Basın yayın organları psikiyatri-psikoloji haberlerini çok severler. Elbette ki okuyucular da. İnsanın içini gıdıklayan bir yanı vardır “ruhsal” durumlarımızla ilgili haberlerin. Mutlaka ilgi çeker. Bir bakarsınız mesela isyankârlığın geni bulunuvermiştir. Pek“saygın” bilim dergilerinden klişe haber portallarına kadar hızla yayılır, bu tarz kolay okunur çıkarımlar. Araştırmanın sonucu öyleymiş, değilmiş; sözkonusu sonuç başka araştırmalarla desteklenmiş, desteklenmemiş… Bunlar gündeme bile gelmez.
Ya da hemen her yıl yeniden manşetlere taşınan antidepresan ilaçlarla ilgili haberlere ne demeli? “İşe yaramıyormuş, şebeke suyunda bile çıkmış, bağımlılık yapıyormuş, mutluluk hapıymış.” gibi, gibi, gibi. Yayın organları çoğu zaman içerik değiştirmeye dahi gerek duymuyor.
Daha dün, bir başka kopyala-yapıştır yazı daha çıktı “özgürlükçü” haber sitelerinden birisinde: Neden psikiyatri faydadan çok zarar veriyor, diye. Eyvallah! “Ruh halimiz” her dönem gizemli, popüler konu. Nasıl olsa ilgi çeker! Nasıl olsa yarım yamalak çeviri bilgiler, haberler kopyalanır, yapıştırılır ve temaşa olur. Ve yazılanlar birer sabun köpüğü gibi uçuşur, etkiler ve sonra da kaybolur, gider. Ta ki birkaç ay sonra yeniden gündem olmak isteyinceye kadar. İlgi çekiyor ya; ver coşkuyu!
Basının sevdiği ve hatta bulduğu zaman üstüne atladığı bir diğer haber konusu da psikiyatrik sorunlar ile ekonomi arasındaki ilişki. Çeşitli biçimleri var bu haberlerin. Yelpazesi “para mutluluk getirmiyormuş" ile “fakirlik depresyona sokuyor” arasında gidip geliyor. Ecnebi sitelerde haber çıktıkça çeviriyorlar. “Paris Hilton bile depresyona girdikten sonra...” diye.
İyi ama hepimiz toplumsal refahın saadet getireceğini düşünmez miyiz? Ya da tam tersini, toplumsal refah düzeyi düştükçe mutsuzluğun arttığını bilmez miyiz?
Çok da yanlış değil aslında. Çünkü dünyanın düzeni de öyle: para nerede çoksa, oralarda savaşlar daha az, toplumsal çalkantılar daha seyrek, insan ömrü daha uzun. Demek ki çok da yanlış değil, yoksulluk ile depresyon arasındaki ilişki. Ama yine de bir terslik var. Çünkü bilimsel veriler de bu konuda karışık, bir sürü farklı şey söylüyor.
Depresyon denilen bazı yakınmaları (mutsuzluk, isteksizlik, keyif almama, ilgi ve istekte azalma, olumsuz düşünce uğraşları gibi) tek bir “hastalık” olarak ele aldığımızı varsayalım. Verem, kanser, kalp krizi gibi tek bir hastalık olduğunu düşünelim depresyonun. Sonra da bu birbirinden farklı hastalıkların kişilerin hayatlarını ne kadar etkilediğini ölçtüğümüzü farz edelim. Bu farklı hastalıklardan muzdarip olanların bir yılda kaç günlerini belirtilerle uğraşarak geçirdiklerini, bir yılda kaç günlerini hastalıkların belirtileri nedeniyle düşkün geçirdiklerini ölçtüğümüzü varsayalım.
Ve sonra hastalıkları düşkünlüğe, yeti yitimine sebep olma derecelerine göre sıralayalım. Bu sıralamanın yanına da ülke gruplarını koyalım: Batı Avrupa gibi, Kuzey Amerika gibi, Orta Afrika ya da Orta Doğu gibi. Son olarak da farklı hastalıkların bu farklı coğrafyalarda gündelik hayatı etkileme açısından nasıl bir sıralama gösterdiklerine bakalım.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), işte bu tür araştırmaları sık sık yapıyor. 2010 araştırmasının sonuçlarına göre depresyon Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da üst sıralarda, yani düşkünlüğe, yeti yitimine sebep olan hastalıklar arasında ikinci sırada yer alırken Orta Afrika, Orta Doğu ya da Uzak Doğu gibi coğrafyalarda ilk ona bile girememekte [1].
Gerçi DSÖ 2030 itibariyle dünyanın her köşesinde depresyonun yeti yitimine yol açan en önemli sağlık sorunu olacağını öngörüyor ama şimdilik durum bu şekilde. Depresyon bir nevi gelişmişlik göstergesi [2].
“Zenginlik sadet getirmiyor” haberlerini yapanlar işte bu tür araştırmaların sonuçlarına bakıyorlar. Sıralamaları görünce en zengin ülkelerde yaşayanların sahip oldukları ekonomik refahın pek de saadet getirmediğini saptıyorlar.
Elbette ki bu sonuçların bilimsel bir inceliği de var: O kadar açlık, kıtlık, savaş, göç, işsizlik, topraksızlık çeken coğrafyaların insanları dertlenmiyor da neden “bolluk içinde yaşayan” ülkelerin insanları depresyondan depresyona savruluyor? Araştırmalar haliyle bunun üzerine de kafa yoruyor.
Kabaca iki açıklaması var: Birincisi “gelişmiş ülkelerde” genel bir hoşnutsuzluk var ve bu hoşnutsuzluk “depresyon” adı verilen bir çuvalın içine tıkılıyor (öylesi bir sendrom, tıbbi durum olmamasına rağmen). Ya da gelişmişlik, yani daha doğrusu kapitalist gelişmişlik, toplumdan bir şeyleri alıp götürerek bireyleri çeşitli risklerle karşı karşıya bırakıyor.
Tabii ki daha incelikli başka açıklamalar da var: “az gelişmiş/yoksul” ülkelerin insanları daha “ciddi” sonuçları olan sağlık sorunlarıyla baş etmek zorunda oldukları için sıra depresyona gelmiyor.
Olabilir! Ama bu açıklama, en basit insani kuralı sanki göz ardı ediyor: Sağlık sorunları kişinin kendisini keyifsiz, mutsuz hissetmesini, hayattan keyif almamasını azaltmaz, tam tersine pekiştirir.
Bir de şu söylenebilir: “az gelişmiş” coğrafyalarda depresyon bedensel yakınmalar (örneğin baş ağrısı, mide krampları, bitkinlik, dermansızlık gibi) olarak yaşandığı için araştırmalarda depresyon yüksek çıkmıyor. Olabilir mi? Bu da olabilir.
Yani tüm bu nedenler ve başka nedenler geçerli olabilir. Ama şunu daha iyi biliyoruz (ya da bilmezlikten geliyoruz): Eşitsizlik arttıkça depresyon da artıyor. Yani bir toplum sosyoekonomik anlamda ne kadar eşitsizse (gelir dağılımı, eğitim olanakları, barınma biçimleri, tatil yapabilme gibi) depresyon dediğimiz hâl de o kadar yaygın oluyor [3].
Peki! Madem sorun gelişmişlikte değil de eşitsizlikte, o zaman kapitalist gelişim kalsın ama eşitsizlik sosyal politikalarla azalsın; çözüm olur mu?
Olur, olmasına ama bu tür araştırmaların gözden kaçırdığı ya da örttüğü sorun tam da burada. Sorun, kapitalizmde adaletin, hakkaniyetin az olmasında değil; sorun kapitalizmin bütününde.
Örneğin gökdelensiz bir kapitalizm mümkün değil; alışveriş merkezinin olmadığı bir kapitalizm mümkün değil. Lüks tüketimin kollanmadığı bir kapitalizm mümkün değil. Eşitsizliğin olmadığı bir kapitalizm mümkün değil. Yeni Türkiye’de hiç mümkün değil! Artık başka bir yerdeyiz. Toplum olarak, insanlık olarak.
Evet, ruhumuzu çaldılar ve yerine ilaçları verdiler. Ama burada sorun ilaçlar, psikiyatri, kalpsiz hekimler değil. Tüm toplumu çaprazlamasına boydan boya kat eden, her bir hücresine sinen bir risk var artık. Yeni Türkiye’nin dur, durak bilmeyen hızıyla yol alan toplumunda bu risk herkesi etkiliyor. Hepimizi.
Evet, bu riskin ürettiği psikoloji eşit bir dağılım göstermiyor. Risk temel olarak eğik düzlemin dibinde birikiyor. Psikiyatrik sorunlar, daha ana rahmine düştükleri andan itibaren belirsizliği, güvencesizliği ve geleceksizliği yaşamaya başlayan ve hayatın her döneminde kapitalist toplumun farklı risklerini yeniden ve yeniden göğüsleyen toplumsal kesimlerin içinde yükseliyor.
Risk altında olanlar, o geniş toplumsal safrayı oluşturan vasıflılar, vasıfsızlar, yerinden yurdundan edilenler, kadınlar, çocuklar, yaşlılar; dünyanın bilmem kaçıncı ekonomisinin büyüttüğü eşitsizliğin gayya çukurunda debelenenler.
Ama risk orada kalıyor sanırsak yanılırız. Risk dediğim yarım yamalak psikiyatri merakına kadar uzanıyor işte. Sanıyoruz ki sihirli bir değnek var. Bir yerlerde, birilerinde.
Ama kimse bize gül bahçesi vadetmedi! Kendimize vadettiklerimiz dışında.
Sahi, onlara ne oldu?
*
[1] Ferrari AJ ve ark. (2013) Burden of Depressive Disorders by Country, Sex, Age, and Year: Findings from the Global Burden of Disease Study 2010. PLoS Med, 10(11):e1001547.
[2] Kessler RS ve Bromet EJ (2013) The epidemiology of depression across cultures. Annu Rev Public Health, 34: 119–138.
[3] Binbay T (2010) Eşitsizlik kaderdir deyip geçme, tanı! soL Portal, 22.05.2010
soL Portal, 27.08.2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder