“İçinde bir tutam delilik olmayan hayat, eksik bir hayattır.” demiş Paulo Coelho. Çok bilmem, okumam kendisini ama tam yola çıkarken denk geldi bu sözü. Bir başlangıç notu gibi. Ben de aldım yanıma ve düştüm Dersim yollarına.
Şimdi Dersim’deyim. Bilim ve Aydınlanma Akademisi, Tunceli Belediyesi’yle birlikte bir süredir çeşitli etkinlikler düzenliyor burada. Biz de iki psikiyatrist, BAA’nın Nisan ayında yayınladığı “Türkiye’de Uyuşturucu Sorunu” raporunu tartışmak için geldik bu kadim topraklara. Kendi adıma sisler içindeki doğasını, güneşin altında parıldayan Munzur’u ve sıcacık insanlarını çok sevdiğimi söylemeliyim.
Dersim denince herkesin aklına başka birçok şey gelebilir ama buraya gelirken benim aklıma üç Dersimli geliyordu: İki kardeş ve bir seyit.
Kardeşleri siz de biliyorsunuzdur, Metin ve Kemal Kahraman. Birden çok albümlerini severim ama 1995’te yayınladıkları “Renklerde Yaşamak” albümlerinin ayrı bir yeri vardır bende. Tüm albüm, o 11 şarkı, uzun yıllar günlerime ve o yıllarda günlerini solda yaşayan herkese eşlik etmiştir. Gazi, Susurluk, 96 1 Mayıs’ı, Habitat, Fidel ve SİP…
90’ların ortasında ülke, dünya değişirken sol da değişiyordu. Bu albüm benim için tüm bu değişimin arka fonu gibidir; ülkeye ve sosyalizm sonrası dünyaya tutunma şarkılarıdır. Öfkelendirir, kahırlandırır ama bir yandan da mücadele etme isteği verir. Kürt hareketinin içinden de düzene öyle kolay teslim olmayacak bir damarın akıp gideceğinin hatırlatıcısı gibidir. Şarkılarını, mesela Düzgın Bava’yı dinlerken hâlâ tüylerim diken diken olur. Albüm, öncesinde yayınlanan “Deniz Koydum Adını” ile 90’ların ortasında farklı bir sesti.
Ama Dersim’e daha önce hiç gelmemiştim. Şarkılarını, tarihini ve delilerini bilsem de, duymuş olsam da, dinlemiş olsam da. Etkinlik deli divanelerine, özellikle de birine uğramamı da sağladı.
Delileri dedim. Sanırım çok az şehir, coğrafya vardır ki delileri ile yaşayabilmiştir. Yoksa bilirsiniz, delilik utanılacak, tecrit edilecek, kapalı kapılar ardında tutulacak bir şeydir. Her toplum psikotik bireylerinden utanır, çekinir ve görmek istemez. Bildiğim kadarıyla Dersim bu konuda da farklı bir geçmişe sahip. Ve şehrin tam merkezinde, çarşıda bir divane delinin heykeli var: Sey Uşên’in.
Şewuşen de deniyor. Adı Hüseyin Tatar’mış. 1930 doğumluymuş ve Mazgirt’in Beydamı köyündenmiş. Hastalığı ise askerlik dönüşü başlamış. 20’li yaşlarının başında. Yakınlarının anlattığına göre aile için bir kavga sonrası. Ve köyünü terk edip şehre, Dersim’e gitmiş.
Uzun yıllar Dersim’in sokaklarında başka divanelerle birlikte yaşamış. Halk onu sevmiş o da halkı. Çeşitli kerametleri olduğu ve mucizeler gösterdiği dilden dile yayılıp Seyit Hüseyin olmuş. Sonra da adı çağrıla çağrıla Sey Uşên/Şewuşen olmuş.
Okuduklarım ve dinlendiklerimden anladığım kadarıyla nükteli bir yanı da varmış. Söyledikleri ve anlattıklarıyla güldürürmüş. Bazen de hüzünlendirirmiş. Mesela 12 Eylül günlerinde sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edilince bağırmış alabildiğine “Ne ettiniz milletime?” diye.
Buralarda birçok insanda bir iz bırakmış. Hayatı hakkında çekilen belgeselde birinci ağızdan bunları duymak mümkün. Hareketleri ve yaşayışıyla da başka bir iklimin, dünyanın habercisi gibi görülmüş. Hani hoşgörü gösterilmek olarak değil kabul görmek olarak Gençliğinde duvar ustalığı yapmış. Ama hastalığı ya da halkın gözünden bakarsak “ermişliği” başlayınca çalışamaz olmuş. Üstü başına, temizliğine ve karnının tokluğuna uzun yıllar Dersimliler bakmış.
Taradığım kaynaklarda hastane yatışına ve tedavi bilgisine rastlamadım ama koruyucu ve destekleyici bir sosyal hayatın içinde divaneliğin, psikozun nasıl yaşanabileceğini göstermesi açısından da kıymetli ve öğretici Sey Uşên’in hikâyesi. Hatta bu anlamda bu coğrafyadan, Dersim’den olduğu için şanslı olduğu bile söylenebilir. Ve söylenmelidir.
Ne yazık ki 1994 yılında bir başka aklı yitik tarafından hayatı sonlandırılır. Muhtemel bir psikotik alevlenme sırasında. Ardından şehirde uzun süre yası tutulmuş. Ağıtlar, türküler yakılmış. Gözler, elinde sigaralarıyla sokaklarda onu aramış. Evet, elinde bir değil, her parmağının arasında birer tane olmak üzere birden çok sigara taşırmış. Saygı duyulmuş, saygı görmüş. Ölümünden sonra bile.
2005 yılında, o sırada meclis başkanı vekili olan Kamer Genç, şehirde Sey Uşen’in heykelinin yer bulmasını sağlamış ve çarşıya heykeli dikilmiş. Elinde sigarasıyla, hafif öne eğilmiş, düşünen Sey Uşên. Heykelinin altına da bir çeşme konmuş. Gelip geçen Munzur’un serin sularından serinlesin, içsin diye.
Biz de öyle yaptık. İki psikiyatrist, bir divaneyi, bir şehri, kadim bir tarihi selamladık. Munzur’un suyundan içtik.
*
Sey Uşen/Şewuşen için bir çok yazı ve kaynak var. Hepsine burada yer veremedim ama öncelikle şu kaynaklara bakılabilir:
- İnsanın Deli Dediği, belgesel, 2012, yön. Egemen Adak, Hira Selma Kalkan.
- Dersim’in Divane Delileri, Nurettin Aslan, İletişim Yayınları, 2015.
Bir de sevgili Muzaffer Kale 2008 yılında Dersim'i ziyaret ederken Sey Uşen ile bir şiir yazmış. Yazının yayınlanmasından sonra şiiri gönderdi bana: Senin Gibi Kalabalık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder