Tabii ki bu aralar akla bambaşka şeyler geliyor, Amerika'nın ruhu söz konusu olunca. Ama ne diyordu şarkıda: "Neden, neden bu kadar zor, bu ülkede ayakta durabilmek?"[1] Biz oradan gidelim.
Hakikaten, neden bu kadar zordur ki hayat? Bazılarına güler ya da en azından acıtmaz. Ama çoğunluğa hep bedbahttır günler. Ve çoğunluk da kader der, geçer. Basireti bağlanmış denir kimisinin arkasından. Geriye bir kusur, özür kalmasın diye sanki. Kimse sevmez zaten geride bir hesap kalmasını. İşte kader tüm hesabın yuvarlanıp sıfırlanması gibidir çoğunluk için.
Kafam hiç basmamıştır kader işine. Bana soracak olursanız öyle kolayca kapanmaz hesap. Çünkü herkesin yaşayabileceği bilmem kaç kader vardır.
Ve nereden baktığınıza göre değişiverir kader. Tıpkı Salinger'ın dediği gibi: "Eğer bütün sağlam vuruşların yapıldığı taraftaysan, doğru, yaşam bir oyundur. Bunu kabul ediyorum. Ama eğer öbür taraftaysan, yani hiçbir sağlam vuruşun olmadığı taraftaysan, oyundan ne haber, ha? Hiçbir şey? Oyun yoktur."[2] Evet, kader dediğiniz nereden baktığınıza göre değişir.
Ve O’nun kaderi çok az gülmüş yüzüne. Yazının başındaki şarkının sahibine hayat hep sert yüzünü göstermiş. Ama hep. Zaten onun için yazmış şarkısını: "Bir ülke, bir toprak. Çok güzel olduğu söylenen. Aşkla, sevgiyle inşa edildiği söylenen. Ama söylesenize neden, neden bu kadar zor, Amerika'da yaşamak?"
İşte böyle söylüyordu şarkısında. Sanırım çok erken tattığı için hayatın acı tadını. Hani, bizim cenahta "Herkesin bir Amerika'sı" vardır ya. İşte o Amerikalıydı. Hani şu bizim ülkede örtülü ya da açıktan çok sevilen ülkedendi. Ama Amerika'da Amerikalı bir siyahîydi.
Babasını hiç bilememişti. O ise annesini de uzun süre bilemeyecekti. Bilecekti de işte uzun süre göremeyecek, tanıyamayacaktı. Çünkü annesi değil de annanesi büyütecekti Onu. Yoksul, biçare ve yettiği kadar.
Sonra sokaklar başlayacaktı. O tatlı ve sevgi dolu olduğu söylenen toprakları bir ucundan bir ucuna katedecekti, hayat yüzüne azıcık gülsün diye. "Hiçbir şey yolunda gitmiyor gibiydi. Ve dedim ki kendime. Kaçmalısın buralardan." diyor şarksında ya durmamış, hakikaten kaçmış. Doğduğu yerden binlerce kilometre ötelere kaçmış.
Gittiği yerlerde iş bulduğu olmuş. Hatta bir ara bir psikiyatri hastanesinde aşçılık yaptığı da olmuş. Ama ne kadar uzağa giderse gitsin kaderi de peşini bırakmamış. İşler eninde sonunda hep sarpa sarmış. Ve bir gün sokaklara hakikaten düşmüş. Bilemediği kadar çok sene sokaklarda yatmış. Evsiz, barksız ve işsiz. Hiçbir şeyin değişmeyecek gibi göründüğü yıllar boyunca, gece kurulan ve sabah kaldırılan şiltelerde uyumuş.
Sonra, yeterince yıl geçtikten sonra annesi düşmüş oğlunun peşine. Belki de tüm bir hayat için özür dilemek üzere. Emekli olunca hem oğlunu hem de annesini almış yanına. Sıcak ve sevgi dolu anlar başlar gibi olmuş. Kim istemez ki? Hayat sanki yoluna girmiş. Ve bir gece hakikaten de gülümsemiş.
Soul müzik, her siyahî insanın ruhunda vardır sanki. Derinden ve içten. Eğlenceliyken bile acıyı işleyen. İşte annesiyle bir araya geldikten sonraki zamanlarda yerel bir barda "Siyah Kadife" mahlasıyla şarkılar söylemeye başlamış.
Ve tabii ki James Brown söylemiş. Gırtlaktan. Kan ve ter içinde. Kendini kaybedercesine. Yılların, kaderin acımasızlığını mikrofona haykırarak. Bedenine, diline, sözlerine o acıları katarak. Ve denk gelmiş, keşfedilmiş. Bir rüya gibi ama bir plak yapımcısı tarafından 62 yaşında keşfedilmiş.
Sonrasında adı kocaman harflerle yazılmaya başlamış, bir zamanlar önünden beş parasız bir avare olarak geçtiği yerlere. Konser salonlarının tepesinde yer alan adını işaret ederek "İnanmakta hep zorlandım" diyor hayatını anlatan belgeselde.[3]
Üç albüm yayınlamış kısa sürede: 2011 tarihli “No Time for Dreaming”, 2013 tarihli “Victim of Love” ve 2016 tarihli “Changes” ile geniş bir çevrede tanınır hale gelmiş. Ve hemen her gece de sahneye çıkmaya başlamış artık. Şehir şehir, ülke ülke aranan, istenen bir soul sanatçısı olmuş. Konserleri, albümlerini bile gölgede bırakacak kadar ün yapmış. Çünkü şarkıları tam da işin ruhuna uygun olarak tüm ruhuyla söylüyordu.[4]
Ama dedik ya kaderi bir kere olsun peşini bırakmamış diye. Geçen yıl, tam da yeni albümünün uzun uzun tanıtım turnesine çıkarken ağrıyla başvurduğu hastaneden mide kanseri tanısıyla çıktı. Hayatın çeşitli cefasını çeken Amerikalı ya da Türkiyeli birçok yoksul gibi. Hayranlarına “Yılmadım. Merak etmeyin buradayım.” dedi hemen. Ve ameliyattan sonra, kemoterapiler arasında turlamaya devam etti Amerika’yı. Ta ki geçen hafta kader soğuk yüzünü bir kez daha gösterinceye kadar. Kanser karaciğerinde yeniden ortaya çıkmıştı.
Müthiş bir sesti.
Charles Bradley. Amerika’nın ruhu.
5 Kasım 1948’de doğdu. 23 Eylül 2017’de aramızdan ayrıldı.
Kader, keşke bir başka olsaydı. Ve olabilirdi de.
*
[1] Charles Bradley, Why is it so hard?
[2] J. D. Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar
[3] Hayatını anlatan belgesel: “Soul of America”
[4] Charles Bradley, This love ain't big enough
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder