Steven Soderbergh'in "Equilibrium" (2004) filminden bir sahne: Bir psikoterapi seansı - divanda yatan hasta ve pencereden kağıt uçak fırlatan terapist |
Sarsacak, sallayacak, yıkacak denilen İstanbul depremi geldi günlerimizin kapılarına dayandı. Zaten “İstanbul Depremi” diye ayrı bir olgu var hayatımızda. Bir zamanların “trafik canavarı” gibi. Bekliyoruz kendisini. Dile kolay, 20 yıldır bu beklentiyle yaşıyoruz.
Aslında belki eksik ve hatalı bir isimlendirme, İstanbul Depremi. Belki de “Türkiye Depremi” demeliyiz kendisine. Çünkü İstanbul’da olan biten orta ve büyük ölçekli her şey Türkiye’yi de sallıyor, etkiliyor. Yani Marmara’da bir tek fay kırılmaz, Türkiye de kırılır. Biliyoruz.
Gerçi ‘99 Depremi Türkiye’nin 20 yılını nasıl etkiledi diye düşünüyorum; madem bu kadar önemli ve etkileyici bu deprem, nasıl değiştirdi bu ülkeyi bir önceki? Nasıl bir kırılma yarattı? Aslında onu da biliyoruz.
Hiç unutmam. İnsanlar yıkıntılar altındayken daha, Meclis’ten emeklilik düzenlemesi geçmişti. Hem de gecenin bir vakti. Türkiye kapitalizmi, sermaye sınıfı, siyaseti binlerce insanın hayatını kaybettiği bir depremi bile fırsata çevirmişti. O “fırsata çevirme” hali 20 yıldır devam ediyor işte. Öyle bir kırılma yaşadık yani.
Sermaye durdurulmadıkça durmaz! İsteyen 20 yıl öncenin ve bugünün İstanbul’unu, haritalarını, fotoğraflarını karşılaştırabilir. İlk depremde, daha çok insanın canını yakacak bir ülke, koca bir şehir inşa ettiler. Bu kadar basit.
Ama depremlerde sadece binalar, yapılar çökmüyor. Zihinler de çöküyor. Kırılmanın bir de öyle bir boyutu var.
Psikiyatrinin ana konularından birisidir: “doğal afetlerin” yol açtığı travmalar. Tabii ki travmanın bir de “insan eliyle” oluşanı, yapılanı var. İlginçtir, bu tür travma yıllarca göz önünde iken, özellikle de ‘80 sonrasında, “travma” psikiyatrinin gündemi olarak pek kabul görmemiş. Marjinal bir konu olarak kalmış.
İşte şimdilerde moda olan travmanın Türkiye psikiyatrisinin gündemine girişi de ‘99 depreminden sonra olmuş. Biraz geç bir tarih aslında. Meslekten kıdemli bir abimizin serzenişini haklı çıkaracak kadar geç: “Önceden travma denince herkes kaçardı. İşkence, kötü muamelenin psikiyatrik etkileri travmadan sayılmazdı. Burun kıvrılırdı, görmezden gelinirdi bu tür konular. Depremden sonra ise herkes travma psikiyatristine dönüştü!”
Büyük bir haklılık payı var bu serzenişin. Belki denk gelmiştir, bilemiyorum ama geçen günkü yer sarsıntılarından hemen sonra “travma ve afet psikolojisi” ilanları dolaşmaya başladı sosyal medyada. Dernekler, üniversitelerin ilgili bölümleri hızlı davranmış sanki. Bu sefer depreme, travmaya çok hazırlıklılar: çeşitli “travma ve kriz” birimleri çoktan kurulmuş.
İyi niyetli. Travmayı çoktan kabul etmişler, sonrasına da hazırlıklılar: “dayanıklılık, başa çıkma ve büyüme” sloganlarıyla. Ama tüm bu can siperane uğraşlarda, faaliyetlerde “büyük resmi” kaçıran, “büyük travmamızı” flulaştıran bir yan yok mu? Meslektaşlarımız bu durumun ne kadar farkında, bilemiyorum. Çünkü muhalif oldukları şeyleri, muhalif oldukları şeyleri belirsizleştirerek yerine getiriyorlar. Sorun burada.
Travma psikiyatrisi, travma psikolojisi de ülkedeki kırılmadan payını alıyor. Herkes deprem öncesini ve sonrasını kabullenmiş gibi. Sanki travmatize olmak kaçınılmaz bir sonuç. Depreme dair bilimsellik aranırken, işte nerede, nasıl olacağı tartışılırken, depremle ilgili en temel bilimsellik kadere, çaresizliğe havale ediliyor ve sonrasına hazırlanılıyor. Halbuki travmatize olmak zorunda değiliz. Hatta elimizdeki olanaklarla bu mümkün. Öyle değil mi?
Deprem sözkonusu oldu mu Richter orada, fay hattı şurada, tektonik kayma burada ama travmatik son, bir kader! Sanki ona bilim işlemiyor. Yapılacak bir şey yokmuş havası çoktan kabul edilmiş.
İyi niyetli bu emeklerin hepsi olanı ve geleni kabul etmek üzerine kurulu. Travma ile ilgili ruh sağlığının bir “rant” alanına dönüştürülmesine ise girmiyorum bile. Sertifikalar, programlar, projeler havada uçuşuyor. Tabii ki böylesi bir ortamda mesela meşhur “birincil koruma” da buharlaşıyor! Çünkü birincil koruma depremin sonrasına değil depremin, travmanın öncesine odaklanır.
Öncesinde ise koca bir düzen var. Deprem sorunu her şeyden önce sistem, düzen sorunu. İşte buraya kimse girmiyor. Evet, zihinsel dayanıklılığımız artmalı ama önce içinde yaşadığımız binaların, kentlerin, ülkenin dayanıklılığı artmalı. Bilimsel olan depremin, travmanın sonrasına değil öncesine bakmak değil mi?
Bu nedenle de bilim ile parçalı bir ilişki kuruluyor. Mesela Kandilli Rasathanesi demiş ki “Enerji birikiyor, sona doğru yaklaşıyoruz!” Deprem olacak, belki bir haftaya belki on yıl sonraya. Ama olacak. Tamam. Ama burada bilim değil bilgi var; bunların hepsi tespit, saptama. Bilim ise ortada yok.
Bilim tanımlamakla kalmaz. Bilim değiştirir, dönüştürür, müdahale eder. Deprem ile ilgili bilgi sadece “bilgilendirici” ya da tanımlayıcı olamaz. Sanki paylaşılan bilgiler sıradan birer haber. Travma alanındaki çalışmalar da dahil sanki herkes çaresizlik ve “ruhunu kurtarma” telaşında. Hâlbuki depremin nereyi, kimi, hangi kesimi, nasıl etkileyeceği ortada.
Bilmek yetmiyor işte. İstanbul’da deprem olacağı 20 yıldır biliniyor, konuşuluyor. Sonuç ne? Deprem sonrası toplanma yerlerinin çoğunluğuna AVM falan yapılmış. Bilgi bu!
Bilim ne diyor? Deprem olmadan harekete geçin. Deprem sonrası için değil. Bir tek onun için değil. Deprem öncesi için harekete geçin.
Karar ise depremden sonra toplanacak yeri olmayanlara düşüyor. Depremden önce nerede toplanılacağının kararı.
Sahi nerede toplanacağız?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder