28 Ocak 2020 Salı

Depremler, salgınlar ve dükkânın önü...


Öncelikle depremi ve yıkımı yaşayanlara geçmiş olsun. Deprem anına dair görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla oldukça şiddetli bir depremdi yaşanan. Ve hatta yıkım daha fazla olabilirdi, sanırım görece kısa sürmesi hasarın büyüklüğünü önledi. Keza 99 depremi neredeyse bir dakika boyunca devam etmişti... Ama süre ve şiddet bir kenara, bölgede yaşayanlara, etkilenenlere tekrar geçmiş olsun. Kayıplar yaşayanlara ise sabırlar diliyorum.

Öte yandan bu depremde, kulak verildiğinde bilimin, hatta dikkatli bir gözlem ve bilgi süzgecinin sağladıklarını, sağlayabileceklerini görmek de (bir kez daha) sarsıcı oldu sanırım.

Mutlaka izlemişsinizdir, geçtiğimiz Ekim ayında Prof. Dr. Naci Görür’ün katıldığı bir televizyon programına dair görüntüler paylaşıldı depremden hemen sonra. Prof. Görür o programda yaptığı konuşmasında tarihsel bilgilere ve teorik bilgiye dayalı olarak neredeyse nokta atışıyla, “Sivrice gölü çevresi” diyerek Cuma akşamı yaşanan depremi haber veriyor. Haber vermekle de kalmıyor, bir an önce önlem alınması gerektiğini söylüyor.

Yazık ki bilmek sadece “para” ediyor günümüzde. Çoğu kişi oraya bakıyor. Hâlbuki bilmek kolektif bir eylem. Kimse bir bilgiyi tek başına ortaya çıkarmıyor. Koca bir birikimi ardına alıyor. Bu nedenle bilmek kamusaldır, kolektiftir; aynı zamanda, öngörmek, uyarmak, önlemek, müdahale etmek demektir. Bir süredir bunları unutmuş olsak da...

Prof. Görür’ün verdiği bilgilere bakarsak depremin şiddetinin beklenenden biraz daha düşük olduğunu, tarihte bu bölgede daha şiddetli depremler yaşandığını ve yaşanan depremin başka depremlerin habercisi olabileceğini de anlıyoruz. Zaten kendisi Ekim ayında dile getirdiği bu bilgileri depremden hemen sonra birçok kanaldan tekrarladı. Altını bir kez daha çizerek.

Bilim, böyle bir şey: Tarihsel bilgiyi sentezlemek, yorumlamak ve öngörmek. Son haftalarda çok yara almıştı bu “bilimsi” bakış. Hani neredeyse liberal ve muhafazakar bir dalgayla hırpalanmıştı. Gereksiz yere. Somut bir acıya ihtiyaç vardı etrafına çöken kirliliğin dağılması için. Çin’de yaşanan koronovirüs salgını, Elazığ’daki deprem hemen dağıtıverdi bu çürük yapıyı.

İlginçtir ki kimse salgınlar ve deprem yaraları için sarı kantaron vs. önermiyor. Önermeye cesaret edemiyor. Somut bir iki olay bu orta sınıf kökenli idealist hedehödöyü dağıtıverdi. Ya da en azından şimdilik seslerini kısmak zorunda bıraktı. Ne denir? "Güzel!"

19 Ocak 2020 Pazar

Sarı kantaronun tadı...


Ülke, dünya, toplum, etrafımız. Her şey sarı kantaron tadında. Bu ara...

Nedir sarı kantaron?

Bir bitki. Kılıç otu olarak da biliniyormuş, KoyunKıran olarak da. Latince adı Hypericum Perforatum. Yani “ısıtıp delen”. Türkçe tam karşılığı böyle oluyormuş. Aynı zamanda, Anglo-Sakson dünyasındaki popüler “Aziz John Mayası (St. John Wort)” isimli şurubun içindeki bitki. Bu maya ise bir tür kocakarı ilacı. Endüstriyel ilaçların olmadığı zamandan kalma. O dönemden bir çok karışım tarihin çöplüğüne karışırken o kalmış. Hâlâ her yerde bulunabiliyor.

Depresyon ve anksiyete bozukluklarında işe yaradığı biliniyor. Ama, öyle “süper” işe yarar bir şey değil. İşe yarıyor işte. Üçüncü, dördüncü sıra bir seçecek olarak. Mesela etkisi her gün düzenli olarak yapılan 30 dakikalık egzersiz kadar değil. Depresyonda ve anksiyete bozukluğunda düzenli egzersiz çok daha etkili. Ama Aziz’in mesirinin seveni ve efsanesi çok, o ayrı. Bir tür mesir macunu işte.

Peki, bu ara neden gündeme geldi?

Adedidir bu otun. Böyle beş-on yılda bir hatırlatır kendini. Sapından bir tutanı olur, yolar da yolar. Yolduktan sonra da binbir vaatle saçar ortalığa.

En son, geçtiğimiz hafta içinde yine birisi, adının yanına apolet gibi MD/PhD-C/MsC yazmayı seven (ve tabii ki tüm bu apoletlerin bir karşılığı olduğunu da gayet iyi bilen) “pop birisi” ortalığa saçtı Aziz John’un otunu. “Depresyonda ilacı milacı boşverin, sarı kantaron çayı için” diyerek.