "White Whale", "Making Ends Meet", "Dream of How", "Now You Don't Know" and especially "Monks" capture the habitat of recent Turkey, Istanbul with political unrest and blur atmosphere with some real intent. Almost each track has a unique sound (while vocals are just a bit repetitive, but anyhow, not an obstacle to enter the atmosphere of the track). My favorite is the last track: Layers which I would like to edit into a beat waving the arabesque sound of our away days, here in Turkey.

The Away Days | Dreamed at Dawn | Pasaj Müzik 2017 | ***

17 Eylül 2017 Pazar

Cücük


- Sevgili izleyicilerimiz ana haber bültenimize hoş geldiniz. Sizler gibi, haber merkezi ekibi olarak bizler de çok heyecanlıyız. Heyecanlıyız, çünkü gün boyu sizlerin de yakından takip ettiği gibi insan genomunun tamamını taşıyan ilk soğan üretildi. Belki de dünyaya geldi demeliyiz; soğan kız, soğan oğlan demeliyiz. Çünkü şu an önümde, haber masamızda duran bu soğanlar ya 46 XX ya da 46 XY kromozomu taşıyor. İnanın onlara bakarken hem duygulanıyorum, hem de bir tuhaf hissediyorum kendimi. Yani bir yanıyla, evet parmağımla dokunduğum bu yüzey, bu kabuk bildiğimiz soğan. Ama öbür taraftan içinde, her zerresinde bir insan olması da ürpertici.

Evet, işte stüdyo konuğumuz, hem hepimizi derinden şaşırtan hem de tedirgin eden bu müthiş gelişmenin baş kahramanı: Ulusal Yaşam Yaratım Enstitüsü Müdürü sayın Prof. Dr. Yalım Türkbükü. Hoş geldiniz efendim.

- Hoş bulduk.

- İnanın çok heyecanlıyım. Eminim ki siz ve ekibiniz de çok heyecanlıdır. Ve tabii ki gururludur. Tüm dünyayı şaşırtan bu başarı nasıl ortaya çıktı?

- Efendim, öncelikle çok teşekkür ederim. Hem davet ettiğiniz için hem de övgüleriniz için; şahsım, ekibim ve enstitüm adına teşekkür ederim. Evet, bizler de çok mutluyuz ve gururluyuz. Ayrıca çok da heyecanlıyız. Tabii ki bu heyecanı uzun zamandır içimizde taşıyoruz. Çünkü nereden bakarsak yarım yüzyıllık bir çalışmanın ilk meyvesini -belki de sebzesini demeliyim, değil mi...

- Evet, evet.

- İşte, ilk sebzesini almış olduk. İnandık ve başardık.

- Sayın hocam. Nasıl bir başarı bu? Çünkü tüm dünyanın dikkati bir anda ülkemize, enstitünüze ve sizlere çevrildi? Nedir hikmeti?

14 Eylül 2017 Perşembe

George Cosby: Haunting and soulful


A strikingly-voiced, talented and poetic songwriter from London, George Cosby has unique, haunting and soulful sound. Resembling, to some extent, Jeff Buckley. Able to create a fragile poetic atmosphere in his each song. Particularly when playing solo. A guitar player, devoted to music who is not to do what everyone else in the music industry is doing. Writing his own poems and searching for his own tunes. He says “I was just trying to write something that I felt to me was real and honest in some way.” Honesty brought a sudden rise to popularity for the dulcet-toned performer. Prone to shine and chasing the dream he ain't found yet. Appeared with his debut EP Human Touch in 2015, George Cosby will help you to feel more with his powerful music and lyrics along with catchy voice. Waiting to hear his melodramic voice again and again...


10 Eylül 2017 Pazar

En sest


İstismar, taciz ve ihmal, her psikiyatristin çalışma alanıdır, ister istemez. Çünkü biliriz ki erken yaralar bir türlü iyileşmez; kabuğu, izi, yeri de büyür, büyüyen insanla birlikte.

Zor konudur, ensest; kişi için anlatması, dinleyen için duyması zordur. O ne diyeceğini bilemez, siz neyi, nasıl dinleyeceğinizi. Ve ne diyeceğinizi! Zaten çoğunlukla ancak aylar, yıllar sonra anlatılabilir yaşananlar. Bir psikiyatrist olarak aylar boyunca görüşmelerinizi devam ettirirsiniz ve odanın içinde anlatılamayan bir tacizin, istismarın ve genellikle de ensestin gölgesi dolaşır durur. Bilirsiniz, hissedersiniz. Ama beklersiniz. Çünkü…

Çünkü karşınızdaki kişinin temel güven duygusu sarsılmıştır. Hem de daha en baştan. Temel güven duygusu sarsılanın da bir başkasına, doktora, dünyaya güvenmesi çok ama çok zaman alır. Bunu iyi bilirsiniz ve gölgenin en sonunda, görüşmelerden birisinde gelip aranıza, görüşmenin tam ortasına oturmasını beklersiniz.

Çünkü temel güven, insanın insan olma serüvenin çok önemli bir dönüm noktasıdır. Ya da temel güven duygunuz sarsıldıysa bir kere, olabileceğiniz insan olmanız çok zaman alır. Olabilirseniz.

Temel güven duygusunda açılan gedikler daha çocukluktan başlayarak kişinin neredeyse tüm hayatı boyunca zihninin büzülmesine, bilinçdışı olarak oraya, o ana ya da o anlara yoğunlaşmasına neden olur. Neredeyse kişinin zihni oraya dikilmiş gibidir. Büyüdükçe, zihni de oraya, o dikişin üstüne katlanır.

Çünkü insanın insan olma serüveninin en önemli çatışmalarından birisidir ensest yasağı. Bir tek anne, baba değil; erken çocukluk ilişkilerinin tamamı geniş aile içinde yaşanır; anne, baba, kardeş ve diğer yakınlar yol gösterici ve sınır bekçileri gibidir. İçinde koşuşturup durduğunuz çavdar tarlasının hemen bitimindeki uçurumun kenarından sizi almalarını, hem de sorgusuz sualsiz tutmalarını beklediklerinizdir onlar. Ve onların, insanı insan yapan zihinsel bir çekirdeğin, insan olma çekirdeğinin oluşumu üzerine karmaşık, çok yönlü etkileri vardır.

Çocukluk önemli. Birçok nedenden önemli ama her şeyden önce bu nedenle önemli: Hasarlanmış bir çekirdek yerleştirir içinize cinsel sınırlarınızın deşilmesi.

Anlayamayacak birçok insan için şöyle yazayım: Cinsel taciz ve istismar bir çocuğu, ister birinci, ister ikinci, ister üçüncü, isterseniz de amatör ligi bilin, ama işte o kocaman insanlarla futbol maçına çıkarmak gibidir. Voleybolda sağ beke koymak ve devasa büyüklerle basket oynatıp “haydi koçum” demek gibidir: Ezilir geçer çocuk. Mutlaka yaralanır. Korumasız bırakılmakla kalmamış, bir de bedensel, zihinsel her tür sınırı delik deşik edilmiş olur.

7 Eylül 2017 Perşembe

Oedema + Pous


Bilmiyordum, yeni öğrendim...

Oedema (ödem, şişlik) + pous (ayak) = Oedipus (Oidipus) 

Meğerse psikanalizin en temel kavramlarından birisi az çok tahmin edilebilir bir anlama geliyormuş. Ve mitinin ana kaynağı olan Sofokles'in Kral Oidipus tragedyasındaki küçük bir ayrıntıya dayanıyormuş. Freud da insanın insan olma serüvenini bu antik ayrıntı üzerine kurmuş.

Hikâyeye göre "Tebai şehrinin kralı Laius'un çocuğu olmaz ve derdini bir kâhine danışır. Kâhin ise "bir oğlun olacak, ama bu çocuk ileride seni öldürecek; o da yetmeyecek sonra da kraliçe yani annesi ile evlenecek" der. Laius kâhini dinler ve çocuk isteğinde ısrarlı olmaz.

Ama kehanet gerçekleşir: Bir süre sonra kraliçe, Iokasta, hamile kalır ve bir erkek çocuk dünyaya getirir. Kral Laius herkesin mutluluğu için çocuğun öldürülmesini emreder. Araya kraliçe lokasta girer ve görevlendirilen hizmetçiyi, bebeği öldürmemesi, uzak ve tenha bir yere bırakarak ölüme terk etmesi için razı eder. Hizmetçi de bebeği ayağından bir ağaca asarak ormanda terk eder. O sırada yoldan geçen ve başka bir şehrin kralının emrinde olan bir çoban, Phorbas, ise çocuğu bulur ve kurtarır. Ayak bileğindeki ipin etkisi ile ayağı şişip incinen bebeğe de 'ayağı şiş' anlamına gelen Oedipus adı konulur." - [Arda Kıpçak’ın Libido, Ağustos-Eylül sayısında yer alan “Oedipus kompleksi nedir, nasıl bulunur?” yazısından esinlenerek]

5 Eylül 2017 Salı

Bazı karşılaşmalar


Sanat (hem de güncel sanat) üzerine bir kitap okuyorsunuz ve sonra kitabın bir yerinde, tam da bir süredir pskiyatriye, insan zihnine dair aklınızda evirip çevirip durduğunuz ama bir türlü netleştiremediğiniz bir değerlendirmenin yazılı halini buluyorsunuz. Bir başka kitaptan alıntı olarak...

Şöyle diyor sanat kitabında  karşılaştığım alıntı: 
"Algının ve ona bağlı olan şeylerin mekanik nedenlerle, yani şekiller ve devinimler yoluyla açıklanamayacağı da teslim edilmelidir. Düşünce, duygu ve algı üretebilen yapıda bir makine varsayalım; bu makinenin, oranları muhafaza edilerek büyütüldüğünü, tıpkı bir değirmene girer gibi içine girilebilecek boyutlara ulaştığını tasarlayabiliriz. Hal böyleyken, makinenin içine girdiğimizde sadece birbirini itip çeken aksamla karşılaşırız, algıyı açıklayabilecek herhangi bir şeye rastlamayız."
Aynen böyle: Beyin sonuçta atomlardan, moleküllerden, parçalardan oluşuyor. Evet, karmaşık ve dinamik ama bir şekilde atomları bir araya getirip "beyin" ürettiğimizi, hatta atomlarının, moleküllerinin, mesela sinapsların arasında dolaşabildiğimizi farzedelim. Orada sadece veziküller, kimyasal parçalar buluruz; o beynin ne deneyimlediğini, neler hissettiğini değil.

Etkileyici ve şaşırtıcı!

Sonra metnin peşine düştüm, "kim yazmış ki?" diye. Alıntı Türkçe'ye de birçok kez çevrilmiş bir kitaptan. Gerçi kitabın özgün adı biraz zor anlaşılıyor ve sanırım çevirmesi, karşılığını bulması da zor: Monadoloji. Eh, kitabın adı ilginç olunca hem adının hem de kitabın hikayesinin peşine düşmüş oldum.

Monadoloji'nin anlamına ve hikayesine ulaşmak için ise yollar haliyle 1714'e çıkıyor, Almanya'ya ve matematiğe (eh, söz konusu olan felsefe olunca, çok da şaşırmamak gerekiyor). Dönemin en önemli düşünürü Gottfried Leibniz'in monadlar (parçalanamayan, parçası olmayan bütün - atomun karşıtı olarak da düşünülebilir ama eksik olur), metafizik üzerine yazdığı kısa metinlerden oluşan bir kitabı, Monadoloji. Kısa (yaklaşık 20 sayfa), öz ve ölümcül bir metin olarak görülmüş hep. Kendisi küçük ama etkisi büyük olmuş. Adı daha az geçmekle birlikte Leibniz, Descartes ve Spinoza ile birlikte anılan, ele alınan bir düşünür: 
"Descartes’ta ruh-beden olarak ikili töz anlayışı varken, Leibniz’de sonsuz sayıda monad, dolayısıyla sonsuz sayıda töz vardır, Spinoza’nın tözü ise tektir ve o da Doğa-Tanrı’dır. Bu üç türlü töz anlayışı, Aydınlanma ve Aydınlanma sonrası felsefeler için de belirleyicidir, Descartes dualizminin aşamadığı problemler, Spinoza’nın tekçi töz anlayışının ne kabul edilebilir, ne çürütülebilir oluşu, Leibniz’in monad teorisinin spesifik bir örnek olarak kalışı… Fakat tüm bu eleştirilere rağmen, bu üç töz anlayışı, günümüzde dahi etkisini korumaktadır."* 
Tamam, yazılanlar şimdilerden bakıldığında tabii ki neredeyse absürdlüğün sınırında dolaşıyor denebilir. Ama yazıldığı dönemde atomu falan geçtim, insan zihninin bedende belirli bir organla olan bağlantısı bile henüz ortalıklarda olmadığını hatırlatayım. Bu nedenle ayrı bir önem taşıyor. 

3 Eylül 2017 Pazar

Çekilin, burjuvazi et yiyecek!


Mademki gündem et, biz de yakından bakalım toplumun ocağında pişen bu mevzuya.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Açıkçası her şeyin bu kadar hızlıca değişebileceğini düşünmemiştim. On, on beş yıl öncesinden bahsediyorum. Evet, Türkiye’de uzun zamandır kırlar boşalıyordu ama Avrupa hedeflerinin pat diye tutturulabileceğini ve kırların apar topar terk edilebileceğini pek tahmin etmiyordum.

Ülkenin kentleri, kırları “çok da zorlanmadan” değişiverdi ve Türkiye'nin etle olan ilişkisi de değişti.

Tamam, et hiçbir zaman sıradan bir besin olmadı. Ama hem Türkiye kapitalizmi hem de dünya kapitalizmi eti beslenme akışkanlıklarımızda bambaşka bir yere getirdi. Şimdilerde başını Çin ve Hindistan çekse de küresel çapta kişi başı et tüketimi son elli yılda ikiye katlanmış durumda [1]. Türkiye de aynı değişim ikliminin bir parçası: Et tüketimi yıllardır sürekli artıyor. Kırlar boşalırken kentlerde et, kamyon lastiği reyonunun hemen yanındaki yerini gittikçe genişletiyor. Hem de kendi lügatiyle: antrikot, incik, döş, gerdan, kontrnuar, drymeat, vs.

Genişleyen bir tek market reyonları değil. Toplumun et ile kurduğu ilişki de değişti. Çok değil 20-30 yıl önce et, özel günlerin besiniydi. En özeli kebap yapılırdı; onun da yanında binbir çeşit garnitür olurdu.

Şimdi ise ete ulaşmak ve eti tüketmek kütlesel bir boyut kazandı: Ankara'da Balgat, Çukurambar, İzmir’de İnciraltı-Güzelbahçe sahil şeridi ve İstanbul’da başta Etiler olmak üzere bilumum semt kütlesel et tüketilen, fabrika bacası gibi bacaları olan mekânlarla dolu. Aynı anda onlarca masaya hizmet eden bu tür mekânlarda masanın hemen yanına bir mangal kuruluyor ve sonra da gelsin kilo ile et. Her bir masadaki baca da merkezi tek bir bacaya bağlanıyor, devasa bir motor ile. Alın size modern tüketim fabrikası…

Tabaklar da büyüdü: Amerikan porsiyonlarına döndü kebaplar, biftekler, burgerler. Artık restoran görünümlü bu devasa fabrikalarda servis edilen etler, bir oturuşta dört kişiyi besleyebilecek tabaklarda geliyor.

Aynı zamanda günlük toplam enerji ihtiyacına denk gelen 1500 kilokaloriyi elde etmek de ucuzladı. Bir "bolluk" geldi ama nereden ve nasıl geldiği çok da bilinmeden, sorulmadan. Hakikaten nereden geldi bu “kilo ile et”? Kırlar boşaldıysa kim yetiştiriyor bunları?

31 Ağustos 2017 Perşembe

Garip, gariban bir gün


31 Ağustos ne garip bir gün. İki "zafer"in arasına sıkışıp kalmış, Zebercet gibi garip ve gariban bir gün sanki. Çok değil, şurada 15-20 yıl önce 30 Ağustos bayramdan bile sayılmazdı. Bayram dediğin 23 Nisan, 19 Mayıs ve 29 Ekim'di. Yani savaşlardan çok "kurucu" günler önemliydi, önemsenirdi. Geri kalanı ise askeri protokoller ile geçiştirilirdi. Şimdi ne oldu? Savaşlar nasıl öne çıktı? Soran var mı? Çanakkale, 30 Ağustos, Sarıkamış sanki büyük acıların yaşandığı, büyük bedellerin ödendiği günler değil de güncel bir kimlik, güncel bir ihtiyaç. Bugünün huzursuzluğunu geçmişin -şiddeti hiç bilinmeyen, çok da umursanmayan- acılarıyla giderme aracı. Öyle değil mi?

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Rosenhan deneyi ya da sosyal biraradalığımız bize neler yapar?


Konu psikiyatrinin açmazları ise Rosenhan deneyini hatırlamak hem eğlenceli hem de hakikaten düşündürücü olabilir.

Bağlantıda Stanford Üniversitesi'nden psikolog David Rosenhan tarafından gerçekleştirilen deneyin makalesi yer alıyor: Makale, 1973 yılında Science dergisinde yayınlanmış ve yaşananlar kısaca şu şekilde...

8 sağlıklı kişi Amerika'nın farklı bölgelerindeki 12 farklı hastaneye giderek, birtakım kelimeler duyduklarını söyler. Bu kelimeler thud, empty ve hollow'dur. Kişiler yalnızca isimlerini ve mesleklerini değiştirir; kişisel hikayelerini, başlarından geçen olayları ve biyolojik verilerini psikiyatriste doğru olarak sunar.

Ve şizofreni teşhisiyle hastaneye yatırılırlar. Hastaneye yattıktan sonra ise artık rol yapmazlar ve gayet normal davranırlar, hatta artık ses duymadıklarını söylerler. Ancak yaptıkları her şey, patolojik bir davranış olarak görülür ve hiçbir hastane görevlisi, doktor, onların şizofreni olmadığını fark etmez. Hasta olmayan hastalar ortalamada 19 gün olmak üzere, 7 ile 52 gün arasında değişen sürelerde hastanede kalır.

Bu süre içerisinde onların aslında şizofreni olmadığından şüphelenen tek grup, gerçek şizofreni hastalarıdır. Bu hastaların bazıları, deneklerin, gazeteci ya da hastaneyi kontrol eden bir profesör olabileceğini düşünür. Sahte hastaların hastaneden taburculukları ise, hastane personelinin şizofreninin duraksama evresinde olduğuna ikna olmaları sonucunda olur.

Ama karmaşa orada bitmez: işin daha da ironik kısmı, olay ortaya çıktıktan sonra, hastanelerden birinin böyle bir şeyin kendi hastanelerinde yaşanmış olduğundan şüphe ettiklerine dair bir açıklama ile yalanır. Rosenhan "tamam öyleyse, size önümüzdeki 3 ay içerisinde en az bir tane olmak üzere bazı sahte hastalar göndereceğim" açıklamasını yapar. Ve başvuran her hastayı değerlendirmeleri istenir.

Toplam 193 hasta hakkında değerlendirme yapılır. 41 hasta en az bir görevli tarafından "sahte hasta" olarak değerlendirilir. 42 tanesinden de, yine en az bir kişi tarafından şüphe edilir. Gerçekte ise Rosenhan, hiç sahte hasta göndermemiştir.

Rosenhan deneyi esas olarak sosyal ortamın insan muhakemesini ve davranışlarını nasıl etkileyebileceğini göstermek için yapmış. Özellikle de hastane gibi bazı özel ortamların davranışları kendi çerçevesine göre anlamlandırma olasılığını gündeme getirdiğini belirtiyor. Öte yandan makalenin özetinde ve içeriğinde sanki araştırmanın temel amacından farklı anlaşılmaması için sık sık "hastane personeli ve hekimlerin" iyi niyetinden, yardımseverliğinden ve ilgilerinden bahsediyor.

27 Ağustos 2017 Pazar

Kimse bize gül bahçesi vadetmedi!


Basın yayın organları psikiyatri-psikoloji haberlerini çok severler. Elbette ki okuyucular da. İnsanın içini gıdıklayan bir yanı vardır “ruhsal” durumlarımızla ilgili haberlerin. Mutlaka ilgi çeker. Bir bakarsınız mesela isyankârlığın geni bulunuvermiştir. Pek“saygın” bilim dergilerinden klişe haber portallarına kadar hızla yayılır, bu tarz kolay okunur çıkarımlar. Araştırmanın sonucu öyleymiş, değilmiş; sözkonusu sonuç başka araştırmalarla desteklenmiş, desteklenmemiş… Bunlar gündeme bile gelmez.

Ya da hemen her yıl yeniden manşetlere taşınan antidepresan ilaçlarla ilgili haberlere ne demeli? “İşe yaramıyormuş, şebeke suyunda bile çıkmış, bağımlılık yapıyormuş, mutluluk hapıymış.” gibi, gibi, gibi. Yayın organları çoğu zaman içerik değiştirmeye dahi gerek duymuyor.

Daha dün, bir başka kopyala-yapıştır yazı daha çıktı “özgürlükçü” haber sitelerinden birisinde: Neden psikiyatri faydadan çok zarar veriyor, diye. Eyvallah! “Ruh halimiz” her dönem gizemli, popüler konu. Nasıl olsa ilgi çeker! Nasıl olsa yarım yamalak çeviri bilgiler, haberler kopyalanır, yapıştırılır ve temaşa olur. Ve yazılanlar birer sabun köpüğü gibi uçuşur, etkiler ve sonra da kaybolur, gider. Ta ki birkaç ay sonra yeniden gündem olmak isteyinceye kadar. İlgi çekiyor ya; ver coşkuyu!

Basının sevdiği ve hatta bulduğu zaman üstüne atladığı bir diğer haber konusu da psikiyatrik sorunlar ile ekonomi arasındaki ilişki. Çeşitli biçimleri var bu haberlerin. Yelpazesi “para mutluluk getirmiyormuş" ile “fakirlik depresyona sokuyor” arasında gidip geliyor. Ecnebi sitelerde haber çıktıkça çeviriyorlar. “Paris Hilton bile depresyona girdikten sonra...” diye.

İyi ama hepimiz toplumsal refahın saadet getireceğini düşünmez miyiz? Ya da tam tersini, toplumsal refah düzeyi düştükçe mutsuzluğun arttığını bilmez miyiz?

Çok da yanlış değil aslında. Çünkü dünyanın düzeni de öyle: para nerede çoksa, oralarda savaşlar daha az, toplumsal çalkantılar daha seyrek, insan ömrü daha uzun. Demek ki çok da yanlış değil, yoksulluk ile depresyon arasındaki ilişki. Ama yine de bir terslik var. Çünkü bilimsel veriler de bu konuda karışık, bir sürü farklı şey söylüyor.

20 Ağustos 2017 Pazar

Cinler, periler ve gaipten gelen sesler*


Bakmayın siz etrafımızdaki akıl furyasına. Evet, telefonlar akıllı; araçlar, evler, trafik ışıkları akıllı! Ama revaçta olan hâlâ büyüsel düşünce. Hayat istediğiniz kadar maddi temele dayansın; düşüncede geçer akçe idealizm. Özellikle de insan ilişkilerinde, topluma ve hayata bakışta.

Kaba da olsa materyalizm var. Ama belli alanlara sıkışmış. Büyüsel düşünce, idealizm ise materyalizmin bu sıkıştığı alanlara kapıdan kovulsa bile bacadan mutlaka giriyor. Sağlıkta mesela. Evet, ölüm için tıbbi açıklama duymak istiyor insanlar ama halen mistisizme ihtiyaç duyuluyor. Ölümü anlamaya biyoloji sanki yetmiyor; araya meleklerin, ruhun ve basiretin girmesi gerekiyor. Onlarsız olmuyor, ama onlarla da olmuyor.

Haydi, ölümü geçtik; onunla başetmesi hâlâ zor (yani başetmek zorunda olmadığımız bir zamana doğru da gidiyor olabiliriz). Ama örneğin kimse safra kesesi taşını kötü ruhlara bağlamıyor artık. Akut apandisit için kendini üfleten pek kalmadı. Maddi hayat değişti, düşünce de değişti. Beden kültürü ve yaşam bilgisinde hasbelkader bir tür materyalizm var işte.

Ama iş zihinle ilgili durumlara gelince materyalizmin kabası bile kesmiyor insanları. Başka bir açıklama aranıyor. Evet, cinlere pek inanan kalmadı ama bir üfletmek isteyen ya da yoga ile nefesini düzenlemek ve hatta her bir zerresini kuantum terapi ile titretmek isteyen de gırla çıkıyor.

Ve soruyorlar bize: Tamam, diyelim ki doğaüstü canlılar, varlıklar yok. Ama paranormal bir aktivite de mi yok? Mesela bazı insanlar gaipten sesler duyuyor. Hatta görüntüler görüyor, gerçek olmayan. Bize görünmeyen ona nasıl görünüyor?

Bu soruları yanıtlaması mümkün ama öbür yandan da ancak beynin işleyişine dair temel bazı bilgilere sahip olarak mümkün.

Öncelikle sanmayın ki gaipten sesler duyan ve olmayan görüntüler gören (daha doğrusu başka insanların duymadığı sesler duyan, başkalarının görmediği görüntüler gören) herkes psikiyatrik bir bozukluğa sahip. Toplumda sesler duyarak yaşayan ve hiçbir zaman “hastalanmayan” insanlar var: Neredeyse her 10 kişiden birisi hayatının bir ya da birkaç döneminde sesler duyuyor ama “hasta” olmuyor.

Peki, nasıl oluyor bu?

13 Ağustos 2017 Pazar

Madde kullanımı artıyor mu?


Görünen o ki artıyor. Sayılar öyle söylüyor, gündelik yaşamdaki tecrübelerimiz de öyle söylüyor.

Ama sayılara geçmeden önce “madde” ve “kullanım” konusunda birkaç hatırlatma yapmalıyım.

Birincisi Türkiye’de alkol ve madde kullanımına dair kültürel bir bariyer var. Bu kültürel bariyer tüm Ortadoğu coğrafyasında görülene benzer: yani dini temelli. Ama örneğin alkol ve madde ile ilgili bariyer bir tek İslam coğrafyasında yok. Örneğin Uzakdoğu’da kültürel bir biçim almış başka bir bariyer ve bu bariyer daha çok genetik kökenli. Uzakdoğulular alkol ve maddenin kötü etkilerine karşı daha hassas ve bu nedenle kullanım daha düşük.

İkincisi bu kültürel bariyerin koruyucu olduğunu söylemek yanıltıcı olabilir. Çünkü Türkiye’de toplumun neredeyse yarısı bu kültürel bariyerin şemsiyesi altındayken özellikle kentli, eğitimli, genç ve gelir düzeyi çok da iyi olmayan bir kesim ise bu kültürel şemsiyeye mesafeli. Velhasıl Türkiye içinde birkaç farklı ülkenin olduğu bir ülke olarak düşünülebilir. Yani rakamların bir ucu Ortadoğu’ya, genel olarak madde kullanımının kısıtlı olduğu bir coğrafyaya bir diğer ucu ise madde kullanımının oldukça yaygın olduğu Avrupa’ya daha yakın olduğunu unutmamalıyız.

Üçüncüsü, Türkiye bir köprü; maddenin üretildiği ve tüketimi coğrafyalar arasında bir geçiş köprüsü. Yakındoğu’da üretilen maddenin tüketim coğrafyası olan Avrupa’ya ulaşması ancak Türkiye üzerinden mümkün. Evet, tek yolu değil ama ana yollarından birisi. Bu nedenle taşınan maddenin yolda dökülen saçılanı bile Türkiye’ye yeter durumda. Öte yandan Avrupa’da madde kullanımının artış göstermediğini ve hatta yer yer 30 yıl öncesine göre düşüşler olduğunu da belirtmek gerekli.

Dördüncüsü toplumda madde kullanımının ölçmenin çeşitli zorlukları var. İnsanlar için kısmen “mahrem” olan bir bilgiyi soruyorsunuz. Çoğu zaman “hayır canım, ne münasebet” yanıtı almanız çok mümkün. Yani yöntemsel bir zorluk var.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

A real angry revolver: Sepultura | Chaos A.D.


The story of Sepultura has been always stranger (and more entertaining) than fiction. Just like an impossible climb in full sweat and blood, from third-world obscurity to international stardom.

In the late 1980's and early 90's, in a time of massive upheaval, the Soviet Union had started falling apart with a semi-victory of neoliberalism against almost everything that symbolizes the former three decades, from cultural revolution to the state communism. And all the garbage was left in the periphery of the world: Latin America was seeing a massive crime wave in some nations and the last of its US-backed dictators being deposed in others.

Thrash metal was using up all of its old ideas and looking for new ones, and it was a way of expressing rage, anger and aggression against the system in the periphery of the world. Sepultura had been taking note of all this happening around them and over time their focus had shifted from simple speed and brutality with lyrics about the occult towards slower and more crushing fight-grooves with songs about the much more real horrors of pollution, illness, callous businesses, abusive and corrupt governments, unreliable media, bigotry, and war. 

Chaos A.D. (1993) with its highly political natural ingredients, a bit controversial for the habitat of metal music, was a real answer to the semi-victorious neo-liberalism which was circulating and suffocating the world. Album immediately became Sepultura’s defining work, which still stands as arguably one of the most distinctive moments in heavy metal history. It’s an unprecedented fusion of metal with Latin rhythms; the riffs are prominently undercut with dense layers of ensemble percussion and field recordings of the indigenous Xavante people of Brazil’s interior. 

Album was not only referring explicitly to injustices in Brazil, but also was an indicator of the near future which we live now: from the rise of Biotech to the Slave New World, from harsh capitalist Propaganda to the We Who Are Not As Others. And of course War For Territory. Chaos A.D., with its each song and lyrics, was a real revolver straightened to the world order, and also was a catalog of our current life.

Sepultura | Chaos A.D. | 1993 | Roadrunner Records

3 Ağustos 2017 Perşembe

Kendi gürültümü dinliyorum


"Doğayı dinliyorum,sessizliği dinliyorum, kendi gürültümü dinliyorum..." ve "çocuk, e harfine yaslanmış uyuyordu."  Birbirine tutkun iki zihin içinde. İki bakış içinde. İki göz içinde. Işıltılı ve büyülenmiş iki göz.

27 Temmuz 2017 Perşembe

Psikiyatri (yeniden) politize mi oluyor?


Donald Trump'ın akıl sağlığının yerinde olup olmadığına dair sorular ve medyadaki tartışmalar üzerine Amerikan Psikiyatri Birliği Başkanı, etik olmadığı gerekçesiyle psikolog ya da psikiyatristlerden bu konuda değerlendirme yapmamalarını istemişti. Ancak geçtiğimiz günlerde Amerikan Psikanaliz Derneği'nin 3500 üyesine gönderdiği mail, psikiyatristler arasında yeni bir tartışma başlattı.

Geçtiğimiz günlerde Amerikan Psikanaliz Derneği yönetiminin yaklaşık 3500 üyesine attığı mail, Amerikan psikiyatristleri arasında tartışma yarattı.

Üyelere gönderilen mail, psikiyatristlerin politikacıların ruh sağlığı ile ilgili değerlendirme yapabileceklerini söylüyordu. Oysa yıllardır psikiyatristler arasında politikacılar hakkında yorum yapılamayacağına yönelik Goldwater adıyla bilinen bir kural işliyor.

Aslında tartışma Trump'ın başkan adaylığı döneminde başladı. Kamuoyundan gelen Trump'ın akıl sağlığının yerinde olup olmadığına dair sorular ve medyadaki tartışmalar üzerine APA (Amerikan Psikiyatri Birliği) Başkanı, etik olmadığı gerekçesiyle psikolog ya da psikiyatristlerden bu konuda değerlendirme yapmamalarını istemişti. Buna rağmen son dönemde psikiyatristlerin Trump'ın ruh sağlığının endişe verici olduğu yönündeki görüşlerini belirtmeleri ve Psikanaliz Derneği'nin üyelerine attığı mail tartışmayı büyütmüş gibi görünüyor.

Peki Amerikalı psikiyatristlere siyasal figürler hakkında yorum yapma yasağı getiren ve adı "Goldwater" olan bu kural ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştı?

17 Temmuz 2017 Pazartesi

Psikopolitiğin travması ya da yatıştırmanın çeşitli yoları

Türkiye'de ve dünyada yaşananların görünürlüğü, paylaşılabilirliği artınca travma da politik psikolojide çok kullanılan güncel kavramlardan bir tanesi haline geldi. Hem de ne olduğu çok da tartışılmadan. Kişilerden topluma insnaların zihin hallerini, oan bitenden etkilenme biçimlerini anlatmak için sarsıcı bir kelime olarak kullanıma giriverdi. İlk balışta bir sorun görünmeyebilir; etkilenmenin de bir dili oluşuyor nasıl olsa zaman içinde. Ama yine de, tam da o dil oluşurken sormak gerekiyor: Nedir travma

Öngörülmedik biçimde gerçekleşen ya da kontrol duygusunu sarsan olay mıdır? Olabilir. Psikiyatri ve psikolojide bir çok başvuru kitabı travmayı az çok bu çerçevede tanımlıyor. Güzel. Ama bu bakış açısı karşılıklı bir ilişkiyi yok saymıyor mu? Kişiyi pasif bir etkilenen durumunda değerlendirmiyor mu?

Yoksa travma dediğimiz şu olmasın: modern toplum "sıradan kişiye" öngörülmedik/kontrol duygusunu sarsacak olayların "onun" başına gelmeyeceğini vaadeder. Yani "sıradan kişi" yırtmış kişidir. Onun başına "öyle şeyler" gelmeyeceğinin bilgisiyle yaşar. Hâlbuki "öyle şeyler" bir yerlerde sürekli olur ve başkalarının başına gelir. 

Modern toplum, kapitalizm kişilere "ben yırttım" duygusu yaşatır. Beklenmedik olan olayın kendisi değil, bu yırtma halinin kesintiye uğramasıdır. Yoksa her gün bir yerlerde başka "sıradan insanlar" kaza geçirir, "sıradan kadınlar" tecavüze uğrar, sıradan insanların şehirlerinde bombalar patlar ve tepelerinde jetler uçar. 

Travmatik olan kurulu düzenin vaadinin sekteye uğramasıdır. Bu vaadin ihlalinin dehşetini ve bizleri de içine sürüklediği baştan çıkarıcı konforu tam tersinde örneğin Irak'taki, Filistin'deki "sıradan insan"da bulabiliriz. "Oralarda" kurulu düzenin böylesi vaadi yoktur ve "sıradan insanın" da bu vaad ile sözleşmesi yoktur. Çünkü "yırtmak" yoktur. 

İşte günümüzün hızla kabul gören travma psikolojisi/psikiyatrisi bu sözleşmeyi görmüyor. Daha doğrusu üstünü de örtüyor. Sanırım mesele de burada. Buradan, tam da bu örtüden bakmak daha açıklayıcı. Toplumsal olaylar ve durumlarla ilgili psikopolitikteki kolay okur ve yazar ise bunun tam tersini yapıyor: "yırtma" meselesinin sekteye uğramasını onarmaya çalışıyor. 

Hâlbuki sekteye uğramalı. Yırtma halinin kendisi, sözleşmenin kendisi sarsılmalı. Çünkü kapitalizmde yırtmak yok. Vaad ve anlaşma/kabul var. Biz ise herkesi, "sıradan insanı" da bu vaad ile olan anlaşmasını iptal etmeye çağırıyoruz. Solda genel kabul gören psikopolitik ise tam tersini yapıyor: Böyle bakarsak örneğin "devrimci bir kalkışma" sıradan insan için en büyük travma olabilir.

Ancak "travma psikiyatrisinin" bu kadar tutması da dikkate değer. Hem de siyasi bir yanıt, çözüm derdiyle.

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Fanteziden gerçeğe 15 Temmuz


15 Temmuz darbe girişiminin birinci yılında yaşananların psikopolitik anlamlarını psikiyatrist ve yazar Cemal Dindar ile konuştuk. Dindar toplumun hemen benimsediği fantezilerin gerçekliği inşa eden yanına dikkat çekerken o gerçeklikte belirgin hale gelen güçlü lider, kadın imgesi, paranoya gibi yanların altını çiziyor.

Bir yıl geçti, 15 Temmuz darbe girişiminin üstünden. Ve tartışmalar hâlâ devam ediyor, ne olup bittiğine dair. Belki çok erken ama sanki tarih bir türlü yazılamıyor. Katılır mısın?
15 Temmuz, bir terörist eylem nasıl olur ve neyi hedefler başlıklı bir inceleme yazılsa içini doldurmak için epey vaka bulabileceğimiz bir an. Tekinsizliği eter gibi yayan bir andı. Bir kez hakikaten dehşet öğesi yüksekti.Fakat bu grotesk deneyimin dehşet boyutunun bir ucunda her an jetler evimizi başımıza yıkabilir hissi varsa diğer ucuna memleketin her köşesinden yükselen sala sesleri yerleşti. Neydi Tayyip Bey’in Siirt konuşmasında okuduğu ve yargılanıp ceza almasına gerekçe gösterilen şiir: “Camiler kışlamız /Minareler süngümüz…” Jetler gitti, sala kaldı. Ve grotesk şiddet de bildik şiddet biçimlerine dönüştü. Geriye islamcı kadroları yıllarca hor gördükleri iki kavrama raptiyeleyen karnaval kaldı: demokrasi ve hakimiyetin millette olduğu kabulü…

Olan bitene dair birçok boşluk da kalmadı mı?
Bu türden toplumsal anların asıl değeri gövdelerine yerleşen boşluktur. 15 Temmuz, hatta bunun Dünya tarihindeki öncülü 11 Eylül, sistem açısından tamamen aydınlatılması yeğlenecek anlar değildir. Çünkü hem icracı anlardır hem de fantezi kurucu... Sosyal medyada zaman zaman dolaşan bir Ahmet Özal şakası var, durum kısmen onun gibi. Ahmet bey, o dönem kim aşikar düşman olarak damgalanmışsa "babamı o zehirledi" açıklamaları yapar bu şakalara göre, bu arada Turgut Bey'in gerçekten zehirlenip zehirlenmediği de hep muğlak kaldı.

Gerçek ile fantezi iç içe girmiş sanki. Hatta fantezi gerçekliği kurmaya yaramış, kurmuş gibi.
Evet. Afişlere bakıyor musun, 15 Temmuz afişlerine? Askerler ile mevcut siyasi sürecin çadır direği 'Lider ve Yüce Millet' karşı karşıya. Hani her Türk asker doğar, asker ölürdü? Hani Türklerin temel özelliği "ordu millet" olmalarıydı? Afişlere ne yerleştirilmişse 15 Temmuz anmalarının da işlevi odur. O afişlere bakarken benim aklıma darbeye dahilleri aşikar olan Fethullahçılar filan gelmedi... Ne geldi biliyor musun? Her MGK toplantısı sonrasında yapılan "irtica birinci tehdittir" açıklamalarına dair, geçmişe yönelik, o açıklamalara bu kadroların yıllarca maruz kaldığında birikmiş olan, bastırdıkları öfkeleri. Bastırılan her neyse, biliyoruz ki, bastırıldığı biçimiyle değil kılık değiştirerek döner.Yani, özcesi, programlı bir biçimde öfkenin nefrete, nefretin kine yolaldığı uzun bir siyasi programdan söz ediyoruz ve geçmişteki "kinine sadık nesil" vurgusu boşuna değildi.

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Muzaffer Kale ve bir daha benzeri olmayacak anlar


Geçtiğimiz aylarda Sabahın Bir Devamı Vardı isimli öykü kitabını yayınlayan Muzaffer Kale ile harfler, kelimeler ve anlar üzerine bir söyleşi yaptık. Edebiyattan girdik, geçen yıl kazandığı Sait Faik Hikâye Armağanı’na uğradık; edebiyat öğrenciliğine selam verip Türkiye’de kaldık.

Seni yıllarca dizelerinle, şiirlerinle takip ettik. Sonra arka arkaya öykü kitaplarınla çıktın karşımıza. Hem de kısa öykülerle. Nasıl sakladın bizden bu kısacık, kendi kendine parlayıp sönen metinleri?

Sağolasın; böyle bir tanımlamayla ilk kez karşılaşıyorum ve çok hoşuma gitti, kendi kendine parlayıp sönen metinler… Aslında bu, yazılı olan her şeyi kapsayabilir. Yazıların taşıdığı duygu ve düşünceler, görüş ufuklarımıza girdiğinde sonuna kadar, birebir algılanmazlar; karşılaşma anındaki algı-vergi trafiği her seferinde payına düşen değişik anlamları kendi tarafına taşır. Okunmakta olan metin parlar, görünür hale gelir, sayfa çevrilince kitabın kendi hafızasına dönülür, “söner gibi olur.” Yaşarken de öyle değil mi? Aslında çok sıradan olan bir olay, yaşandığı anda insana, “yıldızlar kadar yüksek” gelir… Bu iyidir. İnsanın içini yükseltir. İçin havalanmış olur.

Şiir meselesine gelecek olursak -ki edebiyatın anadilidir diye düşünüyorum şiiri- edebiyatçı dünyayı şiirle tartar. Hangi şiirle, diye meseleyi uzatabiliriz. Olabilir. Edebiyat bir yerde zaten, meseleyi gürültüye getirmemektir. Meselenin hakkını vermektir. Dünyayı anlaşılır bir dile çevirmektir. Şiir de olabilir bu, düzyazı da. Gönül isterdi ki şimdiye kadar yayımlanmış birkaç romanım, gezi yazılarım, denemelerim; filme çekilmiş senaryolarım, oynanmakta olan tiyatro metinlerim de olsun. Mutlu olurdum sanıyorum. İçimi biraz daha fazla rahatlatmış olurdum, belki… Ama şunu söyleyebilirim, edebiyatla yaşayanların tür fetişizmine düşmeden değişik türler arasında yolculuk yapmaları onları en azından dilde ve anlamda diri tutar. Öyküler de böyle böyle çıktı. Saklamadım… Biriktirdim diyebilirim. Görünmek istedikleri zaman küçük bir yardımım oldu.

Ama günümüzde, edebiyatta saklamak, beklemek, biriktirmek pek görülen bir tavır değil. Katılır mısın bilmiyorum ama senin yaptığın biraz da direnmek değil mi? Hayata, edebiyata…

Benim bir saatte söyleyeceklerimi bir sorunun içinde kusursuz bir cevap olarak verdiniz aslında. Benim yapacağım bu durumu biraz açmaya çalışmak olacak… Döneme egemen olan liberal algı, yaşama biçimini etkilediği kadar düşünme biçimini de istediği yönde şekillendiriyor. Bu noktada edebiyatın bu olumsuz işleyişe karşı durması beklenir ama bu duruş edebiyatın malzemesi, yapısı gereği büyük oranda gerçekleşemiyor. İlişkilere sinen kapitalist davranış biçimi, edebiyat alanında da kendini var ederek dönemin sağlıksız ruhuna uygun yaratım süreçlerini destekleyip besleyebiliyor.

Bir sanat yapıtının niteliği onun oluşum sürecinin uzunluğu-kısalığı ile ölçülemez; ama dediğiniz gibi genel algı, emek sürecinin magazinel ilgi seviyesine düşmesine neden oldu. Şaka yollu da olsa yazılacak bir metinde nelerin bulunması gerektiği hakkında şablonlar ortalıkta dolaşıyor. Ters örnekler doğruları göstermek için yalnızca bir mizah unsuru olmayabilir bu durumda. İşin başka bir yanı bu...

1 Temmuz 2017 Cumartesi

Yan oda, Karşı Masa ve 9 Eylül


Kurumları sevmem. Kurumsallaşmayı da. Hele günümüz dünyasında, vasatlık ve bayağılık geçer akçe iken mümkünse hiçbir kurum ayakta kalmamalı.

Ama yine de sormak gerekiyor: Bir kurum nasıl ortaya çıkar? Mesela bir eğitim kurumu nasıl kurumsallaşır? Parayla mı? Rekabetle mi? Piyasa kurallarına uymasıyla mı? İktidara yakınlıkla mı? Emirleri harfiyen uygulamasıyla mı? Yoksa değerleri ve insanlarıyla mı?

Günümüz Türkiye’sinin yanıtı belli. Para, piyasa ve biat var her yerde. Halbuki bir kurumsallık varsa eğer bir yerlerde, hep insanlara ve değerlerine bakmalı, onları önemsemeli. Eh, bunun için de artık neresinden bakarsak bakalım yeni bir ülke gerekli…

Ve ne yalan söyleyeyim, 9 Eylül Üniversitesi, üniversiteyi yakından ya da uzaktan, içeriden ya da dışarıdan izleyenler için hep insanlarıyla vardı. Onların emekleri ve değerleriyle…

*

Tıp fakültesinden mezun olduğumda gündemimde İzmir’e gitmek hiç yoktu. Tez zamanda İstanbul’da bir yerleri kazanmak istiyordum. Ama hayat işte! Öyle planlandığı gibi gitmedi günlerim ve istikametimi İzmir’e çevirmek zorunda kaldım. İzmir’e çevirdim ve uzmanlık için 9 Eylül Üniversitesi’nde Anesteziyoloji bölümünü kazandım. 

Anesteziyoloji dediğim cerrahi bir branş. Evet, insanı uyutmak ve uyandırmak anlamına geliyor kabaca ama işte o uyku ve o uyku sırasında olanlar oldukça önemliydi. Ve anestezi meşakkatli bir branştı.

Yaz ayıydı ve bölüme başlamam yine acayip sıcak bir döneme denk gelmişti. Tamam, ameliyathane serindi ama akşamüstleri buzhaneden fırının içine çıkıyor gibi oluyordum. Yorucu günün sonrasında yürüyecek halim bile kalmıyordu. Ne İzmir’i sevebiliyordum ne de yaptığım işi.

Sevemiyordum ama zaten günlerim neredeyse tamamen hastanede geçiyordu. Ve tabii ki solcuydum. Ve tabii ki solcuları arıyordum. Üniversitede ve hayatta.

24 Haziran 2017 Cumartesi

Nefs


Türk Dil Kurumu gereksinim olarak tanımlanmış nefsi. Gereksinim derken de bedensel gereksinimleri yazmış: “İnsanın yeme, içme vd. gereksinimlerinin bütünü” demiş. Ve diğer (vd.) kısmına girenleri ise yazmamış. Bize bırakmış. İngilizce sınavında sorulan boşlukları doldurun tarzı sorular gibi.

Nefis söz konusu olunca “ve diğer” kısmına neler girdiğini ise yazılmayan gereksinimlerden çıkarabiliriz. Hatta nefsin esas olarak hangi gereksinimler bütününü içerdiğini yazılmayanlardan çıkarabiliriz.

Nelerdir insanın gereksinimleri?

Yeme, içme sayıldığına göre diğer bedensel, fizyolojik gereksinimler de nefsin içine girebilir. Ama hepsi değil? Uyku ve dışkılama girmiyor mesela. Barınma, güven içinde olma da girmiyor. Dil kurumu açıklama yazmakta nedense cimri davranmış. Anlamı eksik bırakmış (ki zaten eksik bırakılan da muhtemelen esasa aittir; hatta diyebiliriz ki esas olan hep eksik kalır). Garip ama anlamlı. Çünkü nefis daha çok dürtülerle ilgilidir. İnsanın dürtüsel gereksinimleriyle.

Freud’un büyük keşiflerindendir, dürtüler. Erken dönem eserlerinde sık sık geçer. Freud'a göre insanın doğuştan gelen iki temel dürtüsü vardır; saldırganlık ve cinsellik. Bu iki temel dürtü suçluluk duygularına yol açtığı için bastırılır. Kabaca böyle.

10 Haziran 2017 Cumartesi

Kişilik, karakter, mizaç


Psikiyatrinin, hele de günümüzün biyoloji ağırlıklı psikiyatri kuramının en kenara itilmiş başlıklarından birisidir kişilik, karakter, mizaç. Klinik uygulamasının da çok farklı olduğu söylenemez: Kişiliğe pek yer yoktur moleküller dünyasında.

Hâlbuki bizzat hayat gibi psikiyatrik durumlar da kişilik özellikleriyle çok yakın bir ilişki içindedir. Örneğin depresyon, tamam az çok tanımlanabilir bir klinik hâldir ama kişilik özelliklerinden çok etkilenir. Hatta demans bile öyledir: Mayanız yumuşaksa beyniniz yavaş yavaş solarken içinizden aynı yumuşaklık çıkar. Ama mayanız sert ve çalkantılıysa sizden geriye daha beter bir fırtına kalır.

Yine de yapılandırılması zor olduğu ve biraz da psikolojiye kaydığı için psikiyatri genel olarak kıyısında tutar kişiliği, karakteri ve mizacı.

Marksizm ve insan meselesi ise daha da karışıktır. Zaten Marx’ın neredeyse her şeyi yazmış olmasını bekleyen bir istek hep var içimizde. Felsefe, siyaset, sanat değil bir tek. Örneğin etik, kimlik, cinsiyet ve tabii ki insan doğası üzerine de bizzat oturup yazmış olmasını bekleyen bir yan bu.

Ama siyasi/pratik bir dert peşindeydi Marx ve o dert onu nereye götürürse, yani o derdi en anlaşılır, en görünür hale getirmesi nasıl mümkün olabilecekse oraya gitti. Örneğin geriye derli toplu bir siyaset teorisi dahi bırakması imkânsızdı, çünkü derdi teori bırakmak değil işleyen, dinamik bir teori kurmaktı.

Üstüne insan konusundaki “boşluğu” dışsal kaynaklarla çözmeye, gidermeye çalışan yüzyıllık Marksizm külliyatını da eklersek, bize kalanın karmaşa ve karışıklık olduğunu söyleyebiliriz.

31 Mayıs 2017 Çarşamba

Sol, isyan ve madde kulanımı


“Yaşamın dozunu yükselt, örgütlen!” diyerek uyuşturucu madde kullanımıyla mücadele çağrısı yapan Türkiye Komünist Gençliği, gençler arasında giderek yaygınlaşan uyuşturucu kullanımına karşı  aynı başlıklı bir de açıklama yayınladı. Uyuşturucunun “Egemen sınıfların gençleri esir almak için kullandığı bir araç” olduğunu belirten bu çağrıyı ve Türkiye'de madde kullanımının bulaşık olduğu muhalif kültürü PsikesoL Kolektifi ile konuştuk.

Madde kullanımı ve bağımlılığı Türkiye için bir sorun mu?
Evet, hem de ciddi bir sorun. Ama durumu hepimiz hafife alıyoruz. Uyuşturucu ile mücadele devletli bir iş olarak görüldüğü için Türkiye solu daha da hafife alıyor. Geçen yıl darbeden önce cezaevlerindeki hükümlülerin üçte biri uyuşturucu madde ile ilgili suçlardan yatıyordu örneğin. Madde kullanım yaşı ise sürekli düşüyor. Arkadaşlarımızın İzmir’de yakın zamanda yaptığı bir araştırma son altı yıl içinde esrar kullanımının dört kat arttığını gösterdi. Devletin rakamları da benzer bir eğilimi gösteriyor: Madde kullanımı özellikle genç nüfus içinde son on yılda azalmadı, arttı.

Bunlar elbette ki buzdağının görünen yüzü. Bu iş sadece bir grup gencin içine düştüğü bir tuzak falan değil. Ciddi bir sektör, kolay yoldan para kazandıran bir iş. Ama toplumsal boyutta çürüten, asalaklaştıran, insanı kendine yabancılaştıran bir süreç. Sağlığa zararlı ama diğer yandan kapitalizm için de kârlı bir düzenek.

Peki, madde kullanımı neden bir sorun? Mesela beyni nasıl etkiliyor uyuşturucu maddeler?
Uyuşturucu maddeler beynin ödül yollarını uyaran maddeler. Ödül yolağı yiyecek, içecek, seks gibi doğal yollarla aktive olduğunda biz haz deneyimliyoruz. İnsanlık yüzyıllar içinde bu yolağı değişik maddelerle uyarmanın yollarını buldu. Yaşamın ızdırabını geçici olarak rahatlatmaya çalıştılar ama kapitalizmle birlikte bir sanayi haline geldi bu. Aslında madde kullanımı meselesinin şeker ile ilişkimizin tarihinden pek bir farkı yok. 1800’lü yılların başında kişi başı yıllık tüketim bir çay kaşığı kadar iken şimdilerde bu rakam neredeyse bir çuval kadar. Uyuşturucu maddeler de böyle. Kaygıyı azaltmak, günlük hayatın içinde ulaşılmayan haz ve doyuma kısa yoldan ulaşmak için kullanılıyor bu maddeler. Ama tek bir kullanımları bile beyindeki ödül yolağını başka hiçbir doğal yöntemle uyarılamayacak kadar etkiliyor.

Ve sonra beyin değişiyor. Hücre düzeyinde dahi değişiyor. Hatta molekül düzeyinde değişiyor. Hızlı, anlık ve güçlü doyumların yanında uzun vadeli her şey gözden düşüyor; sorumluluklar, emek verme ve insani hedefler gibi! Üretime değil tüketime yöneltiyor. Kullanan kişi aynı hazzı, aynı rahatlamayı özlemeye, istemeye başlıyor. Ve kişi günlük hayatını sürdürmekte zorlandığı bir yoksunluk durumuna doğru yuvarlanıp gidiyor. Keyif ya da haz için başlanan madde, bir süre sonra kendi yarattığı krizin giderilmesi için aranan bir maddeye dönüşüyor.

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Anaïs Mitchell: Hadestown at the age of late-late capitalism



From operas by Monterverdi, Glück, and Offenbach, to a film by Cocteau and a play by Tennessee Williams, to (one half of) a record by Nick Cave, the myth of Orpheus has provided inspiration for artists, writers, and musicians across the centuries. Anaïs Mitchell’s latest album Hadestown thus situates itself in a venerable cultural tradition, spinning an ambitious 20-track song-cycle—or self-styled “folk opera”—out of the myth. 

Alongside arranger Michael Chorney and director Ben T. Matchstick, Mitchell originally developed Hadestown for the stage: the work was performed by Mitchell and a revolving crew of musicians in a tour across New England. For the album version, however, Mitchell and producer Todd Sickafoose have opted for some deluxe casting, with Ani DiFranco taking on the role of Perspehone, Bon Iver’s Justin Vernon as Orpheus, Greg Brown as Hades, The Low Anthem’s Ben Knox Miller as Hermes, and the Haden Triplets (Tanya, Petra, and Rachel) as The Fates—not forgetting Mitchell herself as Eurydice, of course. The results are incredibly good: With Hadestown, Mitchell and her collaborators have crafted an Americana classic that doesn’t require a Classics degree to appreciate. 

Hadestown follows the structure of the Orpheus myth closely, while providing a fresh, novel framework for it. The album’s underworld is, in Mitchell’s phrase, “an exploitative company town” in an epoch evocative of Depression-era America. Here, Orpheus wields a banjo not a lyre, while Hades is a “sadistic, wall-building boss king” whose wife Persephone “moonlights as the proprietress of a Speakeasy”. The context informs the musical approach, or vice versa, which moves seductively through folk forms: blues, jazz, ragtime, swing. The accomplished band includes Sickafoose, Rob Burger, Jim Black, Josh Roseman, Nate Wooley, Marika Hughes, and Tanya Kalmanovich, amongst others. 

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Erol Abi, Ernesto Laclau ve bizim bahçe


Nasıl diyeyim? Bilirsiniz işte. Kurumsal dertlerin, işleyişteki aksaklıkların hep sistem sorunu olduğu düşünülür. Bana da soracak olursanız devlet kurumlarının hantallığı ve çürümüşlüğü, özel sektörün doymak bilmezliği ve züppeliği birer sistem sorunudur. Hatta küçük bir kurumdaki çeşitli aksaklıklar sistemden kaynaklanır; başka bir şeyden, mesela insan faktöründen değil. Yani a kişisi de gelse b kişisi de gelse köhnelik sürer gider. İşte böyle düşünürdüm.

Sonra ne mi oldu?

Erol Abi gitti. Daha doğrusu Erol Abi’yi işten çıkardılar. İçiyor ve küfrediyor diye.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

kofiakofo | bir şairin mesajları


Nasıl denk geldi tam olarak hatırlamıyorum şimdi. Ama sanırım Şubat ortalarıydı. Ya da belki de Mart başı. Tam bilemiyorum işte. Ama soğuktu havalar ve saatlerin geri alınması ya da alınmaması garabeti nedeniyle hava aydınlanmadan uyanılan zamanlardı. 

Sanırım Soundcloud, öylece, rastgele kendi kendine çalarken denk geldim kofiakofo'nun İsmet Özel remikslerine. Denk geldim ve tam anlamıyla vuruldum. Şiir, dizeler, İsmet Özel'in ilk kez duyduğum sesi, İsmet Özel'in ilk kez duyduğum dizeleri ve beat, rap, hip-hop. Hem de nasıl uyumlu beatler! Şiirleri başkalaştıran düzenlemeler. Ya da sanki İsmet Özel bazı şiirlerini (hatta hepsini) o zamanlar henüz bestelemediği şarkılar, melodiler için yazmıştı da gün gelmiş ve şiirler ritimlerine kavuşmuştu. İlk olarak "ils sont eux" ve sonra diğerleri: "Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar", "Evet, İsyan", "Seni Olan Yenilgi", "Bakır Tenli Yapraklar".

kofiakofo tarafından yapılan düzenlemeler (edit) hepsi olmamakla birlikte çok etkiledi beni. Günlerce yeniden ve yeniden dinledim bu düzenlemeleri. Vakur, kendi halinde ve adanmış bir uğraş olarak gördüm, yaptığı düzenlemeleri. Evet, hepsi hoş değildi. Seçilen beatlerin hepsi akıp gitmekte olan dizelere çok uygun değildi. Bazıları fazla ağdalıydı; belki de şiirdeki ağdayı da yansıtıyordu. Çünkü İsmet Özel'in bazı şiirleri bir rap gibi sert, doğrudan, keskin ve darbeli iken bazıları ise yumuşak, mistik ve ağdalı. Ama kofiakofo'nun özellikle bazı şiirler için seçtiği beatler şiirin altını çiziyordu. Hem de bir daha bir daha. 

Öte yandan lise yıllarını İsmet Özel tartışarak ama hep uzak durarak (hem de yıllarca Özel'den uzak durarak) geçiren birisi için İsmet Özel'in tiyatral sesine, okuyuşuna denk gelmek, onunla böyle tanışmak da bir ayrı oldu. Aynı vakurluk, vazgeçmişlik, inanmışlık. Tuhaf ama etkileyici. Hani şunu düşünmeden edemedim: İslamla birlikte birçok şeyi elinin tersiyle itmese herşey olabilirdi Özel; mesela Haluk Bilginer'den daha etkili bir ses olabilirmiş (ve o reklemdan bu reklama koşabilirmiş). Ya da tüm şu şiir alemini bambaşka bir yere taşıyabilirmiş (ve o ödülden bu ödüle koşabilirmiş). İyi ki bunalara tenezzül etmemiş. En azından bu şiirlere gölge düşmemiş.

7 Mayıs 2017 Pazar

Kar Kokusu

"Bazen herşey anlamını yitiriyor. Yaşamak, yazmak... 
Düşünmek, iddia etmek, öne sürmek."

Laclau okuduğum bir zamandı. Çabucak sıkılmıştım yazdıklarından. Fazla teorizasyon ve tekrar vardı. Baştaki heyecanımı kısa sürede alıp gitmişti dili ve tarzı. Ve açıkçası sıradışı kariyeri. Devrim, strateji üzerine yazan birisi için fazla başarılı bir kariyeri vardı. İşe yarayacak olsa çoktan aforoz edilmiş olması gerekirdi. Bu nedenle okumaya ara vermiştim. 

Tam o sırada evde Kar Kokusu'nu buldum. Ahmet Ümit'in ilk romanı. TKP üzerine olduğu ve yazarının parti tarafından Moskova'ya gönderildiğini de bildiğim için kitabı hep okumak istemiştim. Ama fazla ünlü olması ve ekranlardaki reklamcı halleri nedeniyle hep uzak durmuştum Ümit'ten. Ama o kadar sıkılmıştım ki Türkiye'de partili mücadeleye dair az çok içeriden ve yakın bir şeyler okumak istedim ve artık öyle yapmadım. Böylec Laclau'dan Ahmet Ümit'e, 1980'lerin Ahmet Ümit'ine, TKP'sine geçmiş oldum. Başladım okumaya.

Bir yandan severek okuyorumdum kitabı. Komünistlere, partiye dair hem sevecen hem de bana yabancı bir eleştirellik vardı. Yöneticiler vardı bir kere ve hepsinin de ego gücü çok düşüktü. İnsan sürekli "kollektif ortamlar bireylere ne yapar?" sorusuyla karşılaşıyordu. Ama dilinde ara ara ortaya çıkan tanıdık tınıyı sevmiştim. İçten, adanmış, inanmış ve bir akıp giden bir su gibi.  

Kitabı okurken "Ahmet Ümit partili kalsa ne iyiymiş..." diye düşünürken de buldum kendimi. Çok üretken, yaratıcı, gözlem ve sentez gücü yüksek birisi olduğu belliydi. Ama muhtemelen daha o zaman "bu işlerden bir halt çıkmaz" demiş, o da belliydi.

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Yaz gelecek ama biz size kışlarımızı bırakacağız


Rahat olsun içiniz.
Bahar geldi en sonunda buralara da.
Bolluk geldi en sonunda buralara da.
Bereket, zenginlik...
Geldi en sonunda,
ne bedellerle,
ne bedellerle...

Ama olsun,
rahat olsun içiniz.