29 Eylül 2017 Cuma

Mavi Balina ya da "oynamak" gençliğe dahil değil mi?


Yakın zamanda basında ve sosyal medyada sık sık yer alan internet oyunları ve ölümlerin yarattığı kafa karışıklığı ve telaş için ne söylenebilir?

Öncelikle yaşanan panik duygusunu ve işin sansasyonel tarafını biraz askıya alacak olursak, nedir bu oyun, internet ve sosyal medya düşkünlüğü, işte buna yakından bakalım. Bakalım çünkü egemen basın ve haber alma kaynakları bu konuyu hayattan, gençlikten ve bağlamından kopararak ele alıyor. Geriye ise tıpkı “trafik canavarı” gibi canavarlar kalıyor. Mesela şunu atlarsak meseleyi anlamakta da zorluk çekeriz: Oyun oynamak yaşamanın doğasında vardır ve her dönenim oyunları farklıdır. Çocuklukta oyunlar farklıdır, gençlikte. Ama oyunsuz bir gençlik olmaz. Çünkü oyun hayatın bir provası gibidir. Denersiniz, tadına bakarsınız, sınırlarınızı zorlarsınız, keşfedersiniz. Bunların hepsi temel olarak gençlikte olur. Yeniliğe, maceralı ve dinamik olana açık olmayan bir gençlik düşünülebilir mi? Ölü, cansız bir gençlik? Bu nedenle birçok davranış oyun penceresinden anlaşılmalıdır. Biz de öyle yapalım internet oyunları ve yaşananlar konusunda.

Birincisi bu konu için karşımızda bir yelpaze var, bunu bilelim. Yani farklı özellikler taşıyan bir davranış repertuarı bu, farklı boyutları olan bir düşkünlük. Herkes müptelası olmuyor ama çok keyif veriyor, çok cezbediyor. İkincisi, ergen yaş grubunu, özellikle de erkek ergenleri daha çok etkiliyor bu oyunlar. Yani erkek ergen dünyasıyla ilgili bir özellik var karşımızda. Ve birçok insan da o dönemi kendisinden hatırlayabilir. Üçüncüsü tüm bu davranış yelpazesi zaman içinde dalgalanmalar gösterir, sabit değildir. Kimisi oyunları birkaç kez dener, kimisi birkaç hafta başından kalkmaz ve sonra bir daha hiç ilgilenmez. Kimisi ise oyunun başına oturur ve bağımlı hale gelir. Evet, alkol gibi, esrar kullanımı gibi bağımlı hale gelir. Dördüncüsü hiç kimse bir günde bağımlılık geliştirmez; herkesin bir süreci vardır. Ve bu süreç, sonucu (bağımlılık, çeşitli davranış ve ilişki sorunları gibi) değiştirebilecek önleyici müdahalelerin yapılabileceği en önemli dönemdir.

Phantom of Aleppoville


Second is always difficult. Not only in music, but also in life. However Benjamin Clementine, once discovered as a homeless busker, has overcome this difficult job: Streaming his second album, with a story of our days. The Mercury-winner has swerved the mainstream and made an avant garde concept album about Aleppo, the refugee crisis and two flies in love. In an interview just before the release, he stated that “I wrote this album as a play. It was a tale of two flies traveling, and they discovered so many things. They discovered new animals that they’d never seen before, and then one left the other. So I, as a third person, the narrator, am telling the story of two flies. That’s how I came up with the album title. And of course the theme is about aliens — flies being aliens — and of course…

Anyone expecting an album of unchallenging fodder is in for a shock. Like the voyage faced by its desperate, stateless subjects, I Tell A Fly is no easy ride. But for anyone seeking deepness, Clementine whispers with his poems, heart, and soul. It was triggered, he explains, when the phrase “an alien of extraordinary abilities” was used during the process of securing his American visa. But what’s particularly impressive is that it’s not a theme addressed simply in the lyrics, but evoked by a constantly shifting, discomfiting musical backdrop, in which polite piano and harpsichord motifs are disrupted by jarring bursts of throbbing, whining synthesiser and layers of Clementine’s own bizarrely operatic background vocal keening and muttering.

Opening track Farewell Sonata begins with a doomy, echo-drenched a capella chorus that shifts from speaker to speaker, is replaced by a piano instrumental influenced by late 19th-century impressionist music, which in turn gives way to discordant synthesiser, a burst of fragmented rock decorated with highly mannered vocals, glitching noise, then more Ravel-esque piano to fade.

At times, it’s like being caught in a crowd, swept along in a direction you didn’t anticipate. In “By The Ports Of Europe”, the result is a kind of berserk Brel chanson bruised with classical pretensions; elsewhere, the songs swing manically between lovely, Debussyan rippling piano, bustling jazz drums and bass, and grating discords flung into straitlaced musical forms – including, in the refugee song “God Save The Jungle”, a perversion of the UK national anthem. Indeed, the music’s evocation of the wanderer’s struggles effectively frees Clementine from simple narrative statement and opinion, enabling him to explore more oblique lyrical strategies, from the impermeable references to acquaintances like “one Turkish boy from Camberwell” and the “Paris friend [who] had a little pen”, to the evocative assertion in “Better Sorry Than A Safe” that “behind each lion awaits a lazy dragonfly”.

Benjamin Clementine | I Tell A Fly | Virgin EMI | 2017 | ****

24 Eylül 2017 Pazar

Soul of America


Tabii ki bu aralar akla bambaşka şeyler geliyor, Amerika'nın ruhu söz konusu olunca. Ama ne diyordu şarkıda: "Neden, neden bu kadar zor, bu ülkede ayakta durabilmek?"[1] Biz oradan gidelim.

Hakikaten, neden bu kadar zordur ki hayat? Bazılarına güler ya da en azından acıtmaz. Ama çoğunluğa hep bedbahttır günler. Ve çoğunluk da kader der, geçer. Basireti bağlanmış denir kimisinin arkasından. Geriye bir kusur, özür kalmasın diye sanki. Kimse sevmez zaten geride bir hesap kalmasını. İşte kader tüm hesabın yuvarlanıp sıfırlanması gibidir çoğunluk için.

Kafam hiç basmamıştır kader işine. Bana soracak olursanız öyle kolayca kapanmaz hesap. Çünkü herkesin yaşayabileceği bilmem kaç kader vardır.

Ve nereden baktığınıza göre değişiverir kader. Tıpkı Salinger'ın dediği gibi: "Eğer bütün sağlam vuruşların yapıldığı taraftaysan, doğru, yaşam bir oyundur. Bunu kabul ediyorum. Ama eğer öbür taraftaysan, yani hiçbir sağlam vuruşun olmadığı taraftaysan, oyundan ne haber, ha? Hiçbir şey? Oyun yoktur."[2] Evet, kader dediğiniz nereden baktığınıza göre değişir.

Ve O’nun kaderi çok az gülmüş yüzüne. Yazının başındaki şarkının sahibine hayat hep sert yüzünü göstermiş. Ama hep. Zaten onun için yazmış şarkısını: "Bir ülke, bir toprak. Çok güzel olduğu söylenen. Aşkla, sevgiyle inşa edildiği söylenen. Ama söylesenize neden, neden bu kadar zor, Amerika'da yaşamak?"

18 Eylül 2017 Pazartesi

The Away Days: Dreamed at Dawn


The Istanbul-based band The Away Days released their debut album Dreamed At Dawn earlier this year. However I distanced my ears from their sound due to silly happiness surrounding any attempt from Turkish music scene when a band or a musician receives some attention from “the West.” A kind of Euro-centrism, a kind of orientalist gaze, and of course a kind of histeria of the West which is epidemic not only in Turkey but also in whole East. So although I continued to follow their post and events, I refused to listen to their debut album. But I was wrong.

They absolutely had caught a nice tune surrounding almost entire album and each song. With touchy guitar tones, the music of Dreamed at Dawn takes you away from reality for a brief moment and allowing the mind to wander – filling it with color and possibility. But not so far and beyond: As the title of the album reflects the album is “like a zipped recap of all our lives so far in Istanbul. You can find all the happiness and sorrow in it." the slower tracks such as "White Whale", "Making Ends Meet", "Dream of How", "Now You Don't Know" and especially "Monks" capture the habitat of recent Turkey, Istanbul with political unrest and blur atmosphere with some real intent. Almost each track has a unique sound (while vocals are just a bit repetitive, but anyhow, not an obstacle to enter the atmosphere of the track). My favorite is the last track: Layers which I would like to edit into a beat waving the arabesque sound of our away days, here in Turkey.

The Away Days | Dreamed at Dawn | Pasaj Müzik 2017 | ***

17 Eylül 2017 Pazar

Cücük


- Sevgili izleyicilerimiz ana haber bültenimize hoş geldiniz. Sizler gibi, haber merkezi ekibi olarak bizler de çok heyecanlıyız. Heyecanlıyız, çünkü gün boyu sizlerin de yakından takip ettiği gibi insan genomunun tamamını taşıyan ilk soğan üretildi. Belki de dünyaya geldi demeliyiz; soğan kız, soğan oğlan demeliyiz. Çünkü şu an önümde, haber masamızda duran bu soğanlar ya 46 XX ya da 46 XY kromozomu taşıyor. İnanın onlara bakarken hem duygulanıyorum, hem de bir tuhaf hissediyorum kendimi. Yani bir yanıyla, evet parmağımla dokunduğum bu yüzey, bu kabuk bildiğimiz soğan. Ama öbür taraftan içinde, her zerresinde bir insan olması da ürpertici.

Evet, işte stüdyo konuğumuz, hem hepimizi derinden şaşırtan hem de tedirgin eden bu müthiş gelişmenin baş kahramanı: Ulusal Yaşam Yaratım Enstitüsü Müdürü sayın Prof. Dr. Yalım Türkbükü. Hoş geldiniz efendim.

- Hoş bulduk.

- İnanın çok heyecanlıyım. Eminim ki siz ve ekibiniz de çok heyecanlıdır. Ve tabii ki gururludur. Tüm dünyayı şaşırtan bu başarı nasıl ortaya çıktı?

- Efendim, öncelikle çok teşekkür ederim. Hem davet ettiğiniz için hem de övgüleriniz için; şahsım, ekibim ve enstitüm adına teşekkür ederim. Evet, bizler de çok mutluyuz ve gururluyuz. Ayrıca çok da heyecanlıyız. Tabii ki bu heyecanı uzun zamandır içimizde taşıyoruz. Çünkü nereden bakarsak yarım yüzyıllık bir çalışmanın ilk meyvesini -belki de sebzesini demeliyim, değil mi...

- Evet, evet.

- İşte, ilk sebzesini almış olduk. İnandık ve başardık.

- Sayın hocam. Nasıl bir başarı bu? Çünkü tüm dünyanın dikkati bir anda ülkemize, enstitünüze ve sizlere çevrildi? Nedir hikmeti?

14 Eylül 2017 Perşembe

George Cosby: Haunting and soulful


A strikingly-voiced, talented and poetic songwriter from London, George Cosby has unique, haunting and soulful sound. Resembling, to some extent, Jeff Buckley. Able to create a fragile poetic atmosphere in his each song. Particularly when playing solo. A guitar player, devoted to music who is not to do what everyone else in the music industry is doing. Writing his own poems and searching for his own tunes. He says “I was just trying to write something that I felt to me was real and honest in some way.” Honesty brought a sudden rise to popularity for the dulcet-toned performer. Prone to shine and chasing the dream he ain't found yet. Appeared with his debut EP Human Touch in 2015, George Cosby will help you to feel more with his powerful music and lyrics along with catchy voice. Waiting to hear his melodramic voice again and again...


10 Eylül 2017 Pazar

En sest


İstismar, taciz ve ihmal, her psikiyatristin çalışma alanıdır, ister istemez. Çünkü biliriz ki erken yaralar bir türlü iyileşmez; kabuğu, izi, yeri de büyür, büyüyen insanla birlikte.

Zor konudur, ensest; kişi için anlatması, dinleyen için duyması zordur. O ne diyeceğini bilemez, siz neyi, nasıl dinleyeceğinizi. Ve ne diyeceğinizi! Zaten çoğunlukla ancak aylar, yıllar sonra anlatılabilir yaşananlar. Bir psikiyatrist olarak aylar boyunca görüşmelerinizi devam ettirirsiniz ve odanın içinde anlatılamayan bir tacizin, istismarın ve genellikle de ensestin gölgesi dolaşır durur. Bilirsiniz, hissedersiniz. Ama beklersiniz. Çünkü…

Çünkü karşınızdaki kişinin temel güven duygusu sarsılmıştır. Hem de daha en baştan. Temel güven duygusu sarsılanın da bir başkasına, doktora, dünyaya güvenmesi çok ama çok zaman alır. Bunu iyi bilirsiniz ve gölgenin en sonunda, görüşmelerden birisinde gelip aranıza, görüşmenin tam ortasına oturmasını beklersiniz.

Çünkü temel güven, insanın insan olma serüvenin çok önemli bir dönüm noktasıdır. Ya da temel güven duygunuz sarsıldıysa bir kere, olabileceğiniz insan olmanız çok zaman alır. Olabilirseniz.

Temel güven duygusunda açılan gedikler daha çocukluktan başlayarak kişinin neredeyse tüm hayatı boyunca zihninin büzülmesine, bilinçdışı olarak oraya, o ana ya da o anlara yoğunlaşmasına neden olur. Neredeyse kişinin zihni oraya dikilmiş gibidir. Büyüdükçe, zihni de oraya, o dikişin üstüne katlanır.

Çünkü insanın insan olma serüveninin en önemli çatışmalarından birisidir ensest yasağı. Bir tek anne, baba değil; erken çocukluk ilişkilerinin tamamı geniş aile içinde yaşanır; anne, baba, kardeş ve diğer yakınlar yol gösterici ve sınır bekçileri gibidir. İçinde koşuşturup durduğunuz çavdar tarlasının hemen bitimindeki uçurumun kenarından sizi almalarını, hem de sorgusuz sualsiz tutmalarını beklediklerinizdir onlar. Ve onların, insanı insan yapan zihinsel bir çekirdeğin, insan olma çekirdeğinin oluşumu üzerine karmaşık, çok yönlü etkileri vardır.

Çocukluk önemli. Birçok nedenden önemli ama her şeyden önce bu nedenle önemli: Hasarlanmış bir çekirdek yerleştirir içinize cinsel sınırlarınızın deşilmesi.

Anlayamayacak birçok insan için şöyle yazayım: Cinsel taciz ve istismar bir çocuğu, ister birinci, ister ikinci, ister üçüncü, isterseniz de amatör ligi bilin, ama işte o kocaman insanlarla futbol maçına çıkarmak gibidir. Voleybolda sağ beke koymak ve devasa büyüklerle basket oynatıp “haydi koçum” demek gibidir: Ezilir geçer çocuk. Mutlaka yaralanır. Korumasız bırakılmakla kalmamış, bir de bedensel, zihinsel her tür sınırı delik deşik edilmiş olur.

7 Eylül 2017 Perşembe

Oedema + Pous


Bilmiyordum, yeni öğrendim...

Oedema (ödem, şişlik) + pous (ayak) = Oedipus (Oidipus) 

Meğerse psikanalizin en temel kavramlarından birisi az çok tahmin edilebilir bir anlama geliyormuş. Ve mitinin ana kaynağı olan Sofokles'in Kral Oidipus tragedyasındaki küçük bir ayrıntıya dayanıyormuş. Freud da insanın insan olma serüvenini bu antik ayrıntı üzerine kurmuş.

Hikâyeye göre "Tebai şehrinin kralı Laius'un çocuğu olmaz ve derdini bir kâhine danışır. Kâhin ise "bir oğlun olacak, ama bu çocuk ileride seni öldürecek; o da yetmeyecek sonra da kraliçe yani annesi ile evlenecek" der. Laius kâhini dinler ve çocuk isteğinde ısrarlı olmaz.

Ama kehanet gerçekleşir: Bir süre sonra kraliçe, Iokasta, hamile kalır ve bir erkek çocuk dünyaya getirir. Kral Laius herkesin mutluluğu için çocuğun öldürülmesini emreder. Araya kraliçe lokasta girer ve görevlendirilen hizmetçiyi, bebeği öldürmemesi, uzak ve tenha bir yere bırakarak ölüme terk etmesi için razı eder. Hizmetçi de bebeği ayağından bir ağaca asarak ormanda terk eder. O sırada yoldan geçen ve başka bir şehrin kralının emrinde olan bir çoban, Phorbas, ise çocuğu bulur ve kurtarır. Ayak bileğindeki ipin etkisi ile ayağı şişip incinen bebeğe de 'ayağı şiş' anlamına gelen Oedipus adı konulur." - [Arda Kıpçak’ın Libido, Ağustos-Eylül sayısında yer alan “Oedipus kompleksi nedir, nasıl bulunur?” yazısından esinlenerek]

5 Eylül 2017 Salı

Bazı karşılaşmalar


Sanat (hem de güncel sanat) üzerine bir kitap okuyorsunuz ve sonra kitabın bir yerinde, tam da bir süredir pskiyatriye, insan zihnine dair aklınızda evirip çevirip durduğunuz ama bir türlü netleştiremediğiniz bir değerlendirmenin yazılı halini buluyorsunuz. Bir başka kitaptan alıntı olarak...

Şöyle diyor sanat kitabında  karşılaştığım alıntı: 
"Algının ve ona bağlı olan şeylerin mekanik nedenlerle, yani şekiller ve devinimler yoluyla açıklanamayacağı da teslim edilmelidir. Düşünce, duygu ve algı üretebilen yapıda bir makine varsayalım; bu makinenin, oranları muhafaza edilerek büyütüldüğünü, tıpkı bir değirmene girer gibi içine girilebilecek boyutlara ulaştığını tasarlayabiliriz. Hal böyleyken, makinenin içine girdiğimizde sadece birbirini itip çeken aksamla karşılaşırız, algıyı açıklayabilecek herhangi bir şeye rastlamayız."
Aynen böyle: Beyin sonuçta atomlardan, moleküllerden, parçalardan oluşuyor. Evet, karmaşık ve dinamik ama bir şekilde atomları bir araya getirip "beyin" ürettiğimizi, hatta atomlarının, moleküllerinin, mesela sinapsların arasında dolaşabildiğimizi farzedelim. Orada sadece veziküller, kimyasal parçalar buluruz; o beynin ne deneyimlediğini, neler hissettiğini değil.

Etkileyici ve şaşırtıcı!

Sonra metnin peşine düştüm, "kim yazmış ki?" diye. Alıntı Türkçe'ye de birçok kez çevrilmiş bir kitaptan. Gerçi kitabın özgün adı biraz zor anlaşılıyor ve sanırım çevirmesi, karşılığını bulması da zor: Monadoloji. Eh, kitabın adı ilginç olunca hem adının hem de kitabın hikayesinin peşine düşmüş oldum.

Monadoloji'nin anlamına ve hikayesine ulaşmak için ise yollar haliyle 1714'e çıkıyor, Almanya'ya ve matematiğe (eh, söz konusu olan felsefe olunca, çok da şaşırmamak gerekiyor). Dönemin en önemli düşünürü Gottfried Leibniz'in monadlar (parçalanamayan, parçası olmayan bütün - atomun karşıtı olarak da düşünülebilir ama eksik olur), metafizik üzerine yazdığı kısa metinlerden oluşan bir kitabı, Monadoloji. Kısa (yaklaşık 20 sayfa), öz ve ölümcül bir metin olarak görülmüş hep. Kendisi küçük ama etkisi büyük olmuş. Adı daha az geçmekle birlikte Leibniz, Descartes ve Spinoza ile birlikte anılan, ele alınan bir düşünür: 
"Descartes’ta ruh-beden olarak ikili töz anlayışı varken, Leibniz’de sonsuz sayıda monad, dolayısıyla sonsuz sayıda töz vardır, Spinoza’nın tözü ise tektir ve o da Doğa-Tanrı’dır. Bu üç türlü töz anlayışı, Aydınlanma ve Aydınlanma sonrası felsefeler için de belirleyicidir, Descartes dualizminin aşamadığı problemler, Spinoza’nın tekçi töz anlayışının ne kabul edilebilir, ne çürütülebilir oluşu, Leibniz’in monad teorisinin spesifik bir örnek olarak kalışı… Fakat tüm bu eleştirilere rağmen, bu üç töz anlayışı, günümüzde dahi etkisini korumaktadır."* 
Tamam, yazılanlar şimdilerden bakıldığında tabii ki neredeyse absürdlüğün sınırında dolaşıyor denebilir. Ama yazıldığı dönemde atomu falan geçtim, insan zihninin bedende belirli bir organla olan bağlantısı bile henüz ortalıklarda olmadığını hatırlatayım. Bu nedenle ayrı bir önem taşıyor. 

3 Eylül 2017 Pazar

Çekilin, burjuvazi et yiyecek!


Mademki gündem et, biz de yakından bakalım toplumun ocağında pişen bu mevzuya.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Açıkçası her şeyin bu kadar hızlıca değişebileceğini düşünmemiştim. On, on beş yıl öncesinden bahsediyorum. Evet, Türkiye’de uzun zamandır kırlar boşalıyordu ama Avrupa hedeflerinin pat diye tutturulabileceğini ve kırların apar topar terk edilebileceğini pek tahmin etmiyordum.

Ülkenin kentleri, kırları “çok da zorlanmadan” değişiverdi ve Türkiye'nin etle olan ilişkisi de değişti.

Tamam, et hiçbir zaman sıradan bir besin olmadı. Ama hem Türkiye kapitalizmi hem de dünya kapitalizmi eti beslenme akışkanlıklarımızda bambaşka bir yere getirdi. Şimdilerde başını Çin ve Hindistan çekse de küresel çapta kişi başı et tüketimi son elli yılda ikiye katlanmış durumda [1]. Türkiye de aynı değişim ikliminin bir parçası: Et tüketimi yıllardır sürekli artıyor. Kırlar boşalırken kentlerde et, kamyon lastiği reyonunun hemen yanındaki yerini gittikçe genişletiyor. Hem de kendi lügatiyle: antrikot, incik, döş, gerdan, kontrnuar, drymeat, vs.

Genişleyen bir tek market reyonları değil. Toplumun et ile kurduğu ilişki de değişti. Çok değil 20-30 yıl önce et, özel günlerin besiniydi. En özeli kebap yapılırdı; onun da yanında binbir çeşit garnitür olurdu.

Şimdi ise ete ulaşmak ve eti tüketmek kütlesel bir boyut kazandı: Ankara'da Balgat, Çukurambar, İzmir’de İnciraltı-Güzelbahçe sahil şeridi ve İstanbul’da başta Etiler olmak üzere bilumum semt kütlesel et tüketilen, fabrika bacası gibi bacaları olan mekânlarla dolu. Aynı anda onlarca masaya hizmet eden bu tür mekânlarda masanın hemen yanına bir mangal kuruluyor ve sonra da gelsin kilo ile et. Her bir masadaki baca da merkezi tek bir bacaya bağlanıyor, devasa bir motor ile. Alın size modern tüketim fabrikası…

Tabaklar da büyüdü: Amerikan porsiyonlarına döndü kebaplar, biftekler, burgerler. Artık restoran görünümlü bu devasa fabrikalarda servis edilen etler, bir oturuşta dört kişiyi besleyebilecek tabaklarda geliyor.

Aynı zamanda günlük toplam enerji ihtiyacına denk gelen 1500 kilokaloriyi elde etmek de ucuzladı. Bir "bolluk" geldi ama nereden ve nasıl geldiği çok da bilinmeden, sorulmadan. Hakikaten nereden geldi bu “kilo ile et”? Kırlar boşaldıysa kim yetiştiriyor bunları?