5 Ekim 2019 Cumartesi

Poulantzas olsa ne derdi acaba?

Daha önce bir başka yazıda bahsetmiştim, Nicos Poulantzas'ın ayrı bir yeri vardır bende. Yazıp çizdikleriyle değil de kişisel tarihimdeki yeriyle ilgilidir. Benim için bir kaybın, bir yarım kalmışlığın, tamamlanmamamışlığın simgesidir Poulantzas. Neredeyse on beş on altı yıl öncesinden.

Hayatıma, bir kesinti gelivermişti o zaman. Bir kavşakta kaybolmak gibi bir dönemdi. Ve o kesintiye eşlik eden kitap da Poulantzas'ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar'ıydı. Kötü ve eksik çevirisi karşısında İngilizce çevirisini arayarak (ama o yıllarda bulmayarak), bir yandan da altını çize çize okumaya çalışmıştım kitabı. Sonra bir çok şey yarım kaldı, tabii ki kitap da.

Bugün, Poulantzas'ın ölümünün 40. yılı. 3 Ekim 1979. Yıllar geçivermiş. Yazdıkları benimle yaşıt. Zamanında çok tartışılmış, ciddiye alınmış. Şimdi ise tam da kapitalist devlet tüm haşmetiyle ortada iken az hatırlanıyor. Bir tek Poulantzas değili tüm o tartışmalar. Utangaç bir amnezi bu.

Poulantzas bir biçimde gündemimden çıkmadı. Bir milat olarak hep kaldı aklımda. Sanki “devlet, siyasi iktidar ve sınıflar” arasındaki karmaşık ilişkiye dair anahtar noktaları tüm berraklığıyla onun kitabında bulacaktım da işte bir şekilde geçmişin içine gömülüp kalmıştı o “parlak fırsat”. Ergenekon’dan ve Gezi’ye kadar geçen süreçte ise ara ara hep sordum “Poulantzas olsa ne derdi acaba olan bitene?” diye.


Türkiye o beş yılda Poulantzas’a tüm kitaplarını yaktıracak bir açıklıkta ve netlikte bir süreçten geçti. Kapitalist devlet yeniden yapılandırılırken siyasi iktidar da çok açık bir sınıf aklı ile davranıyordu. Ama o sınıf aklı “demokratikleşme, akil adamlar, barış süreci, açılım” ile görünmez hale getirilmişti. Hem de çok güçlü biçimde. Poulantzas yaşasaydı ve Türkiyeli olsaydı hem eski yazdıkları yaşananları açıklamak için hiç bir halta yaramazdı hem de kesin “yetmez ama evetçi” olurdu. Hatta daha da temelde “sonuna kadar gidilsinci” olurdu. Ve Yunanistan’da yaşasaydı da onca yaşıyla koştura koştura gelir ve Çipras’ı büyük başarıları için ayakta alkışlardı. Yapısal olarak kapitalist olan devleti toplumla kuşatmak, fethetmek için..

Ne yazık ki!

Belki de bu trajediyi gördü Poulantzas. Yani kendisinin ve neredeyse o dönemki tüm “yeni sol”un kapitalizm ve burjuva sınıfı karşısındaki kifayetsizliğini. Arkadaşı Michael Löwy, o gece, o pencereden kendisini boşluğa bırakmasının siyasal değil bireysel bir mesele olduğunu söylüyor. Yakın dostu Constantin Tsoukalas ise son sözlerinin “yazdıklarım, söylediklerim hiç bir işe yaramaz” dediğini. Açıkcası haddimi aşmak istemem ama Poulantzas gibi birisi için o noktadan sonra artık siyasal çoktan bireysele, bireysel olan da çoktan siyasal ve teorik olana dönüşmüş olsa gerek diye düşünüyorum. Fransız Marksist düşünürlerin az çok aynı dönemde intiharı/kendilerine nokta koymaları tesadüf olamaz sanırım.

Siyasetsiz bir teori. Daha doğrusu kopuşu imkansız gören, sürekliliğin içinde bir çıkış arayan ve tam da bu nedenle kendini siyasetsizliğe mahkum eden bir teori. Vaat edilenin büyük, sonucun ise vasat olduğu bir teori. Bir tarz, duruş. Hep salonları, beyefendileri ve onların ne düşüneceğini, ne diyeceğini, kıymet verip vermeyeceklerini düşünen bir duruş.

Poulantzas o pencere önüne dikilmesinden bir yıl kadar önce bir başka Yunan “teorisyen” olan Castoriadis ile atışır. Castoriadis’i “emperyalizme hizmet etmek” ile suçlar. Çünkü “muhalif ve post-Marksist” düşünür Castoriadis kendisini düşünmüş ve OECD’ye danışman olmuştur. Poulantzas buna, her şeyin yanı sıra buna da çok öfkelidir. Ama acaba orada, o mevkide, o konumda gördüğü başka şeyler de var mıydı ki? Değer verilmeyi, el üstünde tutulmayı mesela!

Ağır oldu belki ama o kuşağın ve şimdiki kuşağın Avrupalı “Marksist” düşünürlerinin temel derdi bu değil mi: sofrada, masada, salonda bir yerleri olduğunu düşlemek, ummak. Kopamamak. Poulantzas'ın son sözleri, yani “yazdıklarım, söylediklerim hiç bir işe yaramaz” buna işaret etmiyor mu? Belki, belki...

Ama yine de acı bir kayıp. Nicos Poulantzas, trajik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder