23 Aralık 2019 Pazartesi

Rengarenk


Sabah geçti önümden. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda. Gökkuşağını dolamış şemsiyesine yürüyordu. Neredeyse iki büklüm. Ne aheste ne de acele.

Tüm caddeyi rengarenk yürüyecek ve belki bir ekmek alacaktı. Belki de başka bir şey. Kim bilir? Belki de geçip giden ömrüne el sallayacaktı.

22 Aralık 2019 Pazar

Sey Uşen


İçinde bir tutam delilik olmayan hayat, eksik bir hayattır.” demiş Paulo Coelho. Çok bilmem, okumam kendisini ama tam yola çıkarken denk geldi bu sözü. Bir başlangıç notu gibi. Ben de aldım yanıma ve düştüm Dersim yollarına.

Şimdi Dersim’deyim. Bilim ve Aydınlanma Akademisi, Tunceli Belediyesi’yle birlikte bir süredir çeşitli etkinlikler düzenliyor burada. Biz de iki psikiyatrist, BAA’nın Nisan ayında yayınladığı “Türkiye’de Uyuşturucu Sorunu” raporunu tartışmak için geldik bu kadim topraklara. Kendi adıma sisler içindeki doğasını, güneşin altında parıldayan Munzur’u ve sıcacık insanlarını çok sevdiğimi söylemeliyim.

Dersim denince herkesin aklına başka birçok şey gelebilir ama buraya gelirken benim aklıma üç Dersimli geliyordu: İki kardeş ve bir seyit.

Kardeşleri siz de biliyorsunuzdur, Metin ve Kemal Kahraman. Birden çok albümlerini severim ama 1995’te yayınladıkları “Renklerde Yaşamak” albümlerinin ayrı bir yeri vardır bende. Tüm albüm, o 11 şarkı, uzun yıllar günlerime ve o yıllarda günlerini solda yaşayan herkese eşlik etmiştir. Gazi, Susurluk, 96 1 Mayıs’ı, Habitat, Fidel ve SİP…

90’ların ortasında ülke, dünya değişirken sol da değişiyordu. Bu albüm benim için tüm bu değişimin arka fonu gibidir; ülkeye ve sosyalizm sonrası dünyaya tutunma şarkılarıdır. Öfkelendirir, kahırlandırır ama bir yandan da mücadele etme isteği verir. Kürt hareketinin içinden de düzene öyle kolay teslim olmayacak bir damarın akıp gideceğinin hatırlatıcısı gibidir. Şarkılarını, mesela Düzgın Bava’yı dinlerken hâlâ tüylerim diken diken olur. Albüm, öncesinde yayınlanan “Deniz Koydum Adını” ile 90’ların ortasında farklı bir sesti.

Ama Dersim’e daha önce hiç gelmemiştim. Şarkılarını, tarihini ve delilerini bilsem de, duymuş olsam da, dinlemiş olsam da. Etkinlik deli divanelerine, özellikle de birine uğramamı da sağladı.

20 Aralık 2019 Cuma

Bir penceredir hayat


Bir penceredir hayat.

Geçmişe ve geleceğe baktığın,
dağlara ve gökyüzüne baktığın,
doğumlara ve ölümlere baktığın.

15 Aralık 2019 Pazar

Yayın şart mı?


Hangi yayın derseniz akademik yayından bahsediyorum. Biliyorsunuz, hafta içinde “akademik yayın” konusu rektörler özelinde hızlıca tartışıldı, yuhalandı ve sonra da çok üzerinde durulmadan geçti, gitti. Konu derken tabii ki rektörlerin yayın yapması (ya da yapmaması) ve bir de üstüne rektörlerin yaptıkları yayınların atıf alması (ya da almaması) meselesini kastediyorum.

Rektörlerin “bilimsel” yayınları, PISA sonuçlarının tartışıldığı “Teke Tek Bilim” programında gündeme gelmiş. 8 Aralık’ta. Türkiye’de eğitimin “kalitesinin” düşüp düşmediği tartışılırken “bilimsel bilginin” en başındakilerle ilgili bazı “çarpıcı” rakamlar açıklanmış. Çarpıcı rakamları Akdeniz Üniversitesi’nden Prof. Dr. Engin Karadağ dile getirmiş ama sosyal medyada bolca paylaşılan kareden anlıyoruz ki profesör bu bilgiyi “ÜniAr direktörü” unvanını da kullanarak açıklamış. “ÜniAr” ise “Üniversite Araştırmaları Laboratuarı” isimli ve “kimseden finansal destek almadığını” daha ilk baştan belirtme gereği duyan bir kuruluş(muş). “Çarpıcı” verileriyle biliniyor(muş). İşte üniversite memnuniyeti, sıralaması gibi.

Üniversite rektörlerinin yayınlarıyla ilgili veriler daha program bitmeden oldukça ses getirdi. Ve hızlıca önce sosyal medyada paylaşıldı, sonra da basına yansıdı. Bu verilere göre üniversitelerde rektör olarak görev yapan akademisyenlerden (ki sanırım tamamı “profesör” unvanı taşıyor) 68’inin uluslararası dizinlere (“Web of Science” [Bilim Ağı] gibi bilimsel taramalar) giren yayın sayı “0” yani yazıyla “sıfır”. Evet! Oldukça çarpıcı.

Bu sayı, bu tür dizinlere girmeyen yayınlarını kapsamıyor. Yani rektörler başka dizinlerde “uluslararası” yayın yapmış olabilirler. Ya da sadece yerli dizinlere giren yayınlar yapmış olabilirler. Burada bir de kısa bir hatırlatma yapmak gerekiyor: “Yayın” olarak genellikle “bilimsel makale” kastediliyor ve bu makale araştırma sonuçlarının yayınlandığı bir yayın olmak zorunda değil. Yani mektup, olgu sunumu, gözden geçirme, derleme de olabilir. Kitaplar, kitap bölümleri, raporlar, bültenler ise “yayın” olarak pek sayılmıyor.

8 Aralık 2019 Pazar

O bakış...


Hangi kadın bilmez o bakışı!” demiş birçok kişi. Ceren Özdemir’in evine dönerken sokak kameralarına takılan bakışını işaret ederek. Arkaya, geriye tereddütle dönen bir baş ve endişe dolu bakışlar. O kayıtta çok da net göremiyoruz belki ama çok da belli: orada, o bakışta “Arkamdan mı geliyor, beni mi takip ediyor?” diyen bir an var. Çok tanıdık, çok bildik. Hemen her kadının (ve daha az da olsa birçok erkeğin) hayatındaki “sıradan” bir an, bir kare.

Gerçi birçok ülke, birçok toplum bu halde. Hindistan’dan Arjantin’e, İsveç’ten Malezya’ya birçok ülkede o bakışı gerektirecek olaylar yaşanıyor; neredeyse kesintisiz. Ve bu olaylar, saldırılar, iyi biliyoruz, kadınları, çocukları, yaşlıları ve sokak hayvanlarını hedef alıyor. Ama bu ülke, bizim kendi toplumumuz insanlarını, çocuklarını, kadınlarını, bin yıllık göllerini koruyamayan, onları güven içinde yaşatamayan bir ülke. Bir süredir.

Bir süreklilik var. Olaylar arasında. Gölü kurutan cüret, o gün, o akşam Ceren’in de peşine düştü. Öyle çok uzak değiller birbirine. Define için doğayı talan edebileceğini düşünmek ve bilemediğimiz duygular için bir başka bedeni, hayatı talan edebileceğini düşünmek. İkisinde de gerekli olan zihniyetin bir adım öncesi, temel toplumsal, insani kuralları, işleyişi askıya almaktır. Sonrası, sanki çok da kolaydır.

İnsan bu tür olaylardan sonra dönüp kendi hayatına, kendi çevresine bakıyor. Kendi hayatı da talan edilmiş gibi oluyor. Ya da kendi hayatının da talan edilebilmesinin sadece “pamuk ipliğine bağlı” olduğunu anlıyor.

Bu tür olaylardan sonra insanın temel güven duygusu sarsılıyor.

3 Aralık 2019 Salı

Psikiyatride prodromu aramak*


Belki daha en baştan yanılıyoruz. Yani psikiyatride prodromu arayarak. Çünkü, her ne kadar bir kavram olarak tüm genel tıbba mal olmuş olsa da bir olgu olarak prodrom enfeksiyon hastalıklarına ait. Enfeksiyon hastalıklarında prodromal bulguların en meşhuru da Koplik Noktaları. Kızamık ortaya çıkmadan bir süre önce ağıziçi mukozada beliren bir tür öncül reaksiyon. Sonrasını haber veren bir haberci. Ve mutlaka öngörücü.

Psikiyatride bu kesinlikte bir öngörücü işaret aramalı mıyız? Koplik Noktaları’nın taşıdığı kesinlikte ve öngörücülükte olur mu bilemiyorum ama kesinlikle aramalıyız. Birkaç sebeple…

Birincisi, psikiyatrik sorunlar başına geldikleri kişinin, sevdiklerinin hayatında önemli bir yer teşkil ediyor. Birçok alanı etkiliyor; sadece “sağlıklılık” halini değil. Bu nedenle öngörücü her işaretin sonrası için büyük kıymeti var. Diyebiliriz ki, her şey bir yana, psikiyatride prodroma mutlaka ihtiyacımız var. Hastalarımız, sevdiklerimiz ve mesleğimiz için.

İkincisi, tüm psikiyatrik sorunların gelişimsel bir zeminde ortaya çıktığını biliyoruz. Yani bir yerlerde bir şeyler “ters” gidiyor olabilir. Evet, bu “ters” çok tartışmalı bir kavram. Belki de moleküler, dokusal olarak beyinde “ters” olan hiçbir şey yok. Bilmiyoruz. Daha doğrusu öyle olduğuna, yani beyinde, sinir hücrelerinde moleküler düzeyde bir şeylerin “ters” olduğuna dair bazı “güçlü” işaretler var elimizde. Ama o işaretler de sonrasını öngörmemizi sağlamıyor. Şimdilik. Öngörücü olan her şey bu gelişimsel zeminde değişikliklerin, müdahalelerin önünü açabilir.

Üçüncüsü, bazı psikiyatrik sorunlarda erken müdahalenin daha olumlu sonuçları olduğunu biliyoruz. Örneğin şizofrenide “tedavisiz geçen psikoz süresi” ile prognoz arasında ilişki olduğunu iyi biliyoruz. Ya da demansta erken müdahalenin süreci yavaşlattığını da iyi biliyoruz. Evet, erken müdahalenin bizzat kendisi bile tartışmalı ama prodrom anlayışımızdaki her gelişme hastalık gidişatını değiştirecek. Bu nedenle de prodrom erken müdahale için de önemli.

1 Aralık 2019 Pazar

Biçarenin ölümü


Sanırım bir şarkıda geçiyordu: “Binlerce insanı öldürürsen fatih, birkaç kişiyi öldürürsen katil olursun” diye.* Hakikaten savaşların böyle her şeyi düzleyici bir yanı var. Sayılar, yasalar, toplumsal kurallar ve uzlaşılar hükmünü kaybediveriyor. Bir tür kısa devre gibi oluyor savaşlar. Her şey mubah oluyor.

Ama bu kısa devre hali bir tek savaşlarla sürmüyor. Daha doğrusu savaş hali savaş yokken de devam ediyor: Savaş oldukları ancak farklı bakınca anlaşılabilen örtük savaşlarla. Kimse bu örtük savaşları savaştan saymıyor. Koca bir sınıfsal özgürlük bu. Mesela istatistik olarak çıkıyor karşımıza. Diyebiliriz ki istatistik bu örtük savaşların bilimidir.

Ve öyle örtük savaşlar var ki başka savaşlarda ölmediği kadar çok insan hayatını kaybediyor. Hem de her şeyin bir savaşta olup bittiğinin bile farkına varmadan. 

Ne garip!

Geçtiğimiz günlerde önemli bir araştırmanın sonuçları yayınlandı. Öyle çok sessiz sedasız değil. Tartışıldı, istatistiksel olarak ele alındı. Araştırma, Amerika Birleşik Devletleri’nde 1959’dan günümüze kadar ortalama yaşam süresindeki değişimi inceliyordu. Sonuçlar ise örtük bir savaşın izdüşümüydü. Vahimdi.

Önce bir giriş: İnsanın ortalama yaşam süresi “tarih” boyunca hep arttı. Öyle boşlukta, saksıda değil. Maddi hayatın üretimi içinde. Sınıflı toplumlarla birlikte. Yani, sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçiş de bir zamanlar bir “ilerleme” sağladı. Ortalama ömür, doğa karşısındaki zorluklara ve üretici güçlerdeki (şimdi sahip olduğumuz –ya da sahip olamadığımız- her şey: teknoloji, genel biyoloji ve beden/sağlık bilgisi vs.) yetersizliğe rağmen bin yıllar boyunca yavaş yavaş arttı. Evet, bu artış uzun yıllar aldı ve günümüze göre çok ama çok yavaştı. Ama arttı. Yakın zamanda ise çok hızlı arttı. 

25 Kasım 2019 Pazartesi

Robert Musil'in Üç Kadın'ı


...kıskançlıktan kudurarak odasında oturmayı ve kendi kendine hiç de kıskanmadığını tekrarlamayı, daha başka, ilgisiz şeyler yakıştırmayı tercih etti; oysa gerçek duygusu buydu. Başını kaldırıp baktığında, her şeyin yerli yerinde olduğunu görüyordu. Duvar kağıtları yeşil ve griydi. Doru rengi kapılar, sessizce yansıyan ışıklarla doluydu. Kapının rezeleri koyuydu ve bakırdandı. Şarap kırmızısı kadife koltuğun iskeleti kahverengi maundandı. Ama bu nesnelerin tümü, eğri, öne eğik, dimdik duruşlarına karşın düşecekmiş gibi, sonsuz ve anlamsız geldiler ona. Gözlerine kıstı ve etrafına bakındı, ama sorun gözlerinde değildi. Nesnelerdeydi."


Musil’in karmaşık, zorlu ve zengin bir serüveni andıran yaşamında, yaratıcılığının uğraklarından birisi olan Üç Kadın (Drei Frauen) 1924’te yayınlanır. Üç Kadın’da okuyucuyu, dipten ve derinden işleyen bir kargaşanın alçak sesli uğultusu beklemektedir. Uğultu kendisini, Grigia’nın Poe öykülerini çağrıştıran bitişinde, Portekizli Kadın’ın büyülü dokusunda ya da Tonka’nın kışkırtıcı umutsuzluğunda hissettirir.

Grigia ve Portekizli Kadın’da olay örgüsü ve atmosfer, lirizm yüzünden bulanıklaşır; özellikle Grigia’da kendini belli eden çekicilik ve zerafete karşın okur, bulanıklığın getirdiği eksikliği hisseder. Buna karşın hem yalın hem de zengin bir içeriğie sahip olan Tonka, son derece belirgin kenar çizgileriyle derin bir arka planın içinden sıyrılan anlatısı sayesinde etkileyicidir. Genç bir soylu erkek ile sıradan bir genç kız arasındaki aşk –ki Avusturya edebiyatında sıkça yinelenen bir temadır-, aşırı duygusallığın ağdalı dilini taşımaksızın, katı ve acımasızca, toplumsal öğeden uzak durma tercihiyle anlatılmıştır. 

Öykülerin kurgulandığı zaman ve yer kesitlerine olan uzaklığımız ise, anlatıya sızan evrensel sorgulamalarla kısalır. Sorgulamalarda aşk, ölüm ve iktidar gibi insan varlığının olmazsa olmaz başlıkları kadınların yazgılarıyla birlikte anlam kazanır. Sorgulananlar ise erkeklerdir; eril olanlardır ve bu erillik öykülerin kadınlarına tutulan aynadır. Belki de uğultunun derinden işlemesinin sebebi duyumsadığımızın bir yansı olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü, öykülerin öne çıkan öğeleri olan erkekler, üç farklı kadının dünyasını gün ışığına çıkarırken kendilerini değil kadınları, kadınlarını anlatırlar. Sorgulama tam da bu sebeple erkeklerin anlatımlarında, düşünme çarklarında öyküler boyunca bir türlü kaçamadığımız eril uğultuyu içerir. Halbuki dinlediğimiz kadınlara ait yenik ruhların, eril kargaşalar içinde boğulan ezgileridir. 

24 Kasım 2019 Pazar

Psikopolitik alâmetler


Kitle psikolojisi kapitalizmle birlikte ortaya çıktı. Öncesinde küçük nüfuslar için geçerli olan ortak zihinsel haller, duygular, hikâyeler, söylenceler, efsaneler kapitalizmle birlikte çok daha büyük yığınlar için geçerli hale geldi. Meta üretimi nasıl tüm topluma yayıldıysa ve hatta bizzat toplumun kendisi nasıl bir metaya dönüştüyse ortak duygular, davranışlar da tüm toplum içinde yayıldı, tekleşti, merkezileşti. Daha doğrusu egemen sınıfın hikâyesi, değerleri, zihni tüm toplumun hikâyesi, değerleri, zihni haline geldi. Feodal ve hatta daha öncesine ait psikolojiler ise ya soyları tükendi, ya eriyip kayboldu ya da yok edildi.

Kapitalizm ortak bir zihin hali yaratmak konusunda tarihte ayrıcalıklı bir yere sahip. Çoğunluk daha önce yoktu; varsa bile saray ve etrafından ibaretti. Kapitalizm çoğunluğu icat etti ve çoğunluğu hem yönetti hem de olanaklarını sonuna kadar genişletti. Sosyal medya ve günümüzün giderek tırmanan tepkiselliği bu eğilimin güncel, uç hallerini yansıtıyor. Bugün kitlelerin psikolojisi hiç olmadığı kadar homojenleşebilme ve yayılabilme olanağına sahip. Kim ne derse desin, sosyal medya ve benzeri araçlar, egemenler için büyük bir nimet.

İronik belki ama sosyal medya sayesinde görmüşsünüzdür: Nazi Partisinin 1936’daki Nürnberg mitinginin fotoğraflarını. Uçsuz bucaksız bir kitle. Günümüz partilerinin ise çok daha büyük olanakları var. Kitlesel bir ortak zihin hali, düşünce ve duygu ortaklığı için milyonları aynı yere toplamaları artık gerekmiyor. Günümüzde milyonlar, bir arada olmadan tek bir yerde buluşabiliyor. Günümüzün burjuva partileri, parti olmayan partileri, çok daha ucuza kapatıyorlar bu tür ihtiyaçları. Homojenleşme kolay, yayılma hızlı.

Bu homojenleşme ölçülebilir ve yönlendirilebilir bir olgu. Artık her an, her hareket, her yaşantı bir veri, data. Herkesin büyük bir teslimiyetle kontrol edildiği antikomünist 1984’te değil herkesin büyük bir arzu, iştah ve gönüllülükle kontrol edildiği (ve hatta kontrol edilmelerine bile gerek kalmayan) bir 1984’te yaşıyoruz.

17 Kasım 2019 Pazar

İnsülinin bulunduğu ülkenin hemen yanı başında insülin bulunamıyor!


Boşuna “çok alâmetler belirdi” denmiyor. Hakikaten çok alâmetler çıkıyor, her gün ve her yerden. Dün, Erhan abinin soL’da söylediği gibi: “Dünya çivisi çıkmış bir tekne gibi çatırdıyor.” İnsülin de o çatırtılardan birisi.

Birçoğumuz duymuşuzdur, insülin vücudumuzda şeker düzeyini, karbonhidrat işlenmesini düzenleyen temel hormon. Yokluğunda, azlığında ya da “iyi” çalışmadığında başta “şeker hastalığı” olmak üzere birçok hastalık ortaya çıkıyor. Ve bu hastalıklar da insanların hayatlarında ciddi aksamalara ve hatta ölümlere yol açıyor. Erken ölümlere.

İnsülin eksikliğinin yol açtığı hastalıklar arasında en başta “diabetes mellitus” yani şeker hastalığı geliyor. Tıpta çok az hastalık halen böyle Latince adı ile geçiyor. Mellitus, tatlı, şeker demek. Diabetes ise hazne demek. Şeker hastalığının halen Latince adı ile geçmesinin nedeni erken dönemlerden, özellikle de 16. yüzyıldan itibaren klinik özelliklerinin çok iyi tanımlanabilmiş olması. Deyim yerindeyse, modern tıp dünyası bu hastalığı tanımlamak için büyük bir titizlikle davranıyor. Ve adını da çok erken dönemlerde koyuyor.

Koyuyor, çünkü bu hastalık süründürüyor, öldürüyor. Tedavisinin bir şekilde bulunması, yapılması büyük önem taşıyor.

Ve aranan tedavi, bir pankreas salgısı, 1921 yılının sonlarında Toronto Üniversitesi’nde çalışan bir ekip tarafından keşfediliyor. Latince ada (insula) kelimesine İngilizce “in” ekleniyor ve insülin ortaya çıkıyor. Hormonu üreten ve pankreasta bir ada gibi duran Langerhans hücrelerine atıfla.

Günümüze göre oldukça ilkel şartlarda elde edilen insülin ilk olarak Ocak 1922’de, 14 yaşındaki bir Tip I Diyabet hastasında deneniyor. Bu genç çocuk kötü durumdadır. Çünkü hemen her tip I diyabet hastası gibi diyete rağmen dizginlenemeyen kan şekeri artışları yaşamaktadır. Buna bağlı bir çok sorun yaşamaktadır. Ama tedavi, yani insülin enjeksiyonu işe yarar. Hem de “mucize”gibi işe yarar. Kan şekerleri düzene girer.

10 Kasım 2019 Pazar

Her şey çok açık değil mi?


Ahkâm kesmek anlamsız. Ve hatta aptalca.

Ama geçen hafta şöyle bir şey yazmıştım: “psikolojiden, psikiyatriden çok şey bekleniyor.” diye. Tam da bu sözün üstüne toplumu, bizleri sarsan her yeni olayda psikiyatrik bir şey çıkıverdi. Ayrımcılık, yoksulluk, yalnızlık, otizm ve intiharlar giriverdi gündemimize.

Yine aynı yazıda “Türkiye toplumu psikolojikleşmiştir” diye de eklemiştim. Ama bir yanı eksik kalmış bu söylediğimin. Hafta boyunca yaşananlardan sonra bu eksiği anladım. Şimdi düzeltmeliyim söylediğimi: Türkiye toplumu örgütsüzleştiği, köklü bir değişimi hedefleyen bir siyasetle buluşmadığı ölçüde psikolojikleşmiştir.

Psikoloji fazlalığının yanı başında siyaset eksikliği var. Ve sorun da burada. Tekil insanların ölümü tercih etmesinin siyasetsiz kalmalarıyla ilişkisi var demiyorum. Bireylerden değil toplumdan bahsediyorum.

Yine de bu kadar çok işaretin üst üste geldiği bir kesitte ahkâm kesmenin, laf söylemenin hem sınırı hem de yabancılaştırıcı bir etkisi var. Ispanak arasına karışan otlardan üst üste gelen ölümlere kadar üzgünüm, üzgünüz. Hepsi bu.

Yine de bu üzülmenin de her yanı örgütsüzlüğü anlatıyor.

3 Kasım 2019 Pazar

Akademinin ve psikiyatrinin hâli!

Bu yazıda, birbirinden farklı ama bir bakıma birbiriyle çok doğrudan bağlantılı iki konudan bahsedeceğim: akademi/akademisyenin hâli ve psikiyatri toplantıları özelinde tıp kongreleri.

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: tüm akademi teknikleşmelidir ve tabii ki tüm akademisyenler de teknisyenleşmelidir. Bir de gereksiz tüm kongreler çöpe gitmelidir. Ama…

Amasına geçmeden önce vurgulamam gereken bir nokta daha var.

Sanırım hepimizin dikkatini çekiyordur: bir süredir, yaklaşık 10-15 yıldır, psikiyatri ve psikoloji ile ilgili ne varsa “alıcı” buluyor. Bu ilgi başka ülkelerde belki çok daha önce, mesela soğuk savaş döneminde ortaya çıktı ama sanırım Türkiye’nin son 10-15 yılına başka şeylerin yanı sıra “toplumsal ve bireysel psikolojileşme”nin de eşlik ettiğini söylemeliyiz. Herkesin psikolojisi bozuk ve herkes psikolojiden, psikiyatriden psikolojisinin düzelmesini bekliyor. Umut ediyor!

Hâl öyle oluca psikiyatri ile ilgili her şey, her söz alıcı buluyor. Her psikiyatrist bir uğrakta “çok bilmiş” kişiyi “oynuyor”. Mesleğimiz icabı, sanki böylesi bir konumdayız: “İnsanı çözdüyse her şeyi çözmüştür” misali yaklaşılıyor bizlere. Bizlerde de bir şekilde karşılık buluyor bu beklenti. Fena!

Fena ama, işte bir şekilde gidiyor her söylediğimiz. Ve en abuk sabuk fikirler, çözümlemeler bile alıcı buluyor. Yeter ki bir psikiyatrist söylesin, yeter ki bir “uzman psikolog” söylesin. Artık bizim meslekte herkes, her şeyin uzmanı! Araba tekeri dâhil! Program program gezen, sertifika sertifika dolaşan, kurslar, enstitüler açan, YouTube’da fenomen olan meslektaşlarımız var.

Var da var!

Ve hepsini gelişen, büyüyen, gürbüzleşen Türkiye kapitalizmi sağlıyor. Kimse, öyle boşlukta, kendiliğinden “bir şey” olmuyor. Kimse, öyle boşlukta “bay ve bayan bilmiş”e dönüşmüyor. Danışmanlıklar, terapiler, akımlar, uygulamalar ve çözümlemeler havada uçuşuyor.

Hâl böyle oluca, yani karşılıklı bir ilgi, sevgi ve şefkat oluca psikiyatri/psikloji ile ilgili her şey alıcı buluyor. Bilmem ne tarikatının hocasının “a, b, c ve d” konusunda atıp tuttuğu konuşmasının YouTube’da bilmem kaç kez izlenmesine, paylaşılmasına laf edenler kendi hocalarının “x, y, z ve w” konurlarındaki sanal ve gerçek performanslarıyla büyüleniyorlar: “Ne güzel konuştunuz doktor bey!” şeklinde. Zaman, “yeni kuşak tarikatlar” zamanı.

31 Ekim 2019 Perşembe

Lacan okumaya nereden başlayalım?


Ben de bilemiyorum. Daha doğrusu "iyi" bilmiyorum. Ama arkadaşlardan, tanıdıklardan, ara sıra "Psikanalizle ilgili ne okuyayım?" ya da "Lacan'a nereden başlayayım?" gibi sorular geliyor. Ben de bildiğim ya da daha doğrusu, içime sindiği haliyle neler okunabileceğini ayaküstü anlatıyorum. Tabii ki öneriler ayaküstü olunca bir çok ayrıntıyı atlıyorum ve söylediklerim de eksik oluyor.

İşte bu yazıyı bir tür "içime sinen bir rehber" olarak hazırladığımı söyleyebilirim. Bu keyfi rehberin başka bir iddiası olmadığını da... Burada önerilenlerin eksiği çoktur ama (sanırım, umarım) yanlışı da yoktur.

Ve esas soruya yeniden gelirsek: Lacan okumaya nereden başlayalım?

Lacan'ın kendisinden başlayın derim: Nerede doğmuş, nasıl bir hayat yaşamış, solak mıymış, neyi severmiş, neleri sevmezmiş, nerede seminer vermiş, nasıl vermiş, nasıl kaza yapmış, derneğini nasıl kapatmış, derneğini kapattığı toplantıda arka sıralarda kimler oturuyormuş, damadı kimmiş, nerede ölmüş vs. vs. İşte Lacan okumaya tüm bunları öğrenerek başlayın derim. Çünkü...

Çünkü, önce "sıradan" Lacan ile tanışmak daha iyi oluyormuş gibi geliyor bana. Çünkü, Lacan bir tür "yarı-tanrı" ilan edildi. Ya da biz öyle bir yere (işte anlaşılmaz, karmaşık, gizemli, deli vs. vs.) koyduk. Ne yazık ki! Bu kutsallık nedeniyle önce Lacan'ı biraz insanileştirmek iyi olur gibi geliyor bana. Lacan okumak için önce onu sıradanlaştırın!

20 Ekim 2019 Pazar

Trump’ın jileti, antisosyalin mektubu


Geçtiğimiz hafta içinde yaşanan ve birbiriyle yakından uzaktan alakası olmayan iki olay kişilikle, akıl sağlığıyla açıklanmaya çalışıldı: Trump’ın mektubu ve İzmir’de genç bir hekime yönelik jiletli saldırı. İkisinde de toplumsal/insani ve diplomatik sınırları delip geçen bir tanımazlık ve hatta antisosyallik hemen göze çarpıyordu. Daha önce benzer olaylar, durumlar pek yaşanmamış olunca da kişilikler ve etrafındaki tartışmalar kolayca öne çıktı.

Özellikle “mektup" olayında bir çok kişi daha ilk andan itibaren ABD başkanı Trump’ın kişiliğini, akıl sağlığını konuşmaya başladı. “Yaşanan bir arızaydı, diplomatik teamüller aşılmıştı, böyle bir çiğlik ve toyluk daha önce hiç görülmemişti, adam resmen sıyırmıştı” gibi gibi. Bu feryat figan bir tek Türkiye’den yükselmedi. Özellikle Çarşamba akşamı Amerikan kongresinde Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında yapılan toplantıdan sonra Batı’dan da benzer sesler yükselmeye başladı. Hatta önce oradan geldi: “Böylesi satırları ancak aklı başında olmayan birisi yazar” diye duyurdular tüm dünyaya şu meşhur mektubu. Trump’ın hâli hâl değildi! Demokrat kongre üyeleri küçük dillerini yutarak ayrıldılar, Suriye üzerine yapılan o toplantıdan.

Doğrudur, olan bitenlerin kişiliklerle ilgili bir yanı var. Bunu görmemek mümkün değil! Ama kişilik öyle bir şey ki belli bir açıdan bakarsanız tüm hayatın aslında kişilikler üzerine kurulu olduğunu düşünebilirsiniz. Kişilik her insanın kendi, özgün rengidir; her ilişkiye yön verir, şekil verir, biçim verir. Örneğin bir insan kişiliğinin sınırları ölçüsünde “arkadaşlık, dostluk ya da saldırganlık" yapabilir. O sınırlar ölçüsünde ilişkiler kurabilir. Tabii ki bu sınırlar siyasi "liderlik" için de geçerli. Kişinin yaptığı liderlik, arkadaşlık, yol göstericilik ya da öfke dışa vurumu ister istemez kişiliğinin rengini taşır.

Ama kişiliğin de bir sınırı var. Günümüzde egemen siyaset "güçlü" figürlerin etrafına daralmış olsa da koca bir ekonominin döndürülmesinden bahsediyoruz. Her sabah yeniden tıkır tıkır işlemeye başlayan dişlilerden bahsediyoruz. Kişilik bu dişlilerden sadece birisi olabilir, hepsi değil. Yani siyaset tek bir figüre, isme daralmış olsa da arkasında koca bir düzenek var. Çoğu zaman o koca düzenek bastırıyor zaten, "ilerle, atıl, saldır, yırt, parçala" diye. Çok az örnekte ise kişiliğin sesini, rengini duyuyoruz olup bitenin içinde. 

19 Ekim 2019 Cumartesi

Çocukluk Şarkısı | Peter Handke


Çocuk daha henüz çocukken kollarını sallayarak yürürdü.
Derenin ırmak olmasını isterdi, ırmağın sel,
bir su birikintisinin de deniz olmasını.

Çocuk henüz çocukken çocuk olduğunu bilmezdi.
Her şey yaşam doluydu ve tüm yaşam birdi.
Çocuk henüz çocukken hiçbir şey hakkında fikri yoktu.
Alışkanlıkları yoktu
Bağdaş kurup otururdu, sonra koşmaya başlardı.
Saçının bir tutamı hiç yatmazdı
ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi…

Çocuk henüz çocukken şu sorulara sıra gelmişti.
Neden ben benim de sen değilim,
Neden buradayım da orada değilim.
Zaman ne zaman başladı ve uzay nerede bitiyor.
Güneşin altındaki yaşam sadece bir rüya mı?
Gördüklerim, duyduklarım, kokladıklarım sadece dünyadan önceki dünyanın bir görüntüsü mü?

Gerçekten kötülük var mı?
Gerçekten kötü insanlar var mı?
Nasıl olur da ben olan ben olmadan önce var değildim ve nasıl olur da ben olan ben, bir zaman sonra ben olmayacağım…

Çocuk daha henüz çocukken ıspanağı, bezelyeyi, sütlacı ve karnabaharı ağzında geveleyip dururdu,
ama şimdi hepsini yiyor, üstelik mecburiyetten değil.

Çocuk henüz çocukken bir keresinde yabancı bir yatakta uyandı.
Şimdi tekrar tekrar uyanıyor.
Bütün insanlar güzel görünürdü, şimdi ise sadece bazıları.
Cenneti gözünün önüne getirebiliyordu, şimdi ise tahmin ediyor.
Hiçliği düşünmezdi, bugün ondan ürküyor.

Çocuk henüz çocukken hevesle oyun oynardı,
şimdi ise ancak yaptığı işle heyecanlanıyor.
Çocuk daha henüz çocukken elma ve ekmek yemek yeterliydi.
Bu bugün de böyle.
Dutlar ellerini doldururdu, bugün ki gibi
Taze cevizler buruşuk bir tat bırakırdı ağzında, hala bırakıyor.

Çocuk henüz çocukken bir dağın doruğuna vardığında biraz daha yükseğini arzulardı hep,
Büyük bir şehir gördüğünde daha büyüğünü isterdi, bugün de böyle bu.
Coşkuyla ağaçların dallarına tırmanırdı tepedeki kirazları toplamak için, bugün de böyle bu.
Kızarırdı yüzü yabancıların gözü üstündeyken, bugün de bu değişmedi.
Sabırsızca ilk düşen karı beklerdi,
bugün de yaptığı gibi.

Çocuk daha henüz çocukken
zıpkın gibi bir çomak fırlattı ağaca
bugün hala titrer çomak o ağaçta.

* Çeviren: Oruç Aruoba

13 Ekim 2019 Pazar

Coğrafya kader midir?


Kader değil midir?

Bir süredir bu sözle uğraşıyorum kafamda: “Coğrafya kaderdir!” Bir tarafıyla anlıyorum; sözün tarif ettiği sanki çok açık, hatta kocaman bir gerçek. Zaten coğrafya her şeyimizi belirlemiyor mu? Dilimizi, sesimizi, bakışımızı, aklımızı, yolda yürürken ölme ve öldürülme ihtimalimizi, karşıdan karşıya geçerken sakat kalma olasılığımızı ve kazasız belasız yaşayıp gitme şansımızı. Bunların hepsi coğrafyadan coğrafyaya değişmiyor mu? Değişiyor! Öyleyse sözün ima ettiği, içine hapsolduğumuz şu kader gerçek, doğru ve kaçınılmaz.

Öte yandan, mesela yüzyıllardır savaş yaşamamış ülkeler de var dünya üzerinde, ne garip! Ama zaten buradaki coğrafya sadece dağları, düzlükleri ve iklimleriyle bir coğrafya değil. Gerçi onlar da var: kutuplarda güneş çarpmaz, çöllerde vücudumuz buz kesmez! Ama buradaki coğrafya esas olarak insanlar, sınıflar, üretici güçler, sınıf mücadeleleri ve bunların çeşitli görünümleri, halleri. Coğrafya bunları içeren, bunlardan oluşan bir isim. Coğrafya, ismin sınıf mücadelesi hali!

Coğrafya aynı zamanda içerisini ve dışarısını ayıran bir sınır: içeriyi inşa eden, dışarıyı tarif eden. Bu nedenle içinde dil, din, kültür, ırk, ulus ve halk da var. Onlar da görünümler, haller. Birebir yansımalar değiller belki ama onlar da sınıf mücadelesi denen toplumsal çatışmaların, karşıtlıkların görünümleri.

E, öyle de olsa böyle de olsa, "coğrafya kaderdir" demeli ve geçmeli miyiz?

9 Ekim 2019 Çarşamba

If Grief Could Wait...

Not quite a jazz album, this exquisite performance for voice, harp and period fiddles joins Susanna Wallumrød's light-touch singing and the evocative, interweaving lines and stately enunciation of Henry Purcell's 17th-century church and theatre music, some Wallumrød originals, two Leonard Cohen songs and Nick Drake's Which Will. It's a unique and audacious collaboration with baroque harpist Giovanna Pessi that has the makings of an unlikely cross-genre hit. 

Wallumrød's subtle delivery of contemporary lyrics such as "Who by barbiturate/ Who in these realms of love/ Who shall I say is calling" from Cohen's Who by Fire, or his chilling call-of-fate lines in You Know Who I Am, have an astonishing impact when set against the steady turns and rolls of Pessi's harp, Marco Ambrosini's keyed-fiddle nyckelharpa and Jane Achtman's viola de gamba. The latter has a cello's resonance at times, the harp a guitar's, and the quiet force of Wallumrød's personality within such a formal early-music structure is mesmerising. 

Recorded in three days in Lugano, November 2010, "If Grief Could Wait" is an intimate album of very special character. Given impetus also by the nyckelharpa of Marco Ambrosini and Jane Achtman's viola da gamba, the project has Pessi's arrangements of Henry Purcell songs at its core. It begins with "The Plaint" (from The Fairy Queen of 1692) and continues with "If Grief Has Any Pow'r To Kill", and "O Solitude" (from The Theatre of Musick), as well as "Music For a While" (from Oedipus) and "An Evening Hymn" (from Harmonia Sacra) But Purcell's music has never been heard quite like this. Threaded between his songs and instrumental pieces here are works of singer-songwriters Leonard Cohen and Nick Drake, as well as songs by Susanna Wallumrød herself. 

"If Grief Could Wait" is neither a project that adheres rigorously to ideals of historical performance practice, nor one that strives self-consciously to "cross over". Pessi and Wallumrød offer music that they love, and all of it is played with commitment by the participating musicians. Purcell and Cohen are respected on their own terms, and Susanna's pure voice and Giovanna's subtle and evocative arrangements bring continuity to the repertoire. And, as Pessi points out, Cohen and Drake songs from the last century are also, from a contemporary perspective, `old music'.

Giovani Pessi + Susanna Wallumrød • If Grief Could Wait • ECM • 2011*****

6 Ekim 2019 Pazar

Çavdar Tarlasında Çocuklar


Başka bir yazı hazırlamıştım. Bir başka kaybın 40. yılını anlatan bir yazı. Ama masanın başına oturduğumda Vail’in haberine denk geldim. Denk geldim ve “kalsın” dedim. Her şey! Yazı, hayat, katlandığımız ve aynı zamanda yudum yudum, gıdım gıdım mutluluk tattığımız şu hoyrat, salak ve trajik hayat kalsın dedim. Ne gerek var! Ne gerek var, hakikaten.

Perşembe günü, öğleden sonra bir çocuk kendini mezarlık kapısına aşmış. Kocaeli’de. Vail el Suud. Dokuz yaşındaymış. 9.

Suriye kökenli bir ailenin çoktan Türkiyeli olmuş çocuğuymuş, oğluymuş. İlkokul öğrencisiymiş. Beş kardeşin küçüğüymüş.

Perşembe günü, öğleden sonra bu çocuk, Vail, kendini mezarlık kapısına asmış.

Sebep nedir, sanırım tam belli değil. Belli ama belli değil. Bilinebilir mi, o da belli değil. Bekleyip göreceğiz. Ama...

Ama bu ülkede 9 yaşındaki bir çocuğa kendini astıracak bir hayat var! Ve bu ülkede hayat, kim bilir her gün kaç çocuğa daha aynısını düşündürüyor!

5 Ekim 2019 Cumartesi

Poulantzas olsa ne derdi acaba?

Daha önce bir başka yazıda bahsetmiştim, Nicos Poulantzas'ın ayrı bir yeri vardır bende. Yazıp çizdikleriyle değil de kişisel tarihimdeki yeriyle ilgilidir. Benim için bir kaybın, bir yarım kalmışlığın, tamamlanmamamışlığın simgesidir Poulantzas. Neredeyse on beş on altı yıl öncesinden.

Hayatıma, bir kesinti gelivermişti o zaman. Bir kavşakta kaybolmak gibi bir dönemdi. Ve o kesintiye eşlik eden kitap da Poulantzas'ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar'ıydı. Kötü ve eksik çevirisi karşısında İngilizce çevirisini arayarak (ama o yıllarda bulmayarak), bir yandan da altını çize çize okumaya çalışmıştım kitabı. Sonra bir çok şey yarım kaldı, tabii ki kitap da.

Bugün, Poulantzas'ın ölümünün 40. yılı. 3 Ekim 1979. Yıllar geçivermiş. Yazdıkları benimle yaşıt. Zamanında çok tartışılmış, ciddiye alınmış. Şimdi ise tam da kapitalist devlet tüm haşmetiyle ortada iken az hatırlanıyor. Bir tek Poulantzas değili tüm o tartışmalar. Utangaç bir amnezi bu.

Poulantzas bir biçimde gündemimden çıkmadı. Bir milat olarak hep kaldı aklımda. Sanki “devlet, siyasi iktidar ve sınıflar” arasındaki karmaşık ilişkiye dair anahtar noktaları tüm berraklığıyla onun kitabında bulacaktım da işte bir şekilde geçmişin içine gömülüp kalmıştı o “parlak fırsat”. Ergenekon’dan ve Gezi’ye kadar geçen süreçte ise ara ara hep sordum “Poulantzas olsa ne derdi acaba olan bitene?” diye.


29 Eylül 2019 Pazar

Depremden önce nerede toplanalım?

Steven Soderbergh'in "Equilibrium" (2004) filminden bir sahne: Bir psikoterapi seansı - divanda yatan hasta ve pencereden kağıt uçak fırlatan terapist

Sarsacak, sallayacak, yıkacak denilen İstanbul depremi geldi günlerimizin kapılarına dayandı. Zaten “İstanbul Depremi” diye ayrı bir olgu var hayatımızda. Bir zamanların “trafik canavarı” gibi. Bekliyoruz kendisini. Dile kolay, 20 yıldır bu beklentiyle yaşıyoruz.

Aslında belki eksik ve hatalı bir isimlendirme, İstanbul Depremi. Belki de “Türkiye Depremi” demeliyiz kendisine. Çünkü İstanbul’da olan biten orta ve büyük ölçekli her şey Türkiye’yi de sallıyor, etkiliyor. Yani Marmara’da bir tek fay kırılmaz, Türkiye de kırılır. Biliyoruz.

Gerçi ‘99 Depremi Türkiye’nin 20 yılını nasıl etkiledi diye düşünüyorum; madem bu kadar önemli ve etkileyici bu deprem, nasıl değiştirdi bu ülkeyi bir önceki? Nasıl bir kırılma yarattı? Aslında onu da biliyoruz.

Hiç unutmam. İnsanlar yıkıntılar altındayken daha, Meclis’ten emeklilik düzenlemesi geçmişti. Hem de gecenin bir vakti. Türkiye kapitalizmi, sermaye sınıfı, siyaseti binlerce insanın hayatını kaybettiği bir depremi bile fırsata çevirmişti. O “fırsata çevirme” hali 20 yıldır devam ediyor işte. Öyle bir kırılma yaşadık yani.

Sermaye durdurulmadıkça durmaz! İsteyen 20 yıl öncenin ve bugünün İstanbul’unu, haritalarını, fotoğraflarını karşılaştırabilir. İlk depremde, daha çok insanın canını yakacak bir ülke, koca bir şehir inşa ettiler. Bu kadar basit.

Ama depremlerde sadece binalar, yapılar çökmüyor. Zihinler de çöküyor. Kırılmanın bir de öyle bir boyutu var.

22 Eylül 2019 Pazar

Belki kaybedeceğiz ama...


Ne garip zamanlarda yaşıyoruz. “Gerçek” hayatlarımızda yalnızlaştıkça “sanal” hayatlarımızda daha kolektif hale geliyoruz. Başkalarının acısı bizim acımız oluyor. Başkalarının öfkesinde kendi öfkemizi buluyoruz. Biliyorum bir kısmı histerik bir hal taşıyor: abartılı, tiyatral. Ama bir kısmı da yalansız, katıksız, hesapsız, saf bir duygudaşlık. O kadar.

Garip zamanlarda yaşıyoruz. Neslican’ı ve hayatını, aklını, “mücadelesini” böyle tanımak, içselleştirmek bırakın bir kaç on yıl öncesini, on yıl önce bile mümkün müydü? Sanki değildi. Sanki şimdilerde daha kolay özdeşleşiyoruz Neslican’la, Zeynep teyzeyle, çocuklarla, kedilerle, yanan ormanlarla, ısınan dünyayla... Bir arayış var. Bir duygu seli.

Neslican’ı “tanımıyordum”. Yani sosyal medyada paylaştıklarından, durumundan haberdar değildim. Anladığım kadarıyla insanları bir çok yönüyle etkilemiş, kendisine, hayatına çekmiş.

Bir çok yönünün içinde ise sanki en çok cesareti etkilemiş insanları: hastalığını çekinmeksizin paylaşması (ki atlamayalım kanser, psikiyatrik hastalıklardan sonra en büyük korkumuz, tabumuz değil mi hâlâ?) ve genç bedeninden eksilen uzvuna rağmen “yenilmemesi” etkilemiş. İnsanlar kayıplardan sonra yıkılmaya, yenilmeye çok alışkın bizim buralarda. Küsmek milli bir değerimiz değil mi? Neslican küsmemiş, yılmamış.

Hikayesi “aman, boşver” ile orada kalmamış: kaybettiklerini işleyip yoluna devam etmiş. Mesela sormuşlar “Öfkelenmiyor musun, bacağını kaybettiğin için?” diye. O ise sağlığını/bedenini kaybetmeyi çoktan geride bırakmış: “Ben başıma gelenleri kabul ettim. artık bir sonraki aşamaya geçmek istiyorum” demiş. Bir sonraki aşama? Mücadeleye, yani bir anlamda yaşamaya, hayata tutunmaya devam etmek değil mi? Durmamış.

İnsanlar büyük ihtimalle onda bu “durmamayı” gördüler. Kendileri dururken, kendileri acıları, dertleri için harekete geçmezken, hatta tüm hayatlarını “kanser” gibi sarmış sorunları için harekete geçemezken, işte orada birisi durmuyormuş. Konuşuyormuş, paylaşıyormuş, çekinmiyormuş. Sevmişler. Acı çekse de ayağa kalkmış gencecik bir beden. Protez bacağını estetize etmeyi da başararak.

17 Eylül 2019 Salı

Diyorlar ki Hiç Bir Şey Aynı Kalmaz!

Tigran Hamasyan geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız yeni bir albüm yayınladı. Daha doğrusu bir film için yazdığı müzikleri yayınladı. "Diyorlar ki Hiç Bir Şey Aynı Kalmaz" (Aru sendou no hanashi [They Say Nothing Stays the Same]) isimli film Japonya'da oldukça sevilen bir aktör olan Joe Odagiri'nin ilk yönetmenlik denemesiymiş. Filmin prömiyeri ise Eylül ayında düzenlenen Venedik Film Festivali'nde yapılmış. 

Anlaşılan o ki yönetmen Odagiri bu film için "dokunaklı" bir iş ortaya çıkarmak istemiş. Japonya kırsalında artık kaybolup gitmekte olan bir yaşam tarzına odaklanan film için Odagiri bir yandan Christopher Doyle ile çalışmış bir yandan da Tigran Hamasyan ile. Doyle bir çok film için hatırlanabilir ama herhalde dönemsel bir unutulmaz atmosfer denince akla gelecek ilk filmi "Aşk Zamanı [In The Mood for Love]" olacaktır. Hamasyan'ın ezgilerinin de bu atmosfere yakın olduğu düşünülürse filmde görüntünün ve müziğin dokunaklı bir birlikteliği sağlanmış olacağını sanırım kolayca anlayabiliriz. 

Her ne kadar filmin fragmanı oyunculuklarda oturmamışlık varmış izlenimi uyandırsa da filmin müzikleri "bir film müziği" olduklarını hemen belli ediyorlar. Zamanın yavaş aktığı bir orman, acelesi olmayan bir nehir, bir yere (hatta kendilerine bile) yetişmek zorunda olmayan insanların müziği, Hamasyan'ın müziği. Zaten hemen her albümü sinematografik bir anlatı olan Hamasyan umarım filmini de bulmuştur. Güzel ve duygu dolu bir albüm olmuş çünkü.

Tigran Hamasyan • They Say Nothing Stays the Same (Original Motion Picture Soundtrack) • Seeebedon Records • 2019***** 

15 Eylül 2019 Pazar

Zekâ testi ve ötesi


Okullar açıldı. Okulların açıldığı gün de Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un Milliyet’e verdiği bir söyleşi yayınlandı: “Eğitimin kozmik odası: e-rehberlik” adıyla [1]. Kozmik oda denince artık memleketimizde ayrı anlamlar doğuyor. 'Sır perdesi' aralanmış gibi oluyor.

Bakan Selçuk Milliyet’e yaptığı açıklamada öğrencilerin yetenek ve becerilerinin tespiti çalışmaları kapsamında 800 bin kadar öğrencinin zekâ taramasının yapıldığını belirtiyordu. Ve bir de “müjdeli” bir haber veriyordu: “ASİS dediğimiz yerli zekâ ölçeğiyle ve başka tarama testleriyle bunu yaptık ve önümüzdeki 2-3 yıl içerisinde bütün Türkiye’deki taramayı bitireceğiz.

Birçok haber kaynağı bakanın bu ifadelerini “tüm çocuklara zekâ testi yapılacak” diye verdi. Ve fikre, anında çeşitli itirazlar gelmeye başladı: “Teste siz gidin kabineden başlayın” diyenler mi istersiniz yoksa “çocuklarımızı fişlemenize izin vermeyeceğiz” diye duruma şüphe ve kuşkuyla yaklaşanları mı? 'Zekâ testi' önerisi geniş bir kesimden tepki çekti ve sanırım bakanın tam olarak ne dediği de arada kaynadı gitti.

Aşağıda daha ayrıntılı yazdım ama mümkünse tüm çocukların zihinsel gelişimlerinin izlenmesinden ve erken müdahale olanaklarının kaçırılmamasından yanayım. Bu, zekâ testi istediğim anlamına gelmiyor. Daha bütüncül bir tarama ve izlem gerektiğini düşünüyorum. Çünkü zekâ zihinsel gelişimin sadece bir yönü. Karmaşık. Gelişmeye de körelmeye de açık. Yani değerlendirilmesi ancak başka değerlendirmelerin içinde bir anlam taşıyor. Tek başına yetmiyor.

Ama bakanın dile getirdiği taramayı önemsedim ve konu da ilgimi çekti. Biraz araştırdım…

10 Eylül 2019 Salı

İthaka


İthaka'ya doğru yola çıktığın zaman,
dile ki uzun sürsün yolculuğun,
serüven dolu, bilgi dolu olsun. 
Ne Lestrigonlardan kork, ne Kikloplardan,
ne de öfkeli Poseidon'dan. 
Bunlardan hiçbiri çıkmaz karşına,
düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
ince bir heyecan sarmışsa eğer. 
Ne Lestrigonlara rastlarsın,
ne Kikloplara, ne azgın Poseidon'a, 
onları sen kendi ruhunda taşımadıkça, 
kendi ruhun onları dikmedikçe karşına. 

Dile ki uzun sürsün yolun.
Nice yaz sabahları olsun,
eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde
önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin!
Durup Fenike'nin çarşılarında
eşi benzeri olmayan mallar al,
sedefle mercan, abanozla kehribar,
ve her türlü başdöndürücü kokular;
bu başdöndürücü kokulardan al alabildiğin kadar;
nice Mısır şehirlerine uğra,
ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerinden. 

Hiç aklından çıkarma İthaka'yı.
Oraya varmak senin başlıca yazgın. 
Ama yolculuğu tez bitirmeye de kalkma sakın.
Varsın yıllarca sürsün, daha iyi;
sonunda kocamış biri olarak demir at adana,
yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,
İthaka'nın sana zenginlik vermesini ummadan.
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka. 
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın. 
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka. 

Onu yoksul buluyorsan,
aldanmış sanma kendini. 
Geçtiğin bunca deneyden sonra 
öyle bilgeleştin ki,
artık elbet biliyorsundur
ne anlama geldiğini İthakaların. 

Konstantinos Kavafis
(1863 - 1933) 

İthaka: İyon Denizi'nde bulunan bir adadır. Homeros'un İlyada Destanı'nda, Odisseus'un yurdu olarak anlatılır. Homeros, Odisseus'u adasına, yurduna, karısına dönmek isterken anlatır. Kavafis de aynısını yapar. Ama bu sefer varılacak yer değil, çıkılan yoldur önemli olan.

[Kavafis'ten Kırk Şiir, S. 26 - 27 | Çeviri: Cevat Çapan] 

8 Eylül 2019 Pazar

Ezhel’in şarkısı, toplumun öfkesi, tarihin çağrısı


İki şarkı düştü önümüze. Olay ve Susamam.

Aslında bu yazının başlığına çıkmayı hakeden şarkı daha çok Susamam’dı. Ama olmadı. Denedim. Rap, biraz da sözel ve işitsel uyumsa eğer, uymadı. Gerçi aynı gece yayınlanan her iki şarkı da sözleriyle, görsel işleriyle hemen ses getirdiler ve bir kıyaslama yapmak gereksiz, hatta saçma. Ama başlığa uyan Ezhel oldu, aklıma uyan ise Susamam.

Öte yandan dönemin ruhunu yansıtmak anlamında bir rap şarkısı istenecekse eğer, şurada iki-üç gün öncesine kadar Saian’ın “Feleğin Çemberine 40 Kurşun” şarkısı gelirdi aklıma ilk, ama şimdi bu iki şarkı da eklendi listeye. Günlerimize imza attılar, rapçiler. Ne garip!

Üreticileri şarkıların böyle tutacağını, ses getireceğini düşünüyorlar mıydı bilemiyorum ama planlı ve organize bir biçimde patladı her iki şarkı. Tam bir rap işi: kolektif ve organize. Seveni çok oldu, eleştireni ve hatta protesto edeni de...

Tabii ki her iki şarkı için çok şey söylenebilir. Hatta aynı gece yayınlandıkları ve aynı tarzdan, aynı doğrultudaki hikâyelerle geldikleri için “tek bir şarkı” gibi düşünmek bile uyabilir. Hatta evet, tek bir şarkı olarak görülebilir ikisi. Ezhel’e teklif edildi mi bilemiyoruz ama Susamam’dan belli, bu kolektif ses, kolektif belleğimizin, duygularımızın sesi oldu.

İlginç olan şu ki çok da güçlü ses de aldılar biz dinleyenlerden. Her iki şarkı, ilginç biçimde hemen herkesi “bir şey” söylemeye çağırdı. Görenler, izleyenler, dinleyenler “bir şey” söylemek zorunda kaldılar: şarkılar hepimizi sanki “kendiliğinden” harekete geçirdiler.

Neden?

1 Eylül 2019 Pazar

Hayatı genlere indirgeyemedik gitti!


Şimdi geriye dönüp baktığımda ne büyük “aldatmacaymış” diyorum. Tam bir “piyasa” pazarlamasıymış, tek bir gen ile belirli bir davranış, duygu, düşünce arasında doğrudan ilişki kurmak. Ama bir yandan da hâlâ oradayız: “Solculuk/ateistlik geni bulundu”dan gelmedik mi bu günlere?

2000’li yılların başında tek gen ile depresyon arasında ilişki olduğunun “gösterilmesi” büyük heyecan yaratmıştı [1]. Buna göre beyindeki sinirsel iletiyi sağlayan moleküllerden birisinin (serotonin) yapıştığı proteini kodlayan gendeki küçük bir değişiklik (polimorfizm) kişinin depresyona girme riskini değiştiriyordu. Proteinin kısa formunu taşıyan kişilerde olumsuz hayat olayları (çocukluk çağında yaşanan ihmal, istismar ve zorluklar) da varsa depresyon riski çok daha yüksek oluyordu.

Yer yerinden oynamasa bile bu çalışma psikiyatride (ve davranış bilimlerinin tamamında) yeni bir dönemin açılışını haber veriyordu. Keza en önemli bilimsel dergide, öyle psikiyatri gibi “sağlam” çalışması pek olmayan bir alana kolay kolay yer vermeyen “Science” dergisinde yayınlanmıştı makale. Çok heyecan uyandırmıştı ve artık psikiyatri (ve tabii ki diğer davranış bilimleri) sosyal bilimlerin mızmızlığından kurtulacaktı. Psikiyatri “ağır” bilim olmanın kapısını aralamıştı.

İnsan genomu projesinin tamamlanmasına bağlı bu “iyimserlik” belli bir modele dayanıyordu. Bu modele göre gen ile davranış, duygu ya da düşünce arasında “doğrudan bir ilişki” vardı: Gen proteini, protein dokuyu, sinir dokusu (beyin, beyinde bir ya da birkaç bölge) da davranışı belirliyordu. Böylece genden hatta tek bir genden “hastalığa” giden yollar bulunabilecekti.

Ama kısa sürede bu denklemin pek doğru olmadığı ortaya çıktı. 2000’li yılların ortasına gelindiğinde bilimsel literatürde sonucu tekrarlanamayan ya da çelişkili çıkan binlerce (hatta on binlerce) tek gen çalışması vardı artık. Ama aynı dönemde teknolojik gelişme “gen-hastalık” modeline yeni bir nefes aldırdı: Tüm genom tarama çalışmaları.

25 Ağustos 2019 Pazar

Sermaye-bilim ilişkisinde sıradan haller!


Biliyorsunuz, çok kolay alıcı bulan, kabul gören bir söylem var: Buna göre bilim herkesten ve her şeyden bağımsız olmalıdır. Günümüz bilimi bu “bağımsız” vitrin görüntüsünü kolayca yaratabiliyor. Bir taraftan bazı konuların, araştırmaların arkasında “şirketlerin” olduğu iyi biliniyor; hatta bu konuda sık sık ses de çıkarılıyor ama sonra bilim ile sermaye arasındaki ilişki unutuluveriyor. Parıltılı, özgür vitrin geri geliyor.

Ama sermaye ile bilim arasındaki ilişki sadece fonlama, sponsorluktan ibaret değil. Sermaye ile bilim arasında başka “türde” ilişkiler de var.

Nereden çıktı bu konu derseniz yakın zamanda Amerika’da yaşanan bir “istismar” tartışmasının ortalığa saçılan bilgileri arasında bilim ve sermaye ilişkisine dair bazı dolaylı veriler de yer aldı. Ortaya saçılan bilgiler günümüzün finans zenginleri ile bilim insanları arasındaki ilişkiye dair çok içeriden ilginç veriler içeriyor.

İstismar iddialarının odağındaki kişi milyarder Jeffrey Epstein’dı. Geçmiş zaman kullanıyorum çünkü Haziran ayında cinsel saldırı ve küçük yaştaki kadınları alıkoymak suçlamalarıyla tutuklanan Epstein geçtiğimiz hafta New York’ta tutulduğu hapishanede ölü bulundu. Ölümüyle ilgili kısa sürede açıklama da yapıldı: Çeşitli ihmaller sonucunda Epstein hücresinde kendisini tavana asmıştı. Böylece bu tartışmalı isim birçok soruyu cevapsız bırakarak çekip gitmiş oldu.

Peki kimdir Epstein? 

4 Ağustos 2019 Pazar

Gerçekliği zorlayan bir hikâyede yeni gelişmeler


Geçtiğimiz hafta Amerikan Tıp Birliği'nin bilimsel dergisinde oldukça tartışmalı bir konuda yeni bir makale yayınlandı [1]. Tartışmalı konuyu soL okurları az çok biliyorlar: ABD yönetimi Havana'da görev yapan diplomatlarının 2016 yılında bir tür saldırıya maruz kaldıklarını ve bu saldırı sonucunda da diplomatların beyinlerinde hasar oluştuğunu, bazı beyin fonksiyonlarının bozulduğunu iddia ediyor.

Daha önce konuyu ve yaşanan gelişmeleri farklı yazılarla bu köşeye taşımıştım [2]. Bu yıl Nisan ayına kadar ortaya çıkan tüm “bilimsel” verileri de ayrıntılı biçimde bir araya getirdiğim bir derleme Madde, Diyalektik ve Toplum’da yayınlandı [3]. Konuyu ayrıntısıyla merak edenler için bu dört yazınının oldukça bilgi verici olduğunu düşünüyorum.

Ama yine de kısa bir özet geçmek gerekirse son bir yıl içinde bu saldırı iddiasıyla ilgili iki önemli gelişme yaşanmıştı: Saldırıya maruz kaldıkları iddia edilen diplomatların bir kısmının nöropsikiyatrik muayene bulguları yine Amerikan Tıp Birliği'nin dergisinde yayınlanmıştı. Makale içerdiği yöntemsel eksiklikle ve bildirilen belirtilerin çok da özgün olmaması nedeniyle hem tepki çekmiş hem de makaleyle neredeyse “dalga” geçilmişti.

Öte yandan ABD yönetimi tarafından “işitsel saldırının kaydı” olarak ortaya sürülen ses de Karayip bölgesine özgü bir çeşit cırcır böceğinin sesi çıkmıştı. Ve sonra da konu, ABD tarafınca dile getirilen bir kaç yeni olgu (biri Çin'de ve bir diğeri de Havana'da ama bu sefer Kanadalı bir diplomata) bildirimi dışında gündemden düştü.

28 Temmuz 2019 Pazar

Yaşımız, yaşantımız ve yaşayamadıklarımız


Yaşımız yetmezse yaşantımız yeter!” demiş Adana’daki çocuklardan birisi. Hamile kediyi köpeğe parçalattıkları için karakola götürülürken.

Muhtemelen görmek istediler. Parçalanma nasıl oluyor, işte onu görmek, izlemek istediler. Ne istediklerini pek bilmeden. Kendi parçalanmışlıklarını kendi bedenleri, kendi yaşantıları dışında görmek, izlemek istediler. Yani en iyi bildikleri şeyi…

Zaten ağzından bir çırpıda çıkıveren söz de onu anlatmıyor mu, “Yaşımız yetmezse yaşantımız yeter!” Yani: “Size, hayata, âleme yaşımız yetmezse içinde bize çok şey yaşatan yaşama biçimimiz yeter!

Bu “büyük” lafı söyleyen çocuğu kimin, kimlerin, neyin parçaladığı ise pek gündeme gelmedi. Gelmez de zaten. Cevabı belli işte: yoksulluk, eğitimsizlik, parçalanmış aile vs. vs. Üstünde durmaya değmez şeyler bunlar. Heyecanı yok!

Görüntüler tepki çekince gözaltına alındı çocuklar. Hâlbuki dillerden düşmeyen dizilerin çocukları değil mi onlar? Yakın zamanın meşhur Adana temalı dizilerinin çocukları değiller mi? Bu çocukları ekranda izlemek, kitaplarda okumak güzel de gerçek hayatta karşılaşmak... İşte onu kimse istemiyor. Zaten kim sever ki böylesine kaybedenleri!

Ama çocuk, “polis abi”lerinin kolları altında karakola girerken, gazetecilere, kameramana o “büyük” lafı söylerken pek kaybeden gibi değildi. Daha çok eğlenen, eğlendirdiğini de bilen bir umursamazlık içinde konuşuyordu. Sanki.

Hamile kediyi köpeğe parçalatmak... Bir çocuk neden böyle şeyler yapar biliyor musunuz? Kendi başına gelenleri kendinden uzaklaştırmak için, zihninden uzakta kılmak için.

21 Temmuz 2019 Pazar

Yaşlılığımız neye benzeyecek acaba?

Yaşlanacağız. Yani, umarım. 

Kimimiz şu eğlencelik uygulamaya bakarak yaşlanacak kimimiz ise bakmayarak. Kimimiz yüzünde beliren kırışıklıkları takarak yaşlanacak kimimiz takmayarak. Kimimiz yaşlanmamak için uğraşarak yaşlanacak kimimiz ise “hayat bu, bildiği gibi gelsin” diyerek. Kimimiz nasıl yaşlandığımızı umursamadan yaşlanacak kimimiz her anın nabzını tutarak yaşlanacak. Ve kimimiz umursamazlığını "özgürlük" sanarak yaşlanacak, kimimiz ise her bir anın hakkını vermeye çalışarak yaşlanacak.

Yaşlanacağız.

Ama mesela Ayaz ve Nupelda yaşlanmayacak. Hep oldukları yaşta kalacaklar. Ve başka çocuklar da, Suruç'taki gençler de mesela... Onlar da yaşlanmayacaklar. Bizler şu meşhur uygulamada yaşlılığımızı merak ederken, onlar hep oldukları yaşta kalacaklar.

Ne yazık! Ne kahredici. Ayaz ve Nupelda! İki güzel çocuk, iki güzel kardeş... Hep o güzel fotoğraflarındaki gibi kalacaklar.

Ama biz yaşlanacağız. Yani, umarım.

Şu meşhur uygulama ne gösterirse göstersin çocuklarını, yaşlılarını, doğasını ve aklını koruyamayan bir dünyada yaşlanacağız. 

Öyle değil mi?

14 Temmuz 2019 Pazar

Kitlesel bir yanılsama sanatı olarak radikal sol


Geçtiğimiz haftasonu Yunanistan’da seçimler oldu ve “radikal sol” Syriza iktidarı kaybetti. Düzen solu denilince çoğu kimsenin kafası karışıyor. “Ne yani seçimlere katılan bir parti düzen içi olmuyor da Syriza gibi partiler mi düzen partisi oluyor?” diye sitem de ediliyor. Ama Syriza örneği sanırım siyasette düzenin sınırlarını ve düzen içi olmanın tanımı için nadide bir örnek olarak tarihe geçti. Şimdilik...

Şimdilik diyorum çünkü mutlaka geri gelecektir. Ve hatta “yenildiler, bittiler” yaygarasına rağmen düzenin bekası için bir kenarda bekleyecektir. Tabii ki illüzyon yarata yarata. Şimdi gelin bu “radikal” deneyime biraz yakından bakalım.

SYRIZA SEÇİMLERDE YENİLDİ Mİ?
Seçim yenilgisi konusunda en hızlı yanıt Syriza’yı dört yıl önce sevinçle karşılayanlardan geldi. Seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz, hatta açıklanmadan önce radikal solun neden başarısız olduğuna dair yazılar saçıldı ortaya. Bir kısmı parodi gibiydi: özellikle 2015’teki yorumlarını unutanların, unutur gibi yapabilenlerin seçimler vesilesiyle yeni yazıp çizdikleri trajikomikti. Tabii ki çözümlemenin belini yine kırdılar ve zamanında boy boy fotoğraf çektirdikleri Çipras’ı çok sıkı (!) eleştirdiler. Ama sanırım Syriza’nın başarısız olduğu konusunda biraz acele ettiler.

Yapılan şaşalı eleştiriler öyle çok geniş bir yelpazede dağılmıyor. Daha çok Çipras ve ekibinin yaptırımları “halk desteğine rağmen” kabul etmesine odaklanıyor söylenenler. Hani şu meşhur U dönüşüne (referandumda çok güçlü bir hayır çıkmasına rağmen bir hafta içinde tüm yaptırımları kabul etmesi)! Buna göre bu pek bir radikal ekip, Brüksel’le, Vaşington’la ve eleştirilerde ilginç biçimde pek dile getirilmeyen Berlin’le yeterince mücadele etmemişti. Bu nedenle de ilk seçimde Yunan halkı tarafından cezalandırılmaları normaldi!

Halbuki seçim sonuçlarına göre Syriza çok da fena bir sonuç almamış görünüyor. Hatta, mesele oy oranı ise 2015’ten daha iyi bir sonuç aldığını bile söyleyebiliriz. Şöyle ki...

7 Temmuz 2019 Pazar

Dümdüz bir psikoloji


Kitle psikolojisi denince insanın aklına önce Gustave Le Bon geliyor. Fransız sosyal psikolog, sosyolog ve fizikçi. Tipik bir 19. yüzyıl sonu bilimcisi, düşünürü: Parlak, derinlikli ve düzenin sağlam bir temsilcisi. İngiltere’de yaşasaydı kesin “sir” ilan edilirdi ama Fransa’da Légion d'honneur verilmemiş kendisine. Gerçi ihtiyacı da olmamış. Hep çok yazar, çok satar ve çok konuşulur olmuş.

En meşhur kitabı “Kitlelerin Psikolojisi”. Diğerleri artık pek bilinmez. Ama İslam’dan sosyalizme kadar her şeyin psikolojisini de yazmış Le Bon. Hatta bir fizikçi olarak (evet, 1890-1910 arası [hatta daha öncesi] böyle bir dönem; aynı zamanda hem psikolog, hem sosyolog hem de fizikçi oluyormuş insanlar) maddenin evrimi üzerine de yazmış ve yazdığı kitap kısa sürede 12 baskı yapmış.

Bizi ilgilendiren kısmı ise kitlelerin, kalabalıkların psikolojisi üzerine yazdıkları. Bir söylentiye göre kitabı aslında önce bir rapor olarak Paris polisi için kaleme almış. İşte kitleler [siz bunu işçi sınıfı, yani zincirinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar olarak okuyun] nasıl davranır, neden taşkınlık yapar vs. diye. Ama çok ilgi görünce basılı hale getirmiş. 1895’te. Komün’den 14 yıl sonra. Zaten kitapta Le Bon’un komün ve kitle (siz bunu artık tabii ki proletarya olarak okuyorsunuzdur) alerjisi hemen hissedilir. Le Bon, ayaklananları hiç sevmemiş.

30 Haziran 2019 Pazar

İki karede zafer ve yanılsama



Bazı fotoğraflar var ki insanın zihnine kazınıyor. Yıllar da geçse üstünden, yeniden gördüğünüzde fotoğrafın anlattıklarına, belgelediklerine ve hatta o ilk karşılaşmada hissettiklerinize geri dönüyorsunuz. Bir anda. Mesela aylar, yıllar sonra, buralardan çok uzakta, Meksika-ABD sınırındaki bir ırmakta çekilen bir fotoğraf buraları, her sabah baktığınız denizi, Alan Kurdi’yi size geri getirebiliyor. İçinize işleyebiliyor.

Olan biteni anlamaya yetmese de temsil etmeye, belgelemeye yarıyor fotoğraf. Her cebe giren sosyal medya kameraları ortalığı kaplasa da fotoğrafın etkisi, anlatma, temsil etme gücü devam ediyor. Ve sık sık denk geliyoruz, insanlık durumumuzu tek bir karede anlatabilen fotoğraflara: Savaştan önceki ve sonraki halleriyle Şam sokakları, otoyol talanından önce ve sonra Beykoz ormanları, otomobil sektörü çökmeden önce ve sonra Detroit işçi mahalleleri, yıkımdan önce ve sonra Sur, Amazon ormanlarının yıllar içindeki değişimi, insanın yıllar içindeki değişimi, büyüyen burnu, sarkan kulakları, feri giden gözleri...

Fotoğraf, insanın gündelik hayhuy içinde kaçırdığı, anlamadığı, alışıverdiği değişimleri, yok oluşları ya da ortaya çıkışları belgeleyiveriyor. Ama belgelemek anlamaya da anlatmaya da yetmeyebiliyor. Fotoğraf bazen de olan biteni örtmeye, flulaştırmaya, bakanı büyülemeye yarıyor.

23 Haziran 2019 Pazar

'Hard' kapitalizme hoş geldiniz!


Bir haftadır aklımdan iki söz geçiyor: “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir.” ve “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür”. İkincisini, yani nisyanı “anlamak” kolay: insan unutur. Taşıdığı derin anlamları (mesela unutma diye bir şey olmadığını, bastırma diye bir şey olduğunu) hesaba katmazsak tüm toplum, tüm sömürü düzeni, tüm ezme ve tüm boyun eğme bu unutma (bastırma) sayesinde mümkün olur. Sihirli bir araç gibidir nisyan.

İlki ise sanki biraz daha karışık. Zaten seveni de var, sevmeyeni de. Çekiştireni ise daha bol.

Mesela “öyle de olsa, böyle de olsa siyasi liderlerin ağzı iyi laf yapan, vitrini düzgün insanlar olması gerektiği” düşüncesi egemen sınıfın düşüncesi midir yoksa onu da aşan yaygın bir düşünce midir? Yani günümüzün genel eğilimi midir?

Ya da şurada birkaç gün önce yapılan “Amerikan psikanaliz camiası olarak geçmişte eşcinselliği bir hastalık olarak gördüğümüz ve tedavi etmeye kalkıştığımız için özür diliyoruz” açıklaması ile günümüz egemen sınıfının düşünceleri arasında bir bağlantı olabilir mi? Ya da tersinden sorarsak: “Egemen sınıf beni neden öptü?

Tamam, 40-50 yıl öncesinin egemen düşüncesi eşcinselliğe “hastalık” diyordu ve psikiyatristler, analistler de tedavi etmeye kalkışıyordu. Ama şimdi herkes “düzeyli” bir özür dileme kuyruğuna girdiğinde, bu zaman içinde olgunlaşan “içgörülü düşünce” yani özür dileme ve hata yaptığını anlama hangi sınıfın düşüncesidir? Buna “egemen sınıfındır” yani günümüzün egemen sınıfınındır mı diyeceğiz? Yoksa diyemeyecek miyiz?

Ya şu son bir aya damga vuran “Her şey çok güzel olacak” mottosuna ne demeli? Bu söz ile kimin düşüncesini taşımaktadır kitleler? Egemen sınıfla bir bağlantısı var mıdır bu beklentinin? Yoksa, bir bağlantısı yok mudur? Ezilen, sömürülen sınıfa mı aittir? Adam da ezilen, sömürülen sınıf adına mı konuşmaktadır?

Siyaset tam da egemen olan ve egemen olmayan düşüncelerin bir arada varolma, birbirini çürütme, geçersizleştirme ve bir sonal etki ortaya çıkarma yeri olarak biraz daha özel bir yere sahip. Bir tür özerkliği var siyasetin. Sanki siyaset sınıflar üstü. En azından geniş bir toplam öyle görme derdinde.

İlk bilgisayarı Sovyetler mi kullandı?


Geçtiğimiz günlerde Çernobil tartışmaları üzerinden gündeme gelen Sovyet teknolojisi birçok az bilinen parlak başarıya sahip. Bunlardan bir tanesi de hiç kuşkusuz bilgisayar teknolojileri ile ilgili. Uzay çalışmalarından tutun da tarım uygulamalarına kadar farklı alanlarda Sovyetler Birliği otomasyon sistemlerine ihtiyaç duyuyordu ve bu ihtiyaç aslında bilgisayar teknolojisinin de başlangıcı anlamına geliyordu.

Sovyet bilgisayarcılığının tarihi batı dünyasında bilgisayar araştırmalarının başlamasından önceye dayanıyor. Kısmi diferansiyel denklemleri çözebilen ilk bilgisayar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde (SSCB) 1936 yılında üretilmiştir. Söz konusu makinenin amacı su akışını tam otomatik biçimde kontrol etmekti. Sovyetlerin bilgisayara alanındaki ilkleri oluşturan başarısı sadece bununla da sınırlı değil: Günümüzdeki anlamıyla tamamen programlanabilir ilk bilgisayar da yine 1950 yılında SSCB'de üretilmiştir. Bu bilgisayarın batıdaki “Ufak Elektronik Hesaplama Manikası”dır ve daha çok kısa ismiyle, yani MESM olarak bilinir.

İlerleyen dönemlerde ise SSCB'nin aya düzenlenecek uzay programları için tam otomatik bilgisayar yazılımları hazırladığını biliyoruz. Sovyet programcılığının hem reel sosyalizmdeki hem de dünyadaki diğer ilerlemelere paralel olarak gelişme kaydettiğini söyleyebiliriz. Örneğin 1984 yılında SSCB'de 300.000 adet aktif programcı bulunmaktadır. Yine dünyaca bilinen ve 90lı yıllarda Türkiye’de de çok yaygın kullanılan Tetris oyunu bilgisayar mühendisi Aleksey Pajitnov tarafından Moskova Bilimler Akademisi'nde geliştirilir.

16 Haziran 2019 Pazar

Emekçi çocukları için psikoterapi: Susam Sokağı*

Diyeceksiniz ki “Ne alakası var?” Ama var.

Psikiyatri tarihi sadece piyasacı işlerden ibaret değil. “Halkçı” bir tarihi de var psikiyatrinin. Hem de öyle böyle değil. Bayağı derin ve de etkili. Geniş halk kesimleri için yapılmış birçok psikoterapi girişimi var. Düzene uyumlulaştıran, acıları katlanır kılan değil, boyun eğmemeye anlam kazandıran.

Susam Sokağı belki tam olarak psikoterapi sayılmayabilir, bir televizyon programı olduğu için. Ama arkasındaki hikâye tam da “Halk için psikoterapi nasıl olabilir?” sorusuna yanıt veriyor. Şöyle ki.

Nisan 1968’de Martin Luther King öldürülür ve öldürülmesi Amerika’nın siyahî nüfusunda derin bir yasa, aynı anlama gelmek üzere de siyahların hakları için süren mücadelede bir farklılaşmaya yol açar. King’in öldürülmesi artık herkes için, yani mücadeleden uzak duran siyahlar için de ayağa kalkma çağrısı olur. Bunlar arasında tabii ki psikiyatristler de vardır.

O dönemde siyahî psikiyatristler Amerikan psikiyatrisinin içinde neredeyse hiç temsil edilmemektedir. Dile getirilmeyen bir ayrımcılık süregitmektedir. Bir grup psikiyatrist ise bu duruma tepki gösterir ve “Amerika’nın Siyahî Psikiyatristeri” adıyla bir araya gelirler. King’in öldürüldüğü günlerde Amerikan psikiyatrisi içindeki örtük ırkçılığı ve bu yetersiz temsili dile getirmeye karar verirler.

9 Haziran 2019 Pazar

Lost in Chernobyl after The Game of Thrones!*


Hayat hiç masalsız olur mu? Olmaz!

Masal dediğiniz rivayetler, anlatılar. Gerçeğin yeniden kurulduğu uydurmacalar. Gerçeğin kırık dökük anlatıldığı fanteziler de diyebiliriz masallara. Dilden dile dolaşan yarı-fantastik hikayeler. Günümüzde ise masallar, özellikle de büyükler için olanları, öyle dilden dile anlatılmıyor artık. Günümüzde masallar ekranlarda izleniyor. Filmlerde, reality şovlarda, dizilerde...

Bir çok ünlü dizi geldi geçti. Mesela şimdi, Dallas ya da Köle Isaura’yı hatırlayan var mı? Bir dönem ülkemiz Isaura’nın dramı ve Ceyar’ın (evet, o kadar bizden biri olmuştu ki “Jr.” Ceyar olmuştu) mendeburluklarıyla yatıp kalkıyordu. Sonra Kara Şimşek, Ziyaretçiler ve Yalan Rüzgarı geldi geçti. Toplumun kendisinin bile farkında olmadığı fantezileri canlandırdılar. Bu nedenle milyonları arkalarından sürüklediler. Fanteziye gerçeklik kazandırdıkları için. Ama sıraları geçti.

Sonra diziler kesmez oldu. Özellikle de “okumuş” kesim arasında. Başka şeyler olmaya başladı: Gariban ama akıllı öğrenci evleri boy boy Tolkien’lerle doldu. İlk Hobbit’i hatırlıyorum. Sonra Yüzüklerin Efendisi geldi, cilt cilt. Sanki öncesinde ve sonrasında hep Tolkien vardı. Muhabbetler “Abi, Orta Dünya nasıl bir yer yav!!!” ile başlayıp “Gandalf’ın sakalı” ile devam ediyordu. Azıcık aklı basan bir çok kişi tutulmuş gibiydi Orta Dünya fantezilerine. Hem de öyle böyle değil: her evde, her mahallede, her amfide bir 'Hobbit uzmanı' yaşıyordu artık. Ortalık haritalar, stratejiler ve de efsanelerden geçilmiyordu.

Alternatif bir gerçeklik arayışı olarak gören de vardı Yüzüklerin Efendisi’ni. Ama esas olan sanırım gerçeğe alternatif olmasıydı. Bir kaçış limanı gibi. Oraya gidildi ve bir kaç yıl içinde (üniversite, doktora falan bitince) efendi efendi dönüldü o limandan. Büyümüş ve tatmin olmuş olarak. Böylece o günlerden geriye cilt cilt Tolkien kitaplarıyla bol miktarda beyaz yakalı kalmış oldu. Tolkien bu masalları büyükler için yazdığını belirtmişti ama o büyüklere masalların varacağı yer de belliydi: Tüm o fantastik dünya çoktan büyük bir ekonomiye dönüşmüştü. Haliyle gişede de sağlam iş yaptı Yüzüklerin Efendisi.

Sonra internet çağı geldi ve kitlesel büyüleme sırası yeniden dizilere geçti: Lost ile!

2 Haziran 2019 Pazar

Antidepresan kullanmanız oy kullanmanıza engel değildir!

Carl Iwasaki | 1965 ABD Başkanlık seçimleri

Baştan belirtmekte fayda var: Herhangi bir psikiyatrik ilaç kullanmanız oy kullanmanıza engel değildir! Medeni haklarla, yurttaşlık haklarıyla psikiyatrik durumlar arasında bir ilişki vardır ama bu ilişki öyle herkes ve her durum için önceden belirlenmiş, değiştirilemez kurralrdan oluşmamamaktadır.

Daha seçimlerin tartışılmaya başladığı günlerde aklıma gelmişti, bu sürecin bir şekilde dönüp dolaşıp psikiyatriye de dokunacağı, bulaşacağı. Bir tek toplumsal cinnet halimizden bahsetmiyorum, toplumca haleti ruhiyemizi anlamak için son bir haftada yaşananları sıralamak bile sanırım yeterlidir. Öte yandan yurttaşlık hakları, oy hakkı ve oy kullanma ehliyeti söz konusu olunca konunun önünde sonunda psikiyatriye geleceği belliydi. Ve geldi de... Anti-depresan kullanan bir yurttaşın oy hakkının tartışıldığı ortaya çıktı!

“Akıl sağlığı” yurttaşlık haklarıyla ve dolayısıyla da yasalarla yakından ilgilidir. Genelde kaçınılır ama yasalar, yani hukuk ülkemizde “akıl sağlığı” terimini kullanan tek üstyapı kurumudur. Sağlık Bakanlığı dahil kimse kullanmaz, hatta psikiyatristler bile akıldan ziyade ruh sağlığını tercih eder; yasalar ise nettir. Yasalar suç ya da medeni haklarla ilgili olarak ruha değil akla bakar!

Hukuk için “akıl” ve “akıl sağlığı” kişinin gerçeği değerlendirme yetisini bozan, etkileyen durumları tanımlamakta kullanılır. Yani yasalar için her psikiyatrik bozukluk akılsal yetileri etkileyen bir durum değildir. Yasalar için akılsal yetiler muhakeme, idrak, yargılama ve algılardan oluşur. Mesela duygular yasalar tarafından bir kriter olarak dışarıda bırakılmıştır. Bu nedenle yasalar, doğrudan tanımlanmış olmasa da psikiyatrik sorunları ikiye ayırır: akıl sağlığını etkileyen ve etkilemeyen.

Yasalar “akıl hastalığı” terimini daha çok psikoz dediğimiz sanrı ve varsanıları içeren durumlar için kullanır. Sanrılar düşüncelerle, varsanılar da algılarla ilgilidir: izlendiğini, takip edildiğini ya da öldürüleceğini düşünmek ya da başkalarının duymadığı sesler duymak gibi. Bu belirtilerin görüldüğü ve en çok bilinen psikiyatrik bozukluk şizofrenidir.