8 Kasım 2017 Çarşamba

Psikopolitik: Kitleler, grup psikolojisi ve sınıf


Sevgili arkadaşlar, İzmir Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde sekiz hafta boyunca yürüteceğimiz Psikopolitik Atölyesi'nin ilk oturumuna hoş geldiniz.

Sizlerin de farkında olduğu gibi dünya ve Türkiye ilginç bir dönemden geçiyor, geçti. Belki her dönem ilginçtir, sıra dışıdır. Ama herhalde son on yılın toplumlarda, toplumumuzda birçok ana gündemi salladığını kabul edebiliriz sanırım. Ve zaman zaman yer sarsıntılarına, depremlere de neden olan bu sallantılar hem bireysel hem de toplumsal zihnimizde de yankı buldu, buluyor.

Kimi zaman telaşlandık, kimi zaman felaketin içinde gibi hissettik, kimi zaman her şeyin bittiği düşüncelerine kapıldık, nadiren de olsa sevindik, ferahladık, mutlu olduk.

Bazen her şeyin geri dönülmeksizin bittiğini, geride kaldığını düşündük, bazen de geçmişi özledik ve istedik. Bazen de her ne olursa olsun bir an önce kurtulmak istedik.

Velhasıl hem kişisel olarak hem de toplumsal olarak zorlandık. Hem de Türkiye değişirken…

Türkiye ve dünya bir yerlerden geçip şimdi başka bir yere geldi. Bir ara savaş kapımıza dayandı. Mülteciler geçti önümüzden, izledik. Kapalı kapılar ve mutabakatlar ardında silahların susmasını bekledik. Ve Türkiye değişti.

Örneğin artık daha kentli bir toplumuz. Örneğin kentlerimiz artık daha kalabalık, daha beton, daha belirsiz. Olanaklar kadar karmaşa da arttı.

Örneğin artık daha eğitimli bir toplumuz. Özel okulların sayısı kamu okullarının sayısını geçti; paralı üniversite sıradan bir gerçeğe dönüştü. İmam hatip sayısı artarken din hanesini boş bırakmak yaygınlaştı.

İç dünyamız, sarsıntılar arasında sarsıntılarla birlikte var olmaya da alıştı. “Buna da şükür” derken yakaladık kendimizi ara ara. Ve belki de farkında değiliz; yırttığımızı düşündüğümüz bir savaşın tam da içindeyiz.

Velhasıl Türkiye değişti, toplum değişti.

Değişti ve Türkiye daha psikolojik bir toplum oldu.

İşte bu atölyede bu değişimi anlamaya çalışacağız. Bir ayağımız Marksizm’de kalacak, bir diğerini psikanalitik teoriye basmaya çalışacağız. 

Psikanalizin temel metinlerinden yola çıkarak güncel toplumsal durumlar üzerine psikopolitik bir bakış geliştirmeye çalışacağız. 1895’lerden 2015’lere uzanacağız. Gustave Le Bon’un Kitlelerin Psikolojisi’nden Sigmund Freud’un toplumsal zihin kuramına değineceğiz. Marksizm, sosyalizm mücadelesi ve psikalanalitik teori arasında erken dönemlerden günümüze kadar süregiden kesişmeler, arayışlar ve gerilimleri inceleyeceğiz. Marksizm ve psikanaliz tartışmalarının güncel yansımalarını ise Zizek üzerinden ele alacağız.

Bu atölyede, seminerler ya da tartışmalar dizisinde büyülü bir alandan bahsedeceğiz. Kitlelerin görünmez zihni ile piyasanın görünmez elini bir arada anlamaya çalışacağız. Zaten nerede büyü varsa psikiyatri, psikoloji de orada değil midir? Biz de psikanalitik teoriden kalkarak oraya, kitlelerin, grupların zihnine gitmeye çalışacağız. Ama aynı zamanda Marksizm içinde kalmaya çalışacağız.

Nerelere uğrayacağımızı da söyleyelim: bu çekici alanın bir ucu çok bulanık sulara çıkmaktadır. Öznel idealizme kadar varan bir analiz yığını var karşımızda.

Örneğin pot-Marksizm için çok önemli olan söylem analizi, Laclau ve Mouffe okulu bir yanıyla heyelan bölgesidir; öznel idealizme kayıp kaymadıkları hep sorgulanmıştır. Her ne kadar kendileri bu tartışmayı saçma, gereksiz bulsalar da, her ne kadar felsefi anlamda idealist bir konuma uzak olduklarını ısrarla vurgulasalar da ortaya attıkları söylem analizi ve psikanaliz bağlantılı hegemonya çözümlemeleri böylesi bir fay hattına yakındır.

Bu nedenle kitlelerin zihni söz konusu olunca zeminin çok da oynak olabileceğini aklımızda tutarak yol almaya çalışacağız.

Psikopolitik nedir?
Psikopolitik ilginç bir isim. İlginç, çünkü görünen o ki güncel siyasi ve düşünsel dünyada çok da kullanılmayan bu kavram Türkiye’de bir biçimde tuttu. İlgi de gördü.

Politik psikiyatri, toplum psikolojisi ile ilgili birçok kitap çevrildiği, yayınlandığı gibi psikopolitik doğrudan kitap ismi olarak da kullanıldı. Özellikle de sol ile ilişkili yayınlarda (örn. Bülent Somay, Psychopolitics of the Oriental Father Between Omnipotence and Emasculation).

Radikal sol düşünce söz konusu olduğunda genelde Türkiye’nin arkadan gelme durumu ilginçtir, bu sefer tersine döndü: Mesela Verso, günümüz Alman düşünce dünyasının “yıldız” isimlerinden Byung-Chul Han’ın Pscyhopoltics kitabını daha yeni çevirdi.

Belki de diyebiliriz ki Türkiye’de açıktan ya da örtük de olsa toplumsal hallerimizde, siyasetin kendisinde psikolojik bir yan bulunduğunu hissediyoruz ve hatta yaşıyoruz.

Ama ilginçtir: psikopolitiğin tarihi de Sovyetler ile başlıyor. Google’da yapacağınız bir arama sizi Lenin Üniversitesi’nde Amerikalı genç öğrencilere 1924 yılında verilen psikopolitik dersine götürecektir.

İçeriğinin gerçekliği şüpheli olsa da ismi etrafında çok fazla efsane bulunan Lavrenti Beria’nın bir şekilde psikopolitiği, yani kitlelerin zihin dünyasını önemsediğine dair bir kitaba götürecektir. Özellikle ABD menşeli gerici birçok Anglosakson sitesi halen bu kitabı “komünizmin dünyayı tehdit eden yüzünü göstermek” için kullanması ilginçtir.

Peki, tam olarak nedir psikopolitik?

Psikopolitiğin birçok tanımı yapılabilir; “kitle psikolojisi, politik psikoloji, politik psikiyatri, kitle psikolojisi” gibi birçok ismi olabilir. Ayrıca sayısız farklı yaklaşımı da bulunabilir.

Oxford sözlüğü “The interaction between politics or political phenomena and human psychology” diyor. İnternet tabanlı bir psikoloji sözlüğü ise “A study examining the psychological impacts of how politics and political structure affect individuals under their governance” ve “The use of psychological precepts and techniques to achieve a political goal (i.e. compliance in a populous or victory in an election)” diye daha geniş bir alanı işaret ediyor.

Biz ise psikopolitikten daha çok toplumsal yapı ile o toplumsal yapıya ait siyaset alanının kitlelerin, grupların zihninde nasıl ve hangi biçimlerle karşılık bulduğunu araştırmayı, tartışmayı, incelemeyi anlıyoruz.

Psikopolitikten sadece toplumdaki hegemonya ve tahakküm ilişkilerini anlamıyoruz.

“Bireyler ve toplumsal gruplar neden inanırlar? Neden yanılsama, çarpıma ve yanılgıya kanarlar?” Bu soru haklı bir soru ama yanlış ve eksikli bir soru.

Eksik çünkü hiç bir birey, hiç bir toplumsal grup boşlukta, öylece varolmaz. Maddi bir temeli vardır. Ve bu maddi temel de üretim ilişkileridir.

Ancak öte yandan her toplumun az ya da çok bugünü de şekillendiren ve bir zamanlar “o maddi temel” olan bir geçmişi vardır. Bugün ancak o geçmiş ile varolabilemektedir. Ve geçmiş de bugün, bugünün ve tarihsel sürecin ihtiyaçları, maddi temelin sınırları çerçevesinde bir yere sahip olabilmektedir.

Bu nedenle psikopolitiği sadece olumsuz, edilgin bir anlamda kavramıyoruz. Aynı zamanda örneğin tahakkümün arzulanmasını, keyfinin çıkarılmasını, rıza, onay ve kabulün çeşitli düzeylerinin üretilmesini de anlıyoruz.

Bu çerçevede psikopolitik bir yanıyla ideolojiye, bir yanıyla da siyasete çıkmaktadır. Hatta ikisinin kesişimini oluşturmaktadır. Ama daha çok hepsini, yani siyaseti, ideolojiyi dikey kesmektedir. Psikoloji, toplumsal zihniyetin işleyişi biçimleri ideolojiyi ve siyaseti öncelemektedir.

Yani toplumsal ideoloji ve siyaset dünyası aynı zamanda bilinçdışının kendini yeniden ürettiği yerdir.

"İdeolojinin yüce nesnesi" diyor Zizek. Haklıdır, her ideoloji ancak yüce, idealize bir nesne tasarımı kurarak etkide bulunabilir.

Ama burada psikopolitiğin atladığı bir soru var: idealize nesnede kurulan arzu, söylem kimin arzusu, kimin söylemi? İşte biz burada sadece süreci, işleyişi değil, aynı zamanda faili de anlamaya, açıklığa kavuşturmayı da gözeteceğiz. Bu nedenle aslında şunu da sorabiliriz: Kime göre psikopolitik? Ve kim için psikopolitik?

Bu soruların hayati önemde olduğunu düşünüyorum. Ve bu sorular Marksizm dışarıda bırakılarak düşünülemez.

Toplumların zihniyeti için Marksizm’e ihtiyacımız var. Aynı zamanda psikanalitik teoriye ihtiyacımız var.

Muhtemelen sınıfsal ya da grup temelli davranışlar, tercihler ve tavırlar ekonomik temelde açıklanabilir. Marksizm’e gelişkin bir hâkimiyet ve sentez gücü (evet, hem Marksizm hem de psikanaliz sadece iyi bilmeye dayanmaz; yaratıcı bir sentez gücü ve meselenin özünü koruyan, gelişmeye açık ama geliştikçe kendisini yeniden üretebilecek bir esneklik ister) üretim ilişkilerinin şekillendirdiği toplumsal dokuyu bize verebilir.

Örneğin sınıflar mücadelesi ve seçmen tercihleri konusunda Gelenek'in Ocak 2013 tarihli 123. sayısında yer alan Tunç Sipahi imzalı “Rasyonel Seçmenler Solu Seçer Mi? Seçmen Davranışı ve Sol” makalesini okumanızı önerebilirim.

Ama yine de bu açıklamalar eksik kalır mı? Neden belli bir tavır ile büyülenir kalırız?

Nasıl oluyor da örneğin cumhurbaşkanı rakiplerini paralize edebiliyor?

Nasıl oluyor da koskoca bir ülke (ve hatta cumhurbaşkanında somutlanan tarzın siyasette Polonya'dan İspanya'ya, Rusya'dan ABD'ye geniş bir coğrafyada baskın karakter haline geldiğini düşünecek olursak, koca bir dünya) 5-6 kalıp ve 40-50 kelime ile yönetilebiliyor.

Yoksa kitle psikolojisi bir gerçeklik mi? Psikopolitik gerçek bir ihtiyaç mı yoksa?

Türkiye’nin ve dünyanın tuhaf, tekinsiz halleri için, nereden çıktı psikopolitik sorusunun yanıtı için biraz son on yılı gözden geçirmeyi önereceğim ve sonra da sizleri 19. yüzyıla götüreceğim.

Nereden çıktı bu psikopolitik? 
Türkiye’de kitle psikolojisine olan ilginin çok haklı gerekçeleri var. Onlara geçmeden önce öznel bir durumdan da bahsedeyim.

Psikopolitik meselesine ya da Marksizm ile psikanalizin kesişim noktalarına ben neden bakmaya başladım?

Birkaç nedeni var bunun.

Birincisi psikiyatri asistanlığımla ilgili. Marksizm içinde bilirsiniz iktisat ve felsefe, yani tarihsel ve diyalektik materyalizm baskındır. İkisini de denedim ve zorlandım. Marksizm ve psikiyatri söz konusu olunca hep aynı söz vardı: Marx toplumu iyi çözümledi ama bireyi hesaba katmadı [Haluk Sunat]. Ama bu eleştiri bana çok yavan geliyordu. Marksizm'e, benim öğrendiğim Marksizm'e uymayan bir felsefi yanılgı içeriyordu.

İkincisi ise sağlıkta dönüşüm ve bu dönüşüme karşı seferber olan toplumcu muhalefetin çarptığı söylemsel duvar. Sağlıkta dönüşümün herkesi etkileyen bir aurası, albenisi vardı. Bir türlü ikna edemedik, ikna da olamadık. Hatta o dönem benimsediğimiz “Sağlıkta kâr, önlükte kir” doğru ama naif bir slogandı.

Uzun vadede geniş toplumsal kesimlerin, hatta tüm toplumun zararına olacak bir düzenleme kısa vadeli ciddi bir düzelme sağlıyordu.

Biz anlatmaya çalıştıkça geniş kitleler ve meslek camiası keyfini çıkarıyordu. 2012’ye kadar hep benzer bir açıklama bulmaya çalıştım ama o yıl okuduğum bir yazı bakışımın değişmesini sağlamlaştırdı: Osman Elbek, Sağlıkta Dönüşüm ve Sol Siyaset, Birikim, sayı 246, Ekim 2009.

Tüm bunların üstüne ise iktidarın kitleler üzerinde kurduğu söylemsel büyüleyicilik geldi. Ergenekon süreci ile kitleler ve farklı siyasi, ideolojik kesimler hipnotize olmuş gibiydi. Açık ve net “algı operasyonları” işletildi, Hrant Dink’in öldürülmesinde, Zaman Gazetesi meselesinde. Haham Tuncay mesela neydi? Toplum mühendisliği ile “Ezberler bozuldu” ve yapılar çözüldü. Bu sürece devletin çözülmesi sürecine, toplumun zihnini çözülmesi de eşlik etti. 

Tüm bu kırılmalar yaşamakta olduğumuz toplumsallığın içinde bir şeylerin nevrotik olduğunu düşündürmeye başladı bana.

Yani üstyapısal bir tür sıkıntıdan ziyade baştan çıkarıcı, ayartıcı bir halin içinde devinmekte olduğumuzu düşünmeye başladım.

Evet, toplumun yaşadığı siyasi ve ideolojik çalkantıların, kırılmaların kapitalizmle çok da doğrudan bir ilişkisi var: ama içerik her zaman değişmeye açık ve geniş bir yelpazede dağılım gösteriyor.

Düzen muhalefetinin en açık, net ve görünür durumda dahi Erdoğan’a yanıt verememesi, Erdoğan karşısındaki çapsızlığı, dilinin ve nutkunun tutulması; üstüne iktidarın her kritik dönemeci alması, gerçekliğin söylem düzeyinde kurulması… Tüm bunlar siyasi ve ideolojik süreçlerin içindeki psikolojiye işaret ediyordu.

Yanıt ararken Vamık Volkan’ın Kan Bağı kitabını okumuştum. Evet, ABD’li bir soğuk savaş akademisyenin elinden çıkmıştı kitap, okuduklarım bunu anlatıyordu (kitabın toplumsal tarihin işleyişine dair içerdiği olası tüm psikanalitik parıltı ölçüsüz bir anti-komünizmle maluldü); ama yine de Vamık Volkan’ın kullandığı teori kafamda yer etmişti. İşlenmesi uzun süre alacak bir yer…

Kaybolmuşluk ya da karmaşa içinde baktığım ikinci yer ise Zizek oldu. İdeolojinin Yüce Nesnesi, Zizek okumaya başlamak için pek uygun bir tercih olmayabilirdi ama başlığında ideoloji geçtiği ve ben de Marksizm üzerinden toplumsal çalkantı ve kırılmaların temel olarak ideoloji dünyasında olduğunu düşündüğüm için bu kitabı seçmiştim.

Kitabı okudum, ama bitiremedim. Ancak bitirilemeyecek kadar uzun ve karmaşık gelen bu kitap hem beni psikanaliz ile Marksizm’in kesiştiği bir alana soktu (hem de güncel bir versiyon üzerinden) ve meseleye bakışımda bir farklılaşma sağladı: Semptom, arzu, object petit a, kapiton noktası (ki çoğunluğu Lacan’dan devralınmıştı) tam da Türkiye’de olup bitenleri anlamak için yeni bir bakış açısı sağladı.

Ve bir de din ve insanlar konusunda aradığım daha köklü bir yanıtı 2000lerin sonunda Express dergisinde bir kitap tanıtımında buldum. "Din, bilinçdışında derin arzuların yerine aittir. Bu nedenle bilinçteki başka bir şeyle değişmesi zordur."

Velhasıl bu süreçle birlikte toplumsal bilinç konusunda yeni bir bakışla ilgilenmeye başladım. Yani bir anlamda yarı-okullu ve hatta alaylı olduğum Marksist bakışımı yine yarı-okullu olduğum psikanalitik teori ile harmanlamaya yöneldim diyebilirim.

Sınıf bilincinin yanına sınıfsal bilinçdışı eklendi mesela.

Artı-değer teorisi artı-keyif teorisine açıldı.


Birey için geçerli olan toplum için de geçerli mi?
Grupların zihniyeti olabilir mi? Varsa bile, bireyin zihni gibi işliyor olabilir mi? Bireyin zihin işleyişi için oluşturulmuş bir teori toplumlar için de kullanılabilir mi?

Öncelikle şunu söyleyebiliriz: Psikanaliz toplumsal olanı hiçbir zaman yok saymamıştır.

Peki, nasıl bir yer vermiştir toplumsala?

Bireyin bir toplumsallık içinde oluştuğunu, geliştiğini, öznenin ancak bir toplumsallık ile kurulduğunu belirtmiştir.

Ama özellikle Freud’da “toplum kuramı, çalışmalarının ana gövdesi boyunca obiter dicta ya da söze dökülmemiş varsayımlar düzeyinde” kalmıştır (Hughes, sf. 111).

Freud “Yaşamının son on beş yılına gelinceye kadar Freud, toplumdaki insanın sorunlarına açık seçik biçimde dikkatini” yöneltmemiştir (Hughes, sf. 120) ve “toplumdaki insan davranışı üstünde dikkatini odaklaması ancak savaşla [I. Dünya Savaşı] birlikte” gündeme gelmiştir (Hughes, sf. 126).

Ama öte yandan “bireylerin incelenmesi yoluyla edindiği öngörüleri, yaşamının geç bir döneminde insan topluluklarının dünyasına uygulamaya başlamasına karşın, bir anlamda öteden beri toplum üstüne” yazmıştır (Hughes, sf. 127). Çünkü hep aile içindeki bireyleri kaleme almıştır.

Ama bu toplumsallık bizim anladığımız, aradığımız anlamda bir toplumsallık değildir. Toplumsal maddi hayatın üretimi yoktur orada. Üretim ilişkileri, sınıf ve sınıflar mücadelesi de yoktur.

Ama bir tür toplumsallık hep vardır. Bireyi etkileyen, biçimlendiren, kuran bir toplumsallık; daha çok baba’dan, dürtülerden, ödipal çatışmadan ibaret bir toplumsallık.

Psikanalitik teori gelişip dallandıkça toplumsala yaklaşımda dallanıp budaklanmıştır. Freud sonrası psikanalistlerin üzerine eğildikleri topluluk olgusu, topluluğun salt bireydeki yansımalarıyla yetinmez; toplumun kendine özgü psişik işleyişini de ileri sürer; bu işleyiş uç durumlarda, tüm bireyleşmelerin önünü kesip mutlak tahakküme, yani hipnoz ilişkisine yol açar (Bella Habip, BenSizBiz, Topluluk Zihniyetinin Psikanalizi, İthaki, Psikanaliz Gündemi, 2002).

Psikanaliz genelde kitle, grup içinde olmayan bireyin "bazen özgür ve temellendirilmiş" biçimde düşünebildiğini, davrandığını kabul eder.

Grup halinde iken efendiyle ve onun değerleriyle, onda simgelenen değerler ile özdeşleşmeye ve "en akıl almaz, arzularının gerçekleşmesini hiç de sağlamayacak edimleri desteklemeye başlar. Benzer biçimde burada idealize edilmiş bir birey var.

Yine de boyun eğme neden böylesine kolay? Neden aldatılma en bariz olduğunda bile muzaffer? İnsanlar neden arkadaş bile olmayacakları kişilerde, hatta arkadaşlarında görseler fellik fellik kaçacakları özelliklere (büyüklenme ya da paranoya) taparlar?

Bu sorular işte psikanaliz teorisi olmadan düşünülemez ama bizce Marksizm olmaksızın hiç düşünülemez.

Öte yandan burada psikanalitik terimlerle bir tür kestirmeci indirgemecilik yapmak da değil derdimiz. "Tanık olduğumuz sayıda basitleştirici psikanalitik indirgeme" hemen her yerde karşımıza çıkıyor. Bu kavram setleri düşünmenin ve tanımlamanın yerini aldığı kadar toplumsal durumları tarihsel gerçekliklerden kopararak sunmaktadır.

Biz böyle yapmak, bu hataya düşmek istemiyoruz. Bir derinlik arıyoruz, pratik bir derinlik.


Güruh, kitle ve sınıf
Gelelim kitle meselesine. Yoksa Le Bon haklı mı?

Önce kelimeye yakından bakalım, sonra Le Bon’a.

Foule kelimesinin en uygun karşılığı nedir? Kitle, grup. Kitle İngilizcede daha çok "mass" ile karşılanıyor. "Crowds" ise güruh ile karşılanabilir. Değersiz, aşağı görülen, küçümsenen topluluk; sürü anlamında. Yığın olarak çevirenler de var. İşte sınıf bu anlamda farklıdır.

Marksizm’in sınıfı güruh, kitle, grup olarak değil nesnel yanı da olan öznel ve dinamik bir inşa süreci, bir mücadele başlığı olarak görmesi önemlidir. Böylece bilinç, yani nesnel kökeni olan öznel bir değerlendirme, anlama ve tavır alma sürecine, sınıf siyasetine, siyasetin kendisine dinamik bir alan açılmış olur. (Bknz: Gelenek dergisinin Ocak 2002 tarihli 70. sayısında Egemen Aslan imzasıyla yer alan “İşçilerden Sınıf Yapmak!” makalesi).

Gelin şimdi 125 yıl öncesine gidelim ve grup psikolojisi, kitle psikodinamiği üzerine “ilk” sayılan kitabın yazarına yakından bakalım.

1841 doğumlu olan Gustave Le Bon, 1931’de yine Fransa’da ölmüştür. Paris Komünü sırasında 30 yaşındadır ve Paris’tedir. Tıp hekimidir ama dönemin hekimleri gibi çok renkli ve çok yönlü bir hayatı vardır. Uzun gezilere çıkar, Afrika ve Asya’da. Tıbbın yanı sıra o dönem Fransa’sında gittikçe yükselen sosyoloji ve antropolojiye merak sarar. Gözlemlerini derler ve yayınlar.

Fransız devrimi, Paris Komünü ve ardından gelen ayaklanmalarda kitle çağının işaretlerini gören Le Bon, birey ve kitle kavramlarını çözümlediği kitaplar kalem almıştır. En çok bilineni Kitle Psikolojisi olmakla birlikte “Kalabalıklar ve Halkın Sıradışı Sanrıları; Devrimin Psikolojisi” de bilinenler arasında sayılabilir.

Asıl amacı toplumdaki devrimci kalkışmalar üzerine uyarılarda bulunmaktır. Çünkü kendisi kurulu düzen adamıdır. Uyarılarda bulunmak için kurulu düzeni öyle bir çözümler ki hem kitle psikolojisinin başlatıcısı olur hem de halen geçerli görünen tespitlerde bulunur. Mesela “başlayan devrimler, gerçekte sona eren inançlardır.” gibi.

Bu arada kitapları bir tek Avrupa’da yankı bulmaz, Fransız etkisi üzerinden Jön Türklere, onlardan da İttihat ve Terakki kuşağına sirayet eder. Abdullah Cevdet tarafından birçok kitabı çevrilir ve genç cumhuriyetin kadroları tarafından da okunur, tartışılır.

Freud ve Le Bon aynı kuşağın üyesidir. Dünya savaşı öncesi dönemin, 1890'ların. Kitlelerin kendini ve bilincini görünür kıldığı bir dönemin.

Örneğin bilinçsiz olana Bergson kadar Le Bon'da da rastlarız. Ya da diyebiliriz ki 1890 kuşağının temel derdi kitleyi ve hallerini anlamak, daha doğrusu toplumsalın eksiğini örmek olmuştur. Bir yanda kabaran kitle hareketleri, büyüyen kentli nüfus ve kentler, öbür yandan tutulmalar, yanılsamalar, kanmalar ve aldanmalar. Hepsi iç içedir.

Diyebiliriz ki 1890’lar ve 1900’lerin başları zihnin yaşamı, araştırılması, düşünülmesi için elverişliydi; Fransa’dan Almanya’ya; farklı dinamiklerle. Dönemin Fransa’sı siyasi gelişmeler bakımından da günümüze benzemektedir. Örneğin Yahudi bir subayın vatan hainliği, casuslukla suçlandığı Dreyfus davası 1894’te patlak verir ve toplumda derin bir taraflaşmaya neden olur. Öbür yandan Paris en tatlı zamanlarını yaşamaktadır. Bilimde hemen her gün umut veren bir gelişme olmaktadır. Öte yandan uzaktan savaşların sesi gelmektedir.

İşte Le Bon böylesi bir dönemde 1896’da yayınlar Kitlelerin/Kalabalıkların/Güruh Psikolojisi’ni. Okuyucu içi̇n kolay bir kitaptır. Anlaması kolaydır ve yazılanların üstünden geçen zamana rağmen meselenin genel hatlarının az çok aynı kalmış olması da ilginçtir.

Üç bölümden oluşur kitabı:
  1. Kalabalıkların Zihni
  2. Kalabalıkların Fikirleri ve İnandıkları
  3. Farklı kalabalıkların Sınıflandırılması ve Tanımlanması.
Le Bon kitaba “insanlar bir kalabalık içinde bir araya geldiklerinde, orada bazı yeni psikolojik özellikler ortaya çıkar” diyerek başlar. Çok da dikkate alınmayan bu özellik “kalabalıkların bilinçsiz davranışlarının” bireylerin bilinçli hareketlerinin yerini almasına neden olur. (Tabii ki Le Bon’un burada bahsettiği aklı hür bireylerdir; beyaz, erkek ve eğitimli.) Dönemin ruhuna uygun biçimde “gözlem her zaman olgunlaşmamıştır” der ve hep arında bakılması gerektiğini vurgular.

Kitleler, hiç şüphesiz, hemen her zaman bilinçsizdir, ancak bu özel bilinçsizlikleri kitlelerin gücünün de hiç şüphesiz sırlarının bir tanesidir.

Kitleler çağına girildiğini belirten Le Bon “uygarlıkların değişimini ihtişam, kudret ya da vahşetin” değil düşüncelerin, fikirlerin ve inançların değişiminin sağladığını vurgular. Bir değişim süreci yaşandığını belirten Le Bon “bugünü de şekillendiren geçmişe ait dini, politik ve toplumsal inanışların halen gücünü korumakla birlikte yıkılmakta olduğunu ve yerine yenisinin ortaya çıkmakta olduğunu söyler. Bu değişimin en çarpıcı özelliğinin ise halk sınıflarının politik hayata girişi olduğunu belirtir (sf. 8).

İhtilâllerden ve bilhassa Fransız ihtilâlinden nefret eden Le bon her türlü topluluk gibi temsil işlevi gören meclislerin de kitle psikolojisini yansıtan bir "kalabalık" olduğunu savunuyordu.

Peki, nedir kitle, kalabalık?
En basit anlamıyla bir araya gelmiş bireylerdir. Milliyetlerinden, cinsiyetlerinden, mesleklerinden ya da onları bir araya getiren olasılıklardan bağımsız gibidir bu bir araya geliş. Ancak psikolojik bir bakış ancak bu bir araya gelen insanların çok özel koşullar altında yeni bir özellik oluşturduklarını belirtir. “Bireylerin bilinçli kişilikleri ortadan kalkar ve kolektif bir zihin ortaya çıkar.”

Böylece kitlenin iki ana özelliğine ulaşılır:

  1. Bilinçli kişiliğin kaybolması
  2. Hislerin ve düşüncelerin belirli bir doğrultuya kanalize olmaları (sf. 13).

Bu kolektif zihin kalabalığı oluşturanların birçok farklı özelliğinden bağımsız olarak kitlenin birey olarak hissedecekleri, düşünecekleri ve davranacakları biçimlerden çok farklı biçimde hissetmelerine, düşünmelerine ve hareket etmelerine neden olur.

Bir tür tutulma gibidir (sf. 15). Ama geçici, ama dalgalı ama kalıcı. Kitle bir tür tutulma yaratır.

Ayrıtürdenlik, yani heterojenite, aynıtürdenlik yani homojenlik içinde erir gider. Bireyden bireye değişen birçok zihinsel özellik bir kenara bırakılır ve bireylerin hepsinde homojenlik gösteren bilinçsiz bir yapı etkin duruma geçer (sf.15)

Neden böylesi bir tutulma hali ortaya çıkar?
Üç nedeni vardır:

Birincisi kitle içinde bulunan birey sadece çokluğun, sayı fazlalığının verdiği bir duygu ile tek başına olduğu vakit frenlediği içgüdüsel isteklerine kendisini bırakır. Dolayısıyla kitlenin sağladığı sorumsuzluk, bireyleri tutan sorumluluk duygusunu siler (sf. 17).

İkincisi bulaşıcılıktır: kitle içinde her duygu, her davranış bulaşıcıdır. Bu bulaşma, sirayet, varlığı kolaylıkla saptanabilir ama açıklanması kolay değildir. Bu nedenle hipnotik düzenin içinde değerlendirilmelidir; yani kişinin kendisinden geçtiği, bir tür vecd hali yaşadığı bir durumun içinde değerlendirilmelidir. Bu nedenledir ki kişi kişisel çıkarını kolektif çıkar için kurban edebilir (sf. 18).

Üçüncü neden ise en önemlisidir: telkine yatkınlık. Tıpkı hipnotizma ile kişinin bilincinin ele geçirilmesi gibi kitle içinde bilinçli kişilik tamamen ortadan kalkar. Hipnoz altında gibi bazı becerileri kaybolurken bazıları da güç kazanır (sf. 18).

Bir kitleyi oluşturan bireyin temel özellikleri:

  • Bilinçli karakterin ortadan kalkması;
  • Bilinçsiz kişiliğin baskınlık kazanması;
  • Duygu ve düşüncelerin telkin ve israyet sonucunda aynı yöne akması;
  • Telkin edilen düşüncelerin hemen eyleme geçirilmesi eğilimi (sf. 19).
İşte Le Bon kitlelere bu doğrultuda, telkin, büyülenme ve kendinden geçme penceresinden bakar. "Kitleler hiçbir zaman gerçeğe susamamıştır.” der ve sürdürür: “Hoşlarına gitmeyen mantıksızlıklar karşısında, gerçekdışı eğer kendilerini çekerse, bunu ilahlaştırarak buna yönelmeyi daha üstün tutarlar. Onları hayallere çekmesini bilenler onlara hâkim olurlar ve hülyalarını ortadan kaldıranlar da onların kurbanı olur.”

"Kitleler akılcı muhakemeden etkilenmek durumunda değillerdir. Yalnız kaba şekilde çağrışımlardan anlarlar. Onların üzerinde etki etmek isteyen hatipler de daima onların duygularına hitap ederler, hiçbir zaman akıl ve yargılamalarına başvurmazlar. Aklî mantık kanunlarının onlar üzerinde hiçbir fiilî etkisi yoktur."

"Kitlelerin kendilerine kabul ettirilmiş fikirleri vardır, muhakeme mahsulü fikirleri hiç yoktur."

"Her genel inanç hemen hemen bir uydurmadan başka bir şey olmadığından incelenmeden kurtulmak ve kontrol edilmemek şartıyla yaşayabilir.”

“Genel inançlar sayesinde her dönemin insanları, boyunduruğundan kurtulamadıkları ve birtakım gelenekler, düşünceler, âdetler şebekesiyle çevrili bulunurlar.”

"Duygularla mücadele edileceği zaman yargılamanın tam yoksunluğunu yakından görmek için ilkel insanlara kadar inmeye gerek bile yok. En basit mantığa aykırı olan bazı hurafelerin uzun yüzyıllar boyunca ne kadar sağlam, yerinden sökülmesi ne derece güç olduğunu hatırlamak yeter."
“Canlı varlıklardan birkaçı bir araya gelir gelmez, bunlar ister hayvan ister insan kalabalığı olsun, içgüdüsel olarak bir önderin egemenliği altına girerler. İnsan topluluklarında önderler büyük bir rol oynarlar. Onun iradesi, düşüncelerin gerçekleştiği ve oluştuğu bir kaynak olur. Kitle, çobanından vazgeçemeyen bir sürüdür."
Ama orada da akıl yoktur. Zaten varolamaz.

"Dünyayı yöneten dinler ve küremizin bir yarısından öteki yarısına kadar genişleyen imparatorluklar, ne filozoflar, ne de özellikle şüpheciler tarafından kurulmuştur."

"Kitlelerin eğilim ve sevgisi hiçbir zaman iyi hükümdarlara değil, kendilerini şiddetle baskı altında bulunduran baskıcılara karşı olmuştur."

Önderler, liderler iyi birer hatiptirler; tıpkı masal anlatıcıları gibi.

"Bununla beraber iddianın gerçek bir etki meydana getirmesi için mümkün olduğu kadar aynı kelimelerle tekrar edilmesi gerekir. Napolyon 'biricik ciddi söz sanatı tekrardır' demiştir. İddia olunan şey tekrar edilmek suretiyle sonunda kanıtlanmış bir gerçek gibi kabul edilebilecek kadar ruhlara yerleşir."

Bon en son liderlere değinir: “Önderlerin iki özelliği vardır: Birisi tanrı vergisi, ötekisi ise paranın bahşettiği…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder